Zahmetsiz rahmet bekleme salgını mı?
Rahmetli babam vefat edeli 15 sene olduğuna göre, bu anlatacağım olay, yirmi sene kadar önce geçmiş olmalı. WhatsApp günlerinin mutlu dakikalarının henüz başlamadığı zamanlardı. Amerikan telefon devi AT&T’ye, dakikada iki dolar para ödeyip, anne-babamızla sadece seslerimizi duyuvermenin yettiği günlerdi. Yine babamla telefondayız, hızlı hızlı konuşuyoruz ki, telefon ücreti fazla gelmesin bize. Kısa bir hal-hatır sormadan sonra, “Oğlum, varsa bana üç bin dolar gibi bir para gönderirsen, Mekke’ye gidip hacı olmak istiyorum” diye hayatının ilk ve son ricasını yapmıştı bize. Daha uzun boylu düşünmeden, “benim o gerici Suudilere yedirecek param yok!” deyip telefon konuşmamızı sona erdirmiştim.
Galiba söylediklerimin yanlışlığını gönülden inanıyor olmalıymışım ki, içimde büyük bir eziklik duygusu ile gecenin saatlerini pişmanlık içinde geçirmiştim. Kendi öz babam, hayatımda ilk ve de son defa, benden nispeten küçük olan bir miktar yardım istiyordu ve ben “prensipler ve ideolojiler uğruna” anında onun isteğini reddetmiştim. Elbette kararım doğru olsaydı, bu içine düştüğüm suçluluk duygusunu hissetmezdim. Türkiye’de sabahın olmasını sabırsızlıkla bekleyip, ertesi gün babamı aramış, istediği miktarı hemen göndereceğimi söyleyip rahatlamıştım.
80 YAŞINDAKİ ADAMA SUUDİLERİ ANLATMA GEREKSİZLİĞİ
Tüm gece kendime kızıp, “sen kimsin de 80 yaşındaki babana, Suudilerin politikaları yüzünden Hacca gitmesinin yanlışlığını öğretmeye kalkıyorsun” diye utanmıştım. Ve bu kıpkısa telefon görüşmesinden sonra, gönlümüz huzura kavuşmuştu. Ve babam o sene hacca gidip Hacı olmuş ve bu benim onun için yaptığım en güzel hareket olarak kendi vicdanıma sonsuza dek yazılmıştı.
Bunları anlatma sebebimiz var elbette, yirmi sene sonrasında bile olsa. Çünkü memleketimizin karpuz gibi ortasından bölünmüş olan nüfusunun bir yarısı, ülkenin dini olan İslam ile ilgili konularda hep muhaliftir ve bizim yirmi sene önce taşıdığımız tavırları gösterir, aradan geçen bunca zamana rağmen.
Hatırlarım, 1970’li senelerde “solculuk ve devrimciliğin” en önemli işareti, Allah’ın varlığı ile tartışma açabilmekti. “Allah Yok” dediğiniz zaman, sanki yeryüzündeki tüm sınıfsal sorunları analiz edip, çözüme bağlamış gibi olurdunuz. Ve bununla kendinizin ne kadar “ilerici ve devrimci” olduğunuzu, dünya aleme duyurmuş sayardınız. Zaten memleketin nüfusunun bir karpuz gibi ortadan yarılmasının temellerinin atıldığı günler de o günler olmuştu.
DOĞMAK YA DA DOĞMAMAK!
Doğmak, bizlerin iradesinin yüzde yüz dışında meydana gelen tek olay insan hayatında! Onun dışındaki her şey, ölüm bile, kendimizin belli ölçüde katkıda bulunduğumuz birer süreç sayılır. Öyle ya ölüm konusunda, bilerek intihar edip kendini öldürmek ile sağlığına çok dikkat edip ölmeyi erteletme arasında, “ölümün elli tonu” cinsinden bir sebep-sonuç ilişkisi listelenebilir.
Halbuki doğarken, kendimizden sıfır veri sağlamadan doğarız. Eğer Türkiye’de doğmuş isek, bu doğumla da Türk oluruz, Müslüman oluruz, fakir ya da zengin olabiliriz. Bizim kişisel olarak bu konulardan hiçbirinde katkımız beklenmez ve zaten hiç katkı da yapamayız. Her şey bizim dışımızda olur biter.
Böyle olunca da daha beşikten itibaren, içinde doğduğumuz kültür, bize asıl rengimizi vermeye başlar. Şimdilerdeki meşhur deyim ile “kelebek etkisi” sayesinde, karakterimiz ve kaderimiz biçimlenir yavaşça. Bu kaderde, dini bakımdan çeşitli derecelerde bilinç sahibi olmak da vardır. Ama içinde büyüdüğünüz çevrenin değerlerinden dolayı, dinsiz olmak da bu kaderin bir parçası olabilir.
İNANMAK VE REDDİYECİLİKTE KALİTE SORUNU
Burada önemli olan, inananın neden inandığını, inanmayanın da neden inanmadığını kavramasıdır. Din konusu hem derin bir tarihi olay hem de kendimizin kültürel değerlerine sıkıca bağlı bir gerçekliktir. Her şeyde olduğu gibi, kulaktan dolma bilgilerle veya moda unsuru eğilimlerle ne dindar ne de dinsiz olunabilir.
Türkiye, esas olarak Müslüman bir topluma sahip olduğu için, İslam’ı öğrenmek dindar olan için de dinsiz olmak için de gereklidir. Öyle ya, anlamadığın bir konunun “inanmazı” nasıl olabilirsin ki? Ya da hiç bilmediğin bir konunun “neyine inanıyor olacaksın ki.” Maalesef, sadece memleketimizde değil, insanlığın olduğu her yerde, inanma ile ilgili tüm durumlarda, bu ikilem arasında sıkışıp kalmakta insanoğlu.
Halbuki dini olsun, siyasi olsun, kültürel olsun tüm inanç konularında bilinmesi gereken ve ulaşılması hiç de zor olmayan cevaplar mevcuttur. Sadece, inanmak veya o inancı reddetmek durumunda olanların, zahmete girip neye inandığını veya neyi reddettiğini bilmek için çaba göstermesi gerekmektedir.
Bu çaba, inanmanızın veya reddetmenizin kalitesini ve derinliğini de belirleyecektir. Sadece İslam’ın siyasal ifadesinde fikir sahibi olup söz söyleyebilmek için bile, uzun bir listenin üstesinden gelmek gerekli:
Hz.Muhammed ve hayatı, dünya medeniyetine katkısı, 7. Yüzyılda durup dururken neden İslam diye bir din ortaya çıkabilme şansına sahip olabildi, İslam’daki iç mücadelenin sebep ve sonuçları, İslam’ın yayıldığı yerlerdeki kültürlerin bu yeni dine etkileri, İslam’ın mistik ifadeleri, Türkler neden ve nasıl Müslüman oldular, sömürgecilere ve emperyalizme karşı İslam’ın tutumu, son yüzyıldaki İslami hareketlerin karakterleri, Siyasal İslam’ın modern yaratıcıları, Seyyid Kutup, Cemaleddin Afganı, Raşid Rida, Muhammed Abduh gibi Arap düşünürlerin günümüzdeki İslami hareketlere etkileri, bu konulardan sadece birkaç tanesi.
Bunlar hakkında zahmet çekip fikir sahibi olamayanların, bugünkü siyasal atmosfere dair yorum yapmasının ne kadar zor olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ama “Ağzı olan konuşuyor” deyimine en uygun olan kültürlerden birine sahip olan Türkiye’mizde, öyle fazla bir şey bilmeniz ve zahmet çekmenize gerek bile olmamaktadır. Çünkü herkes, hemen her konuda, üstelik de en iyisini bilmektedir!
KÜLTÜREL KÖRDÖĞÜŞÜNÜN ORTASINDA
Kısacası, ülkemizde bir kör doğuşu halinde, din, kültür, ırk ve aklınıza gelebilecek her konuda derinliği olmayan bir kalitesizlikte fikir hayatı mevcuttur. İnanan neden inandığını, reddeden de reddettiği şeyin ne olduğunu, zahmetine katlanmadan yaptığı için, aradaki iletişim de artık yok olmuştur. Ve bir kördöğüşü modası ile, nesiller heba edilmektedir. Bunu Müslümanlık ve bu konudaki geleneklerde olduğu kadar, solculuk, Atatürkçülük ve bu ideoloji temelinde yapılması gerekenler konusunda da görmekteyiz. Herkes bir laf kalabalığı ve gürültü içinde, birbirini doğru dürüst dinlemeden, adeta “vurun abalıya” dercesine siyaset, Müslümanlık veya reddiyecilik yapmakta ve bunun çıkmaz sokağında debelenip durmaktadır.