Yiten bir yüzyıla ağıt gibi...

Adanmış ânların, zamanların anlatıcısı olmak...

Eğer böyle bir yazarla yolculuğa çıkmak isterseniz, size ilkten buna dair bir soykütüğü gerek! Yani o anlatıcının neleri/nerelerden devşirip nasıl anlattığına dair bir tür ön bilgi.

Bazen, bunu, başka yerlerde aramaz anlatıcının birebir yazdıklarında da bulabilirsiniz. Sanırım bu da biraz sizin okurluğunuza, okuma/yazma belleğinize; hatta düşünce/yaşama/görme biçiminize de bağlı.

John Berger’ın anlatılarıyla buluştuğum zamanları düşününce; sanata adanmış bir ömrün yansılarında bulduklarımın bir insan ömrüne nasıl biçim verebildiklerini, nasıl etkili olduklarını da hatırlarım. Öyle ki, her bir metninin/anlatısının sizi taşıdığı yer duygu/düşünce atlası yaratmak için etkileyici kaynağa dönüşüyordu.

Yeniden yeniden okuduklarınızla birbirine eklemlenen anlatılarında zamana, insana, görsel dünyanın algısına dönük birçok imge gelip sizi buluyordu.

Kendi payıma “Görme Biçimleri”ni en uçta tutarken, şimdilerde dönüşümlü okuduğum “Portreler” ve “Manzaralar” bir kez daha John Berger’ın yaratıcı dünyasına döndürdü beni.

Berger’ın, bu tür denemelerindeki okuruna çağrısı şu; ilgi duyduğun kişi/konudan başla. Yani sizi bir sıradüzen içinde okumaya yönetmez.

Neredeyse sanatın bütün dillerine, disiplinlerine açık biridir Berger. Her biri için sözü olan anlatıcıdır üstelik. Yorumsal bakışı kadar çözümleyiciliği, yer yer eleştirel tutumu derleyici bilgiyle gösterici yanını da buluşturur.

O nedenle kendisini bir sanat eleştirmeni olarak görmek yerine, yazan biri diye tanımlar kendini:

“Uzun ömrümde bir yazar olarak zaman zaman sanat hakkında yazılar yazmam sanatçılardan aldığım ilham sayesindedir. Ben sanat hakkında yazarken-ya da yazmaya çalışırken- neler olmaktadır?”

İşte o olan biten her şey Berger’ın ilgi alanına yansır. Buna resmin/edebiyatın dışına da taşır.

“Yedinci Adam”ını hatırlayalım. Sonra “Kıymetini Bil Her Şeyin”deki denemelerini, romanlarını...

Özyaşamsal anlatısı “Buluştuğumuz Yer Burası” ise işte onun edebî soykütüğünün damıtılmış bir anlatısı olarak çıkar karşımıza. Kendini anlatmak adına yola çıkılsa da, “içinde hayat bulduğu çevre”, insanlar, sanatsal yolculuğunun uğrakları onu hem zamansal hem de mekânsal hatırlayışın iç içeliğinde bir anlatı kurmaya yöneltir. Orada karşımıza çıkan oto-portrede anlatıcının yaşadığı zamanın ruhunu derinden hissederiz.

Çocukluğunda saklı imgelere dönerken bugündeki geçmişin izlerini hatırlar... Zaman bir tayf gibi nasıl akıp geçtiğini, orada insan ömründe iz bırakan her bir şeyin yazıya dönüşürken asıl kalıcı olan seslerin, renklerin sözcüklerdeki yansılarını da gösterir bize Berger.

Oradan bize bakarken, bizi anlatabilen her bir kurmaca metnin enikonu zamanın hükmünde bir görselliği de içerdiğini hatırlarız. Dahası Berger’ın görsel belleği, insan/zaman/mekân ekseninde anlatılanları hatırlayışın ve belleğin dokusunda anlatı zamanına dönüştürür.

“Hayatımıza giren hayatların zamanı hesap edilemez,” derken de; yaşanan her ânın, her yaşam dönemecinin bize taşıdıklarını da parçalanmış bir dünyanın gerçeklikleri olarak karşımıza çıkarır.

Bir hayat ne çok başka hayatları taşır içinde, ve ne çok yaşama sevinçleriyle, kırgınlıklarla, kopuş ve bağlanışlarla yaşarız...

Bazen, Berger’ın bu soy anlatılarını yüzyıla ağıt gibi okumak gerekir.

Ve onun şu dizelerini de mırıldanarak üstelik:

“Görmek bombalarla unufak edilmeye

direnenlerin sunduğu örneği.

Hissetmek katledilen yakınlarının ağırlığını,

bir ağırlık ki örter

masumiyeti sonsuza dek

öyle çok ki ölüler...”