Yılmaz Güney’i anımsamak...

Yılmaz Güney’in her anımsanmasının, lunpenlikle entellik, güzel adamlıkla, kadına yönelik şiddet ve de Yumurtalı’ya dek uzatılıp “katil” ya da “Çirkin Kıral”lık arasında bir çırpıda özetlenme kolaylığı neredeyse bir gelenek haline geldi. Yitirilişinin ardından onca yıl geçmesine karşın sevenleri tarafından bir efsane, ona biraz mesafeli duranların açısından ise “katil” ya da gereğinden fazla abartılmış bir lunpen olarak tanımlanması hala sürdürülmeye devam ediyor.

Oysa ki Yılmaz Güney ne bu, ne de ötekiydi... Aslında doğrusu ve de yanlışlarıyla oldukça karmaşık ve de talihsizlikler içinde yaşanmış bir yaşamın, yaşadığı gibi oynayan, oynadığı gibi de yaşayan bir sanatçısıydı...

Bizim coğrafyamızın bir geleneğidir çok sevdiklerini “imparator”, “kıral” ya da “sultan” yapması... Bizim coğrafyamız ya çok sever; gökyüzünün yedi kat ötesine çıkarır, ya da çok nefret eder; yedi kat yerin dibine sokar insanı. Ara katlar pek rağbet görmez bu coğrafyada… 

Yıllar önce genel yayın yönetmenliğini yaptığım Milliyet Negati dergisinde onu çok yakından tanıyıp da sonrasında arası biraz bozulan Nihat Behram’la yaptığım on dergi sayfasını aşan “Yılmaz Güney de eleştirilir” başlığını taşıyan söyleşinin sonucunda adeta linç edilen bir konuma getirilmiştim. Nasıl olur da Yılmaz Güney hakkında böyle konuşan birilerine yardımcı olursunuz diye...

O zamanlarda da bugünkü gibi sanatçıya ilişkin birbirinden oldukça farklı iki okuma alışkanlığının sınırları içinde tutsak kalmıştık. Birileri “katil” deyip onun tüm yaşamını karalama yarışına girişirken, bir diğerleri ise “Çirkin Kıral” diyerek bazı yönlerini görmemezlikten gelmeyi tercih edip kendi doğrularını egemen kılmaya çalıştılar.

Oysaki Yılmaz Güney ne o ne de öbürüydü... Aslında her ikisinin de toplamıydı. Bir yanda sinemamızın heyecanı, soluğu, rüzgarı dahası erişilmez yeteneği, öbür yanda da özel yaşamındaki, şiddete dayalı, mafyatik örgütlenmeye öykünen filmlerindeki gibi silaha tutkun yaşamı... İlki perdedeki kahramanı seyircisinin gözünde erişilmez yapıp efsaneleştirirken, diğeri bu başarıyı küçümsemek için pusuda yatanların belirli zamanlarda ortaya sürüp tartışma yaratma heveslerinin bir aparatı oldu.

Günümüzün hızla değişim-dönüşüme uğrayan konjektürü içinde bu iki yaklaşım, Yılmaz Güney’in kişiliğiyle oynayarak kişilik kazanmak için ya bir övünme, ya da bir yermenin malzemesi olmaya devam ediyor. Bazen eksiler artıları, kimi zaman da artılar eksileri görmemezliğe iterek kolay yoldan bir hükmün alınmasını kaçınılmaz yapıyor.

Yılmaz Güney’in özellikle de kadınlara karşı tavırları, kavgaları, taşkınlıkları, şiddete meyilli tarafları eleştirilip, Yumurtalık’ta bir savcıyı öldürmesinin doğru olmadığının altı çizilebilir. Hepsi, ama hepsi doğrudur... Ancak diğer yandan da sinemamıza armağan ettiği filmlerle sinemamıza olan sonsuz katkılarının görmemezlikten gelinip, yalnızca kimi yanlışlarıyla değerlendirmesi biraz acımasız, biraz insafsızlık, birazın da ötesinde onun kişiliğiyle oynayarak kolay yoldan kişilik kazanmak değil mi? Sonuçta; sevabı ve de günahıyla her bir şeyin bedelini fazlasıyla ödemiş bir sanatçıdır Yılmaz Güney... Elbette ki eleştirilir, sevilir ya da sevilmez... Ancak, sinemamıza onca yaptıkları bir çırpıda yok edilerek, yalnızca onun kişiliğine, bir afiş parçası gibi yapıştırılmak istenen katil sözcüğünün üzerinde bu kadar tepinmek niye?