Yo’t

Nar’a

Doğduğun evde, annenle birlikte, balkonda dondurma yiyorduk kızım. Ahmet Erhan’ın ölüm haberini aldığım sabah, kitaplarını alıp çıktığım balkon; ne çok zaman yaşadık orada, karpuzlar, şiirler, şarkılar; mutlu olduk, kavga da ettik; Adem oğullarıyla Havva kızları böyledir hep öğreneceksin.

Erhan ölmüştü. Pazar sabahıydı. Erkenciyimdir. Sokaklar bomboş. Çöpçüler bile yoktu. Öldü, diye mesaj geldi. Yazın ışığı Ahmet ağabeyin kitaplarına vuruyordu. Geniş balkonda ağlıyordum. Dört yaşlarında olmalıydın. Senin odan buraya bakıyordu, şeker pembesine boyalı o ilk odanı unutma olur mu; aslında bizim evin kitaplığıydı, sen gelince “şair” daha ufak yere taşındı.

Nasıl ölürdü Ahmet Erhan, ağlıyordum. Uyanıp çıtpıt ayaklarınla yanıma geldin. Gözlerini ovuşturup uyanırken güzelim kirpiklerinin harikulade çapakları... Ne oldu baba, diye sordun. “Bir şey yok, kızım.” “Yot, değil mi baba...” Babalar ve kızları işte. Yok diyemezdin eskiden, yot derdin, hâlâ bazen öyle der gibisin. İşim imla hatalarını düzeltmek ama sende o yot ne güzel...

Gözyaşlarımı siliyordum çaktırmadan. Tedirgin olmuştun. Balkona güneş vururdu sabahları. Anlamıştım o gün, babalardı evlerin en dayanıklı insanları. Ben ne bilirdim ki senden önce aile olmayı... Bir ailede hangi duvarlar var, hangi duvarlara dayanarak durur insan.. Duvardaki çatlak, aile kurmamanın bahanesiydi benim için. Anladım ki duvar çatlak da olsa yıkık da dik durmasıymış güzel olan. Atilla İlhan’ın Duvar’ı geliyor aklıma. Ne yapayım kızım, ben de şiir bilirim işte az biraz, bu da benim işim kopkoyu dünyada!

İşte doğum günün zeytin gözlüm... 5 Ağustos 2011, yedi yaş bitti. Ne çabuk, ne hızlı. Bizim evin önünden markete doğru giden yolda, seni ancak pusette uyutabildiğim yaz günlerini hatırlıyorum. Yaz öğle uykusu, dünyanın en güzel şeylerinden. Nar adı, Elitis’in Çılgın Nar Ağacı şiirinden biliyorsun. O kitabın bendeki baskısının kapağı ne güzel kırmızıdır. Kızımdır... Geniş ferah sofraları ne çok seviyorsun, anladım. Kalabalık evler seviyorsun sonra, evet. Oysa ben yaşam boyu nasıl korktum evlerden. Kalabalık hep dokundu bana. Yapayalnızdı baban. Baban şair kızım, en iyi şiiri bilir, azıcık anlar. Babanın dünyada en çok sevdiği şiir, sana sarılmalar...

Ne diyordum. İşte balkonda annenle oturmuş dondurma yiyor, aramıza erkenden karışmayı seçen sana hazırlık yapıyorduk. En fazla bir hafta beklenebilirse ciğerlerin tümden sağlıklı çalışacaktı, fakat sürecin hayati riskleri vardı. Engin Oral’ın müthiş doktorluğunu nasıl unutabilirim.

Derken bir hafta sonra sağ salim doğuvermiştin. Hayat, hep yaşatmaktan yanadır kızım. Annen içeride baygın yatıyordu. Karşımdaki küçücük yaşam pırıltısı; ağlayacak sesi bile yok. Ne yapacağımı bilememiştim. Öyle heyecanlıydım ki fotoğraf çekmek bile gelmemişti aklıma. Bir türkü takılmıştı dilime, niye bilmem, “bir insan ömrünü neye vermeli, tükenip gidiyor ömür dediğin” diye... Hayat, zamanımız tükenirken gördüğümüz ışıltılar sadece. Yaşamın büyük ağacında çiçekli dallarız hepimiz. Hayatın mutsuzluğu mutluluktan ayırt ettiği “yot”...

Bir gün sonra, akşamüstü, bakım odasından çıkardık seni. Ne için hatırlamıyorum, hemşire bir şey için ayrıldı yanımızdan. Bir hastane odasında ilk kez, pencerede güneş, ikimizdik. Ellerine bakıyordum. Büyücekti; hayatı daha iyi yakalayıp tutacaktın demek. Sonra o an bir bakışın vardı bana, bazen gözünde halen görürüm o bakışı.

Bugün yedi yaşındasın! Okur-yazarsın artık. Yazımı ileride gün gelir belki birlikte okuruz, belki okuyup beni hatırlarsın, kim bilir... Yazı, hayatın büyük duvarında gelecektekilere yol gösteren işaretler. Yolun uzun, yazın güzel, ellerin hep öyle güçlü olsun... Sen hep iyi kal. Yaşın, yolların, yılların kutlu olsun...