Yoksulluğun ve yoksunluğun çelişkisi

Geçen yazımda açtığım tartışma epey ilgi uyandırdı, konuya devam etmek, bir görev oldu!

Giffen Paradoksunu iktisatçılar bilir; geliri azalan halk, “tüketim limanında” güven arar.

Bulamaz! Gelirler daha da azalır, fiyatlar daha da artar, borçlanma kamçılanır, hele bir de denetimsiz serbest piyasa revaçtaysa, durgunluk içinde enflasyon tehlikesi giderek artar.

Sorun temeldedir. Yüzeysel önlemler işe yaramaz, ücretli ve maaşlı kesimlerin iç talebi canlandırma gücü yoktur, girişimciyse, makul düzeylerde finansmana ulaşamaz.

Bağımsız değişken üretken alt yapı yatırımlarıdır ve genellikle yerinde saymaktadır…

YOKSULLUK VE YOKSUNLUK BİR ARADA!

Giffen Paradoksunu alıyor, daha geniş bir yarı çapta ve yalnız pazarın, piyasanın yanıltıcı “bereketi” açısından değil, içine, gelir dağılımı adaletsizliğini, yatırım yetersizliğini katarak ve daha da derinde bunu özelleştirmeci, piyasacı, dışa bağımlı sistemin kamucu kalkınma anlayışı aleyhine kurduğu bütün tezgahlara atıfta bulunarak ve konuyu bir bütünün içine yeniden oturtarak yeni bir tanımlama yapıyor ve yoksulluğun çelişkisine ulaşıyorum…

Bu yazımda bir adım daha ileri atarak; yoksunluğun çelişkisini de tartışmaya açmak istiyorum… Bence, yaşadığımız olgu, yoksulluğun ve yoksunluğun çelişkisidir ve içinde yaşadığımız zamana ve coğrafyaya da endeksli değildir…

BOŞUNALIK DUYGUSU VE KANIKSANMIŞ ÇARESİZLİK

İşte şimdi daha geniş bir tartışmayı da başlatmanın zamanıdır: Gelirlerimiz gayriadil dağıtılırken, emeğin kazancı giderek erirken, refah payı sadece kağıt üzerinde kalıp da emekliler üzerine hayat olanca ağırlığıyla yük bindirmişken, olan-biteni yoksulluğun çelişkisiyle açıklamak yetersiz kalmaktadır… “Yoksulluğun çelişkisi”, yanlış (amaç / ihtiyaç dışı) parasal harcamalarsa, “yoksunluğun çelişkisi” sisteme katılım açısından pasif bir teslimiyet durumu sayılabilir…

Keşke “çarşıda pazarda her şey var” ya da “nankörlük yapmayın” demekle her şey hallolsa idi… Nihayet, ben zengini yoksulu akıldışılıkta etkileyen statik bir grafikle yetinmiyor, enflasyonist ve gelir dağılımı bozuk ortamda bir daraltma yapıyor ama aynı zamanda akılcı olmayan yönelimlerin tabanını genişletiyorum. Zira mevcut tabloya bazen siyaset bile doğru tanı koyamıyor; “faiz-enflasyon ilişkisi ekseninde” sabit kalıyor, bir türlü üretim ekonomisine tam anlamıyla yönelemiyor…  Sonuçta yoksulluk bir kısır döngü içeriğinde devlete de topluma da miras kalıyor…. Halkın yoksulluğu ise, yanılgılı iktisadi yönelimlerden yanlış siyasi tercihlere kadar uzanıyor. Bu karmaşada tetiklenen bir başka olgu da, “boşunalık” duygusu ve kanıksanmış çaresizlik algısı olarak beliriyor…

BİRBİRİNİ TAMAMLAYAN ZİNCİRİ KIRMAK…

Yoksulluğun yanı sıra ona eşlik eden yoksunluk, güven duygusu gibi paha biçilmez bir değer ekseninde kendisini ortaya koyuyor… Halkın bir kesiminin kendi sınıf çıkarlarını temsil etmeyen partilere rağbet etmesi, abartılı iktisadi vaatlerin ardında sürüklenmesi veya genel ve uzun erimli yarar yerine kısa dönemli bireysel çıkarları ön planda tutan bir iklimden etkilenmesi, nihayet “böyle gelmiş, böyle gider” sonucunda geleceğin kilitlenmesi yoksunluğun çelişkisi duygusunun örnekleri (çıktıları) olarak gösterilebilir. Dahası “yoksunluğun çelişkisi” bulaşıcı bir sosyal bozulma olarak kendisini hissettiriyor.

Evet yoksulluğun çelişkisini aşmak, yoksunluğun çelişkisini geride bırakmak ve bu ikisi arasında oluşup, halkın boğazını sıkan zinciri kırmak için yine siyasete görevler düşüyor…

‘ONARIMA’ İHTİYACIMIZ VAR: MİLLİ İKTİSADİ SEFERBERLİK ANLAYIŞI

Moral, sosyal, iktisadi onarım süreçlerine ve bunun yapıcı kadro ve kurumunu belirlemeye ihtiyacımız vardır…Türkiye'miz, tasarruf, yatırım, üretim, istihdam, enerji ve tarım başta olmak üzere Milli İktisadi Seferberlik (MİS) anlayışında birleşmelidir…

Türkiye, büyük İktisadi Seferberlik planını, ilgili kesimlerle birlikte geliştirmeli ve hayata geçirmelidir. Dış borçla büyüme yerine, milli iktisadi seferberlik (MİS) içinde makul bir maliyet enflasyonuyla istihdam sağlanması, evladır.

O arada büyüme oranımız, mutlak bir milli değere karşılık gelmelidir. Mal ve hizmet üretim kabiliyetlerimiz açısından yurt dışı unsurlardan temin edilen yabancı kaynakları minimuma indirmeliyiz. Madende enerjide, tarımda, gıda tedarikinde milli olmalıyız. Aksi cari açıktır. Enflasyondur. Hazinesi borçlanan devletin halkı da kredi kartıyla bankalara borçlanır.

ATLANTİK’TE BOĞULAN DEĞİL, AVRASYA’DA MERKEZ ÜLKE OLMAK

Tasarruf, yatırım, üretim, ulusal sanayi esastır. Rüzgar, güneş, jeotermal enerji ve tohumla, ilaçla, planla, bankayla desteklenen tarım esastır.. Tarım üretimi alabildiğine desteklenmeli, 'aracısız' Tanzim Satış geliştirilmeli, fiyat denetimi etkinleştirilmeli, kimi ürünlere belli zamanlar için üst fiyat sınırı getirilmeli, tüketici hakları alabildiğine işlevselleştirilmelidir.

Nihayet Türkiyemizin Atlantik sisteminin seçeneksizliği içinde bir geleceği yoktur. Kadim sistem bizi borçlandıkça övmeye, elde avuçta kalmadığı zaman da törensiz gömmeye hazırdır! Derhal bölge merkezli dış politikayı geliştirmeli, o arada ekonomisi yükselen Asya/Avrasya pazarında yerimizi daha belirgin ve kararlı olarak almalıyız. Tüm bunlar geleceğe güvenle bakmak, yoksulluğu aşmak, yoksunluk duygusunu kırmak, mutlu bir Türkiye kurmak demektir.