Yüz yıl önce, yüz yıl sonra

“…Durum, Edgar Allen Poe’nun ürkütücü hayal gücünün ortaya çıkarabildiklerinden daha kötü… General Denikin ordusunun geri çekilmesinin bir sonucu olarak halk Bolşeviklerin önünden kaçmaya başladı… Bu talihsiz insanlar yük vagonlarına doluştular ve her vagona elliden fazla insan bindi. Korkunç bir yolculuktu… Bir süre sonra vagonlar açıldığında bindiği gibi inen olmadı. Tifüs, açlık, susuzluk ve soğuk hava bu insanların işini bitirmişti. Hepsi hastaydı, her yeri haşereler kaplamıştı… Hastanelerde oda yoktu. Yiyecek tamamen tükenmişti ve ölüm oranı ise inanılmaz bir derecedeydi…”

Ekim devriminin ardından oluşan olaylar, Kızıl ordu karşısında dayanamayan Beyaz Ordu ve doğdukları topraklara elveda diyerek bir başka ülkenin yolunu tutan yüz binlerin üstünde Beyaz Ruslar… Amiral Khomenko şehri boşaltarak kaçmaya çalışan Beyaz Rusların içine düştüğü durumu böyle anlatır…

1919 yılının Aralık ayında Güney Rusya’dan İstanbul’a yolculuk da böyle başlar… Önce varlıklı olanlar çıkar yolculuğa… Ardından da diğerleri. 1920 yılının Ocak ayına gelindiğinde Rus mültecilerin sayısı artmış, tutsak şehrin beklenmeyen misafirlerine bir de yenisi eklenmişti. İlk önceleri gelen mültecilerin on ya da yirmi bin olacağı tahmin edilmiş ama zaman geçtikçe bunun çoğalarak yüz binlere vardığı ortaya çıkmıştı. Kaçan, malını bırakıp canını kurtaran karşı kıyıya, kendilerine en yakın ve de en güvenli bir yere, işgal altındaki İstanbul’a geliyordu. Gelenlere her ne kadar Beyaz ordudan ötürü “Beyaz Rus “ deniyorsa da, aslında Rusların yanında her bir milletten insan vardı aralarında; Yahudiler, Rumlar, Türkler, Gürcüler, Ukranyalı, Tatar ve de Kalmuklar… Gelenler yalnızca siviller değil, aynı zamanda Gönüllü ordusunun subay ve erleriydi de…

Büyük bir çoğunluğunun deniz yoluyla geldiği İstanbul’a hemen giremiyorlardı. Osmanlı hükümeti olası bir salgın hastalık endişesiyle tedbirini alıyor, gelenleri ya bir süre geldikleri geminin içinde bekletiyor, ya da bir süre sonra kentin dışındaki alanlarda karantinaya alıyordu.

Gemilerin içindeki yaşam ise dayanılmazdı. Kış ortasında güvertede yüzlerce insan içi içe, aç ve de bitkin bir biçimde, umutsuzca bekletiliyordu. Günler boyu açlığa, aç olanlar ise kendilerinden daha çok küçük çocukları için kollarındaki ve boyunlarındaki değerli mücevherleri iplere bağlayıp, vapurun etrafını sarmış olan kayıklardaki fırsat kollayan seyyar satıcılara uzatıyorlar ve bunların karşılığında ise yine ipe bağlanan birkaç simitle, siyah bir ekmeğe razı oluyorlardı. Bir şişe suyun fiyatı ise, bir gömlek ya da bir ceketti… Umudun tükendiği, insanlığın sıfırlanıp dibe vurduğu, yaşamın bir dilim ekmeğe takılı kaldığı, filmlerde bile benzeri görülmeyecek “yok artık …”dedirtecek anlar, trajediler yaşanıyordu…

O günlere not düşen bir Fransız gazeteci ise yaşadıklarını şöyle anlatır:

“…Pera tam anlamıyla bir Rus şehrine döndü. Hemen her köşede Rusya’dan taşınan restoran ve dükkanlar var. Slavlara, Çarlık Rusya’sından askeri eğitim alan subay ve askerlere her yerde rastlamak mümkün. Kuban Kazakları, Muhafız alayları, Çerkez Süvarileri, imparatoriçenin zırhlı süvarileri, Kalmuk Türkleri, Mançurya Çinlileri, vs… Yırtık pırtık kıyafetli, keyifsiz ve sabit bakışlı, bir deri bir kemik insanların oluşturduğu yoksul bir kalabalık. Şehrin sakinleri onlardan kaçınıyor, bitli ve pireli olduklarından onları gördüklerinde yönlerini değiştiriyor… İki sokağın kesiştiği yerde, kucağında bebeği ile genç karısı para toplarken, eski bir albayın akordeon çaldığını sıklıkla görüyoruz…”

Ve daha neler neler…

Bizim belleğimizde bir yüz yıl öncesinin Beyaz Rus göçünün trajedisi nedense, hep beyaz tenli Haraşoların davetkar cömertliği ile, bar kapısında pinekleyen kontlarla, sokakta piyano çalan konteslerin gölgesinde kalmış, acıların yerini İstanbul’daki Rus soyluların ibret verici düşüşlerinin abartılı öyküleri almıştır. Elbette bunlar da yaşanmıştır ama daha çok da acı…

Mülteci, muhacir, sığınmacı adına ne derseniz deyin, doğduğu topraklara elveda diyenlerin değişmeyen yazgısıdır bu… Ha yüzyıl önce olmuş, ha yüz yıl sonra… Hiç değişmez… Yinelenip durur…

Bir de tarihin tekerrür etiğine inanmazlar… Hadi canım sen de…