Zamanın sonsuz göğünde

DOĞU’DAKİ BATI: (II)

Geceni unut, zamanın burcunda gezinen bakışlarını taşı yıldızların dehrine. Geçitsiz kıl her şeyi, nasılsa dönüyor yaşanan gün kendince. Öyle kederlere karışma, söze hiç dönme, bakışlarını sil günbegün; unut olup bitenleri. Gecene bir kara çizgi çek. Gözlere mil niye, nasılsa en açık ve en koyu renk sıradanlaşıyor her sabah!

Hadi avut günü; bak yalanlar örtüsü pencerelere sır, kapılara örtü. Geçitsiz kılınıyor her şey hayatımızda. Hiç’leşen bir bakış dile pelesenk, yetmiyor ki bir başka söz akasyayı yeşertmeye. Böyle tufanı adlandırmanın bilicisi kesilmiş her yalan bakış.

Biliyorsun artık, günün apansız sevincine köstek bu yol divaneleri. Sözüm ona dil dil, el el pervane olmuşlar biliciler çarşısında. Ezberinde bütün sözleri Attar’ın.

Doğu’nun ışıltısı vuruyor yabanlıklara, kendi bilmezliklerine sır arıyorlar sözüm ona; yaban bir dilde okudukları kitapla.

Açıp okuyorsun “el-Mü’min”den bir satır: “Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”

Ol zaman indinde sözün hükmüyle yıkanan gözlere bakıyorum şimdi: Ben ve sen, yolcusuyuz bu zamanın. Ne kör ol derim sana, ne de sıradanlaşmana ağla. Avutma kendini böyle. Andolsun ki; gecenin tufeylisi bunlar; dön bak, yeğin tut inancını.

“Andolsun ki biz Musa’ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına, akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberi olarak da Kitab’ı miras bıraktık,” demiyor muydu gözleri soldurup nefesini tükettiğin Kitab? Oku ve anla; dilinde oku, her güne ne söylediğiyle öyle bak. Yangın yeri nerede onu gör.

Ben gözlerimi yoruyorum şu satırlarında söz ustasının:

“Işığın ortalığı kasıp kavurması niye durmuştu? Buevrensel ışıkta, bizzat ben kendim niye yanıp kavrulmadım? Bende bütün bunları önleyen, durduran nedir, kimdir? Hangi aksaklık, hangi yanlışlık önlemiştir bunu? Bu öyle bir şeydi ki, ışık seli, bulutlar kadar hafif, bütün bir evreni kaplayıp karartan bir sis tabakasına çarpıyordu sanki...” (*)

Ve bir hikâyeye ekliyorum ömrümün günlerini, hadi sen de oku bunu, nefeslenelim biraz; nasılsa zamanın sonsuz göğündeyiz şimdi hepimiz...

“Bir gece pervaneler, daracık bir yere toplanıp mum araştırmaya koyuldular.

Hepsi de dediler ki; birisi gerek ki istediğimizi arasın, bulsun. Bize birazcık olsun haber getirsin!

Bir pervane uçup gitti. Uzaktan bir köşk gördü; köşkün içinde de nur gibi bir mum vardı.

Dönüp defterini açtı; anladığı kadar mumu anlatmaya çalıştı.

O toplulukta ulu bir pervane vardı; kınayıp dedi ki: Bunun mumdan haberi bile yok!

Başka bir pervane, o muma atıldı, kendisini muma attı, uzaktan şöyle bir döndü dolaştı.

Kanatlarına çırparak dileğine kavuştu...Mumüst geldi, o alt oldu.;

Geri döndü; o da bir miktar sır söyledi, mumun vuslatından bahsetti.

Yine ulu pervane dile geldi: Azizim, bu da mumum nişanesi değil, sen de öbürüne benziyorsun: nerden nişane vereceksin ki?

Derken başka bir pervane kalktı, sarhoş sarhoş ayaklarını vurarak ateşe atıldı.

Canından el çekti; ateşe daldı, kendisini güzelce bir yok etti.

Ateş, pervaneyi tepeden tırnağa kadar sardı. Bütün azası ateşe kesildi, kıpkızıl oldu.

Diğerlerini kınayan pervane, uzaktan mumun, bu pervaneyi nurlandırıp kendi rengine boyadığını görünce,

Dedi ki: İşte ancak o pervane işe girişti. Kim ne bilir? Mumdan yalnız onun haberi var!

Herkesin içinde hakikatten haberdar olan, ancak her şeyden bihaber olmakla beraber eseri de kalmayan kişidir.

Candan da, cisimden de bihaber olmadıkça nasıl olur da canandan haberdar olursun?

Kim sana bir kıl ucu kadar nişane gösterirse canının bile kanını dökmeye yüzlerce ferman arzetmiş demektir.

Bir an bile bu makama mahrem olan yoktur; kimse bu makama giremez!” (**)

(*) Günlük, Eugéne Ionesco; Çev.: Halil Can, Cümle Yay., 2015, 214 s.
(**) Mantık Al-Tayr II, Feridüddin-i Attâr; Çev: Abdülbaki Gölpınarlı, 2001, MEB. Yay., 230 s.