Yüz yıllık bir avare: Raj Kapoor

Aralık ayının 14’ünde tüm Hindistan, ölümsüz Hintli yıldız Raj Kapoor’un yüzüncü doğum gününü büyük törenlerle kutladı. 1960’larda sinemaya gidecek yaşta olan hemen herkesin mutlaka görmüş olduğu Avare filmi, Türk insanını da Raj Kapoor’un hayranlarından yapmıştı. O nedenle, biz de o günleri şahsen yaşamış bir hayranı olarak, kısa bir anma yazısı kaleme aldık, büyük usta için.

Ama, bu yazıyı çok daha zevkle okuyup, keyif almak için, gelin hep birlikte şunu yapalım, mümkünse: bilgisayarınızdan ya da cep telefonunuzdan aşağıdaki bağlantıya girip, yazının konusu olan şarkıyı dinleyelim.

1955 senesidir ve Çukurova’nın kavuran sıcaklarında, tüm yazlık sinemalar, Avare adlı bu şarkı ile çınlamaktadır. Raj Kapoor ile Nergis’in aşkları değildir ortalığı kasıp kavuran; filmin şarkısı ve kahramanının hayat tarzıdır.

Kahramanımız bir avaredir. Yani dünyayı hiç takmayan, nerde sabah orada akşamı eden, tüm yoksulluğuna rağmen hayat aşkıyla dolu olan modern bir derviştir. Hindistan’ın gariban sokaklarında hiç durmadan gezerken, filmin adı ile anılan Avara Hoon şarkısında şöyle der:

“Ben bir avareyim. Yoksa bu fırtınalı gökyüzünde bir yıldız mıyım?
Avareyim. Bir evim ve ailem yok/ Bir sevenim yok.
Bilinmeyenin aşığıyım ben.
Yoksulun biriyim, hatta perişan bile sayılırım.
Ama mutluluğun şarkılarını söylerim hep.
Kalbim yaralanmış olabilir ama yüzüm hep güler.
Aaaahh Dünya, senin bilmecenin içinde bir avareyim.
Yoksa bu fırtınalı göklerde bir yıldız mıyım ben?”

HİNDİSTANDAN BİR ŞARKI KASIP KAVURUR

Akdeniz sıcağı altında ve portakal çiçeği kokulu bahçeler arasındaki yazlık sinemada, biz de Raj Kapoor’un yanı sıra avareleşir ve dünyaya güler geçerdik. Para-pul neydi ki, insanın elinin kirinden başka? Onurlu yoksulluğumuzun tam ortasında, avarelik bizim özgürlük manifestomuzdu herhalde. Paradan öte şeylerin de olduğunu ve asıl varlığın onlardan ibaret sayıldığını döne döne anlatırdı bu şarkı.

Ünlü film yönetmeni Raj Kapoor’un, Hindistan’ın 1947’de bağımsızlık kazanmasından sonra Hint toplumunun sorunlarına eğilen sanatının zirvesidir Avare filmi.

Toplumdaki sınıf ve kast farklılıklarını, ekonomik ve sosyal nedenlerden doğan toplumsal sorunları, halkın anlayabileceği şekilde duyarlı, romantik bir dille anlatan filmde, toplumun çözemediği problemlerden biri olan insanın doğuştan mahkûm edilmesi irdelenir.

Ve sonuçta, insanın insan olarak ele alınıp değerlendirilmesi gerektiği ifade edilir.

Hindistan ile aynı sosyal ve kültürel yapıya sahip olan Türkiye’deki seyircinin Avare filmine bu denli ilgi göstermesinde elbette şaşılacak bir şey olamaz. Türk insanı bu film ile kendi ezilmişliğini, sınıfsal sorunlar altında debelenmesini bulacaktı. Ve avareleşip, “başını alıp gitmek” gibi zaten Türk milletinin aslında olan eğilimini de çok yakın bulacaktı kendisine.

TÜRK TOPLUMUNDA “AVARE” DERVİŞLİK GELENEĞİ

Kültürümüzün en övünç duyulacak temelinde zaten göçebelik olan Türk insanına, ne kadar da çekici ve doğal geliyordu o günlerde Avare’nin mesajı. Orta Asya’nın çöllerinden kopup gelen bu kültürde, zaten belirgin bir avarelik yok muydu ki? Öyle olmasa yüzlerce yıl, kendini yollara ve dağlara vuran Kalenderlerin ve Abdalların yurdu olabilir miydi tüm Selçuklu ve Osmanlı toprağı?

Hint kültürünün ayrılmaz bir parçası olan “fakirler” ve Doğu dünyasının Kalenderi dervişleri, yüzyıllarca bu bölgeyi bir şekilde birbirine bağlayan kültür elçileri rolü oynadılar. Onlara, Budapeşte şehir merkezindeki Gül Baba, Eskişehir kırsalındaki Seyyid Gazi, Konya’da Mevlana’nın kafasını karıştırıp mistikleştiren Şems-i Tebrizi gibi kişiliklerle ulaşabilmekteyiz.

Avarelik kültürünün özünü, dışardaki dünyaya hiç değer vermeme ve bu fani alemin maddeciliğinin, kişi olarak bizleri esir alma çabasına karşı bir isyan tavrı belirler.

SÖZLÜKLERİN KISKANÇLIĞI MI?

Bakmayın siz sözlüklerin avareliği, “işsiz-güçsüzlük veya başıbozukluk” olarak tanımladığına. Bu, belkide sözlükteki bu maddeyi yazanın, avaredeki özgürlüğü kıskanmasındandır. Kaldı ki, öyle bile olsa kime nedir ki? Hayatlarında bir gün bile, toptan avareliğin veya dört başı mamur kalenderiliğin dayanılmaz hafifliğini ve sonsuz özgürlüğünü tatmayanların avarelik üzerine söyleyecek neyi olabilir ki?

ANADOLU’NUN RUHANİ AVARELERİ: ABDALLAR VE KALENDERLER

11.yüzyıldan başlayarak Hindistan’ın dağlarından Anadolu’nun ovalarına kadar, bir büyük “gezginci dervişlik” hareketidir Kalenderilik. Mistik avarelik denilebilir onların yaptığına. Tasavvufi gelenekte, dünyayı yenmek için sefere çıkmak ve seyahat etmenin önemi sıkça belirtilir.

Çoğu zaman seferin amacı çile çekmek, nefsi zorluklara alıştırıp eğitmek, bilgili ve hal ehli kişilerle tanışıp onların bilgilerinden yararlanmak, değişik haller görüp ibret almaktır.

“Dünyadan geçen avareler” olan bu gezginci dervişlerin maddi dünyayı terk etmelerinin en güzel kanıtı, bu gezgin olma halleridir. Onlar, bir misafir olarak geldiğimiz bu dünyadan bir misafir gibi zamanı geldiğinde çekip giderler.

Büyük Yunus Emre’miz, gezginci dervişlerin en ustalarından olarak, varlığından doğan sancılarını, tüm Anadolu’yu gezerek aşmaya çalışmış ve “Ben ayımı yerde gördüm, Ne işim var gökyüzünde” diyerek, yeryüzünde hikmet ve bilgelik kaynaklarını aramakla ömrünü geçirmiştir.