Zeytin alanları ve meralar kurtuldu mu?
Son iki aydır, “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” kamuoyunda tartışma konusu olmuştur. Tasarıda yer alan zeytin, mera alanları ve kıyıların amaç dışı kullanımını kolaylaştıracak maddelere karşı başarılı bir kampanya yürütülmüş, tasarıdaki zeytinlik ve meralarla ilgili maddelerin metinden çıkarılması sağlanmıştır. Ulaşılan sonuç önemli olup bu gayretler her türlü takdirin üzerindedir. Ancak, bu maddelerle getirilecek düzenlemelerin tasarıdan çıkarılmasının sorunların kesin çözümü olmayacağını da bilmek gerekir. Çünkü sorun yasa sorunu değildir. Ayrıca konuların sadece yasal boyutunun öne çıkarılması sorunların yanlış tartışılmasına da yol açmaktadır. Zeytinlik örneğinden hareket edersek, düzenlemeyi savunanlarca, bırakın azalmayı son 10 yılda zeytin alanlarının ve zeytin ağacı sayısının arttığı konusunda rakamlar verilmektedir.
YETERİNCE YASA VAR
Oysa konu çok boyutludur. Bir zamanlar, yanlış politikalarla fındık ve çay alanlarının genişleyerek, alternatif kullanım alanı bulunan taban arazilere kaydığı tartışmaları unutulmamalıdır. Bu açıdan, bir yandan dekara ağaç sayısından hareket eden sakıncalı bir bakış açısı varken, diğer yandan mutlak zeytinlik olması gereken yerlerin yok edilerek, zeytinlik olmaması gereken alanlara doğru bir genişleme olup olmadığı sorunu göz ardı edilmektedir.
Kanımızca bu konuda yeterli yasal güvence vardır. Tarım arazilerinin, meraların korunması, kıyıların kamu kullanımına açık olması Anayasa’da yer almıştır. Anayasa’nın 45. maddesinde, “devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek için gereken tedbirleri alır” ifadesi yer almaktadır. 43. maddede ise, “kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” denilerek kıyıların korunması ve halka açık olmasının anayasal güvencesi verilmektedir. Bu temel yasa maddeleri ile yetinilmeyerek meralar, zeytinlikler, kıyılar ve tarım arazilerinin korunması ile ilgili özel yasalar ve bunlara bağlı yönetmelikler çıkarılmıştır. Yani söz konusu kaynakları koruyacak, toplum çıkarları doğrultusunda geliştirilmesi ve kullanılmasını sağlayacak yeterli, güçlü yasal dayanaklar bulunmaktadır. Ancak gerçekler arazilerin amaç dışı kullanımını ve kıyı yağmasının önlenemediğini göstermektedir. Sadece 1990 sonrası verilere bakıldığında bile durum tüm açıklığı ile ortadadır. 1990 yılında 27.86 milyon hektar olan tarım alanları 2016 yılında 23.76 milyon hektara düşmüştür. Buna göre işlenen tarım alanları son 26 yıl içinde 4.1 milyon hektar azalmıştır. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Tarım Reformu Genel Müdürlüğü verilerine göre, 1990-2015 yılları arasında yaklaşık 2.5 milyon hektar arazinin tarım dışı amaçlarla kullanımına izin verilmiş olup, bunun 200 bin hektardan fazlası sulanan alandır. Meralarda durum daha da vahimdir. 1927’de 46,3 milyon hektar olan çayır mera alanları 2010 yılında 14.6 milyon hektara kadar inmiş olup, 1999-2016 arasında tespit edilen mera alanı ise yaklaşık 11 milyon hektar kadardır. Görüldüğü gibi, bunca yasal korumaya karşın tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı hızla artmaktadır. Kıyıların ise ne kadar korunduğu ve halka açık olduğu kamuoyunca çok iyi gözlenmektedir.
TEMEL SORUN NEDİR?
Sorun yasa eksikliği olmayıp, siyasi geleneğimizde yer alan “her şeye karşın sanayileşme” anlayışı ve özellikle 1980 sonrası ülkede hakim kılınan özelleştirme, yabancı sermaye, liberalleşmeye dayalı vahşi kapitalizm uygulamalarıdır. İşin özü, bir zamanlar Cumhurbaşkanlığı da yapan bir siyasimizce ve günümüzde de yine siyasilerce dile getirilen “bir dekar sanayimi, yoksa bir dekar tarım alanı mı karlıdır?” sorusunu soran bakış açısında yatmaktadır. Bu anlayışla birlikte kamu yararını göz ardı eden vahşi kapitalizm sorunun temel kaynağıdır. Piyasa ekonomilerinde ekonomik (sosyal-toplum) çıkarlarla, finansal çıkarlar (kar ve mal hırsı) çatışma halindedir. Sosyal piyasa ekonomilerinde, bu çıkarların dengelenmesi amaçlanır. Bu dengeleme ne kadar güçlü ise, söz konusu ülke o ölçüde refah ülkesidir. Bunun aksi durumda finansal çıkarlar ekonomik çıkarların önüne geçmektedir. Finansal çıkarlar, kontrolsüz bir sel gibidir. Dizginlenmez ise, kanun-düzen tanımaz önüne gelen her engeli ezer geçer. Bunun bir iddia olmadığını yaşayarak görmekteyiz. Metropol kentlerde yaşayan ve buraları gözleyen her vatandaşımız açıkça görüyor ki, bu kentler son 20-30 yıl içinde farklı yönlerde en az 30-40 km genişlemiş ve sistem bir sel gibi, önüne geçen her türlü araziyi başta konut olmak üzere farklı yapılara dönüştürmüştür.
Dengeleme işlevi devlet politikaları yanında önemli ölçüde demokrasi bilinci ve bu kültüre dayalı güçlü örgütlenmelerle başarılabilir. Bu nedenle sorunlara çözüm üretmenin ilk adımı, demokratik örgütlenme bilincinin geliştirilmesi, mevcut meslek ve sivil toplum örgütlerinin kendilerini bu açıdan sorgulamaları ve geliştirmeleri yoluyla etkin bir siyasi-ekonomik baskı grubu olabilmelerine bağlıdır.