Yirmi liradaki mimar!

Parayı çok seven biri değilim fakat para ihtiyaç, kesin; olmazsa bazı şeyler yine halledilir ama onsuz yapılamayacak şeyler var... Açgözlü değilim, hayat terazimde kalın banknotlar ağır çekmez. İki yüz lira aklıma hemen ev kirasını getirirken güzelliktir yirmi lira. Ne azdır ne çok. Kendimi bir yirmilikle zengin hissettiğim günler olmuştur. Ne on lira kadar yalnız, ne elli kadar fütursuz. Ona güvenerek bir büfeye rahatça girilebilir. Dönerin yanına, ayran bile eşlik eder yirmilik varsa. Ayran dediğin, tabii ki açık ayran. Kapalı ayranla ya da paketli ürünle hangi yola, ne kadar çıkılabilir! Açık ayran esnaf lokantası, kapalı ayran bayilik zinciridir...
***
Yirmilik, yüz lira gibi üzmez, kaybetme korkusu yaşatmaz, vefalı dost, kendi halinde... Bozuk para sordurtmaz, rahattır her yerde. Kalkan âdeta. Bir yolculukta, otobüs garlarında, bekleme salonlarında “dur yahu, ne olur ne olmaz cebimde kalsın, harcamayayım” diye de taşınır. Zor gün yoldaşı. Hele ay sonlarında, insanın işe gitmek için evden çıktığı sabahlarda tesellidir. Param var yahu, o kadar da değil diye gururlanırsın.
***
Dolar yeşili mi yirmilik yeşili mi dersen, ikincisi derim. O ne ferahlıktır! Yalnız kötü olan, son kalan yirmi lirayı bozdurma korkusudur. Bütün paranın bozulması, bizimki gibi ekonomik sorun yaşayan ülkelerde geriye kalan miktarın çabucak tükenmesi demektir. Tuvalete girecek AVM bulamadın diyelim (genelde o iş için idealdir AVM’ler) mecburen bir umumi tuvalete bir lira bayılacaksın. O vakit uçtu gitti kutlu yirmilik. Tuvaletten gayet ferah çıktın ama artık yapayalnızsın. Yirmiliğin sıcaklığı terk etti seni, yerine on liranın ateşli, tuğlalı rengi geldi. Üstelik cebinde fazladan birliklerin şangırtılı yükü...
***
Üstelik yirmi liranın bir yüzünde Mimar Kemaleddin var. Durup oradan bize ve zamana bakar. Harika adam! 1870 - 1927 arasında yaşayan; cami, okul, türbe, apartman yapan, nefis Vakıf Han’ın da mimarı. Hani şu Sirkeci’de, Yeni Cami’ye gelmeden, Doğu Bank hattında kimsenin görmemezlik edemeyeceği kadar büyük han canım. Otel şu an! İstanbul’da bir de hastanesi var: Gureba. Garipler demek gureba. Zamanında Reşat Nuri’nin edebiyat öğretmenliği yaptığı Çamlıca Kız Lisesi de onun; Bostancı, Bebek, Bakırköy, Yeşilköy camileri de...
***
Kemal, 1918 Cibali yangınında, evsizlere tahsis edilmek üzere yapılan, Harikzedegan diye bilinen yapının da mimarı. (Unutma, bu arsanın üzerinde daha önce, Laleli Külliyesi’ne ait Koska Medresesi boy gösteriyordu.) İstanbul’da, Laleli Camisi’nin karşısında, bulunan, dört bloktan oluşan, ülkemizin ilk sosyal konutlarındandır Harikzedegan. Nefis bir Atatürk biyografisi de yazmış Klaus Kreiser’a göre, Türkiye’nin TOKİ çirkinliğinden önce, tamamı betondan yapılmış ilk binası... Başka ne olacak, otel şu an!
***
1922’de davet üzerine Filistin’e giderek Mescid-i Aksa’nın onarımını da üstlenmiş, sonrasında Ankara’dan çağrılmıştır Kemaleddin. Ankara’ya çok hizmeti var: TCDD merkez binası, Devlet Tiyatroları ana binası mesela. Ama asıl Ankara Palas tabii. Dönemin sıhhiye vekili Rıza Nur’un isteğiyle, Vedat Tek ile birlikte dokunmuştur Kemaleddin buraya da. Üstelik bu son dokunuştur. 13 Temmuz 1927’de, şantiyede beyin kanaması geçirip vefat eder. İstanbul Karacaahmet’teki mezarı, daha sonra oralardan yol geçtiği için (yol çok önemli!) kaldırılıp Suriçi Beyazıt Camisi haziresine taşınır.
***
Ankara Palas dedim değil mi! Gazi Paşa, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Celal Bayar; sonraları Adnan Menderes, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Samet Ağaoğlu, Nadir Nadi müdavimlerden bazıları. Muazzez Abacı, beş yaşındayken burada sahneye çıkmış. Bir konukevi... Ne de güzel anlatır Yakup Kadri o yılları, nefis Ankara’sında. Bir şehir adı taşıyan kaç romanımız var! Hem acaba Gazi Paşa’nın oturmayı en sevdiği koltuk da orada mıdır hâlâ; sormak gerekiyor Ankara sevdalısı dostlarım Cemil Gözel ile Pınar Ekinci hocaya.
***
Bina hizmete açıldıktan sonra basınçlı su, merkezi ısıtma, alafranga tuvalet, bilardo salonu, kütüphane, berber ve Haşet Kitabevi şubesiyle dönemine göre farklı bir konaklama hizmeti sunmuş, gaz lambasına alışkın isli bozkırın ortasında pırıl pırıl parlamıştı. Otelin cepheleri o eski hikâyeyi anlatmak üzere az biraz Osmanlı’yı söylerken yapı bütünüyle Kemalettin’in ulusal mimarlık ilkeleriyle yükseliyordu. Simetrik ön cephe, mermer korkuluk, renkli çiniler ve süslü silmeler, korniş ve alınlık... O devirde memleketimizde henüz böylesi işletmeleri idare edecek görgü ve maddi güçte girişimciler olmadığı varsayıldığından yapı Fransızların idaresindeydi. Aşçıbaşı ve garsonlar Frenk, Alman, İsviçreli ve Yunandı. Mönüde Fransız yemekleri vardı. 1960’ların başında yeni meclis binası eskisinden daha ötede bir yerde açılınca varlığını biraz da devlet erkânı konukluğuna bağlamış yapı zamanla insansızlığa ve bakımsızlığa mahkûm oldu.
***
Otelin altındaki küçük pavyon ve bar unutulmamalı. Müzik eşliğinde yemek, içki, dans, varyete! Avrupa’dan getirtilen orkestraları, şarkıcıları ve başkentin ilk striptiz gösterisini yaparak ortalığı karıştıran Fransız Colette’i artık kim hatırlar? Pavyonun daimi müşterilerinden Doğan Nadi’nin masasında Ahmet Muhip, Yahya Kemal ve Aka Gündüz yine orada, aynı masada içiyorlar mıdır hâlâ?
***
Şimdi Ankara’nın orta yerinde solgun bir kasımpatı gibi, cumhuriyetin anılarıyla baş başa, unutulmuş bir sinema yıldızı gibi oralarda... Girsem içeri, yapayalnız bara geçsem. Kemaleddin desem, Haşet Kitapçısı yahu desem, Yakup Kadri Bey desem, anılar, insanlar vesaire; bir bira içebilir miyim orada, son yirmi liramla acaba?