Birgül Ayman Güler

aymanguler@yandex.com

Son Yazıları

2019 yerel seçimi hakkında

Başka hiçbir yere benzemez Başkent Ankara için ortaya çıkan “İşin Özü Özhaseki Sözü” broşürü, bu seçimin iyi bir özeti. İktidar partisi AKP’nin adayı Özhaseki’nin sözünün özü, broşürdeki fotoğraflardan belli. Avusturalyalı öğrencilerin fotoğraflarını Ankara bebelerine verdiği vaatlerde kullanan, Türkiye’nin Ankara’daki mobilya dünyası Siteler’i yabancı bir ev eşyası satıcısı şirketin vitrin fotoğrafıyla anlatan kes-kopyala-yapıştır acayiplik.Örnek çok. Akılsız büyükşehir belediyesi yasası yürürlükte, ama partilerle adaylar ‘akıllı kentler’ yapma sözü veriyorlar. Meydansız kentlerimiz, dizkıran kaldırımlarımız, hür otoparka dönüşmüş sokaklarımız başka bir memleketin gerçeğiymiş gibi. Kaldırımı yoldan ayırmak için plastik babalar dikmeyi çözüm gören belediyecilerin akıllı kent tasarımı nasıl bir şey olur ki? Yıkılmış bedene kimsenin aldırdığı yok, içine akıl yerleştirmeye kalkışan ise çok.Henüz yaşayan çarşılara karşı AVM’ler ve AVM’lerin otobanımsı yolları her yeri kaplarken, partilerin ‘tarihi ve kültürel mirası’ korumaktan söz eden bildirgeleri de bir o kadar hayret verici. Henüz işlevi canlı olan özgün kurumlarımızı tarumar edenlerin, işlevsiz tarih-kültür mirasına karşı duyarlı olduklarına nasıl inanırız? Daha yaşadığı yeri tanımlayamayan, neyin korunup geliştirileceğine neyin değiştirileceğine karar vermemiş kadroların kamu gücü kullanmaları kadar ürkütücü bir şey yok. 2012 yılında kabul edilip 2014’te uygulamaya giren, ne toprağa ne nüfusa uygun büyükşehir modeli hem megapolis İstanbul’da, hem metropol sayılabilecek Ankara ve İzmir’de, hem de bildiğin geleneksel kentlerde uygulamada. Buralarda köyler artık mahalle, köylere merkez oluşturan beldeler tarih oldu. Belediye ‘şehir’ yönetir, ama bu belediyelerin çoğunda az şehir çok kırsal alan var. Belediyeci, yönettiği zemin gereğince tarımdan anlasa anlasa hobi bahçelerini anlar; gel gör ki büyük tarımsal alanlar şimdi onun yetki alanında. Bir yanda plaza projeleri, öbür yanda köyden mahallerde tavuğu koyunu sokaktan nasıl toplarız derdi... Modelin belediyecilik, şehircilik bakımından akıl-dışılığı ve dolayısıyla muazzam yüksek bedeli ortada. Buna karşın duyuyoruz ki, iktidar ve kent anayasacılığından dem vuran muhalefet çevrelerinde 81 ilin hepsini büyükşehir yapma havası var. Gerçeklere aldırmadan, akılsız büyükşehir belediyesi modelini yaymak için sürdürdükleri ısrar, her ortalama zekânın gördüğü gerçeği görmemelerinden değil. Meseleleri başka. Meseleleri belediyecilik değil, meseleleri Türkiye’nin idari yapısını ademi-merkeziyetçilik temelinde değiştirme hedefi. Nasıl derseniz, şöyle: Türkiye’nin tüm illerini büyükşehir belediyesi adı altında tek belediye haline getirmek planı, nüfus şartı üzerinde oynamakla başlıyor. Büyükşehirlik için şimdi bir ilin nüfusu 700 bin olmalı. Bunu 400 bin, yok 300 bin, hayır 250 bin yapalım diyenlere dikkat. Böyle böyle memleketin her ilini tek belediye yaptıktan sonraki adım, bir ipte iki cambaz oynamaz deyip “bir ilde hem vali hem belediye başkanı gereksiz” demekten ibaret. “Hangisini kaldıralım” derseniz yanıt belli değil mi? Elbette atanmışı! Hiç seçilmiş olanı kaldırmak olur mu? Bunun bir adım sonrası ise, belediyenin tüzelkişiliğini ilin kendisine giydirmektir; böylece avucunuza düşen şey ‘özerk il sistemi’ olur. Ötesi artık çorap söküğü.... İlkesiz partilerin kararlarına karşı başka partiye geçenler, ‘vallahi onunla ittifak yapmıyoruz’ deyip yapan partiler, akılsız yasalı yıkık kentleri akıllı kent yapma ya da Özhasekinin Sözü gibi kes-yapıştır vaatler, kısacası maddi kayıplarımız ve manevi çürüme... Bunların hepsi Türkiye’nin yönetim yapısını merkeziyetçilikten alıp eyaletçiliğe sürükleyen o sinsi sürecin parçaları diye görülmesi gereken göstergelerdir. Başka bir şey değil.

Yazının Devamı

Türkiye’nin geleceğine!

1990 ve 2000’li yıllarda "dünya değişiyor", "dünya küreselleşiyor", "kaçınılmaz şeyler oluyor" diye başlamayan yazı yok gibiydi. Dünyaya açıl! Özelleştir! Yerelleştir! Yabancılaştır! ... derken, dünya yaygınlaşan yoksulluktan, büyüyen eşitsizliklerden, bitmeyen savaşlardan, bunların dayatıp durdukları zihniyet devrimlerinden yorgun düştü. Küreselcilerin ilan ettiği şey gerçeğin değil, küresel tekellerin hülyasıydı. Oysa şimdi bambaşka insanlar, dünyanın halini ve yönünü yani gerçeği anlatıyorlar. Daha önce bu köşede Rusya’nın Kodları adlı kitabından söz ettiğim Volkan Özdemir onlardan biri. Son çalışmasında, Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye adlı kitabında, dünyada ortaya çıkan yeni hali inceliyor. Küreselleşmecilikle hesaplaşarak dünyanın yeni halini Çin’in gelişimi, Trump’lı Amerika, Brexit’li Avrupa Birliği ve Asya ile BRICS’in alternatif iktisadi düzeni temelinde resmediyor. Kitabın geri kalan yarısında, dünyanın yeni halinde Türkiye’nin yerini ve yönünü tartışıyor. Graham Fuller’in Yeni Türkiye kitabından yıkıcı Arap Baharı işgallerine uzanan gelişmelerin orta yerindeki Yeni-Osmanlıcılık projesini değerlendiriyor. Yeni-Osmanlıcılığa nazaran "şahsen kendimi daha yakın hissederim, ama ancak hatıramda azizdir" demekten geri durmadığı Yeni-Selçukluculuk projesine değiniyor. Geleceğin neden BRICS üyeliğinde ve Avrasya seçeneğinde olabileceğini tartışıyor. "Türkiye coğrafyası, siyasal ve sosyal gelişimi, kültürü, devletin kudsiyeti ve kamunun birey karşısındaki yeri ve halkının inançları ile öncelikli olarak bir Avrasya ülkesidir" diyor. "Biz kimiz" sorusuna verdiği bu yanıtı sevdim. Sonra "yakın çevresindeki ülkelerle işbirliği imkanı geliştirildikten sonra ülkenin ulus-devlet kimliğini en rahat yüceltebileceği alan Hazar Havzasındaki Türk Cumhuriyetlerinin de dahil olduğu Avrasya’dır" şeklinde olanakları, hedefleri, yol haritasını çizen bir siyaset yolu öneriyor. Avrasya seçeneğinde iki nokta önemli diyor: "Birincisi Türkiye egemenliğini Rusya veya Çin’e devretmek durumunda değildir... İkincisi, Türkiye Avrasya’ya yönelirken kardeş cumhuriyetlerle kuracağı ilişkiyi Rusya ve Çin’i rahatsız edecek şekilde değil, bu ülkelerin hassasiyetini gözetecek şekilde geliştirmelidir." Son günlerde koskoca Dışişleri Bakanlığımızın, Uygur sanatçılarından A. Hayit’in öldürüldüğüne ilişkin yalan haberlere dayanıp Çin’i hırslı küçük bir dernek ağzıyla paylayışına tanık olunca, bu uyarının ne kadar yerinde olduğu ortada. Kitabın son cümleleri de güzel: Hor kullananların elinde debelense de vatan, fedakar evlatlarının omuzlarında yükselir... Türkiye’nin geleceğine!... Özdemir’in kitabı ne yazdığını bilen, samimi bir yazarın akıcı kaleminden, yalnızca uzmanına değil, dünyanın ve memleketin güncel sorunlarına duyarlı okuyuculara yazılmış bir kitap. "Ama" mı demeliyim, yoksa "üstelik" mi; bu bilgi ve sorumlu yorumla donanmış kitap, kaynakçasız ve dipnotsuz. Bu yeni bir eğilim mi? Acaba akıcı, ‘okuması kolay’ kitapların ‘akademik’ olamayacağını söyleyen birileri mi var? Akademik ölçüler, kitap gibi düşünce taşıyıcı araçlar için önemlidir; bunlar doğru düşünmeyi kolaylaştırır ve kontrol etmeyi sağlar. Üniversitede geçerli koşullar olmasın, tamam. Ama bu donatıdan neden topyekun vazgeçilir? Acaba kitaplar süpermarket selelerinde de satılsın diye mi gelişti bu usul? Yayıncılara soracağım bunu. Gerçekten meraktayım.

Yazının Devamı

Bolton’lara karşı biz

1980’den beri neo-liberal siyasetin çökertip yok ettiklerini, hem zihniyet hem de kurumlar bakımından tutup ayağa kaldırma zamanı geldi.

Yazının Devamı

‘Kötü’lerle ‘İyi’ler

Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir. Bir zihniyet kodu.Sömürgecilerin dünya üzerinde estirdikleri fırtınaların çeşitli unsurları var. İşgal için kullandıkları asıl ya da vekil askerlerle silahlar... Eğlendirerek çürüten holiwudlar... Uygun buldukları kadim inançlardan ve dinlerden derlenmiş ahlaki ilkeler... Sözkonusu slogan, bu sonuncu grupta yer alan araçlardan biridir. Anlamı “Venezuela’da, Türkiye’de, Macaristan’da, Çin’de, Rusya’da, İran’da... kötü yönetimler var; ABD ve ortakları onları ‘iyi yönetim’e kavuşturma hak ve misyonuna [görevine] sahiptir” fikrinden ibarettir. Ülkesinde B.liar [yalancı] denen Tony Blair, Bir Yolculuk adlı kitabında yazıyor: Biz, uluslararası toplum, kendi ulusal çıkarları tehdit edildiğinde değil, asıl herhangi bir uzak ülkede yaşayan rejimin kötü doğası nedeniyle de küresel müdahale hakkına sahibiz. (s. 276)Haklarını kullandılar. Daha dün Irak’ı işgal ettiler, Arap Baharı işgaliyle kuzey Afrika ülkelerini perişan ettiler, ‘renkli devrim’ girişimleriyle gençleri paralı askere dönüştürdüler. Şimdi aynı şey Venezuela için yapılmak isteniyor. Maduro kötü yönettiğine göre.... Bu ‘fikir’deki arsızlığı başka bir yerde bulmak gerçekten güç. Mantığı basit: Eğer bazı ülkelerdeki yönetimler ‘iyi’ olabilseler, ‘iyiler’e böyle bir görev düşmezdi. Dolayısıyla ‘iyiler’in iyilik için harekatları ne kadar çok insana hem de canlar pahasına kanlı zararlar verirse versin, maliyet ne olursa olsun, bunun sorumlusu ‘iyiler’ olmayacaktır. ‘İyilik’, mutlak zaferi kendiliğinden hak etmiş bir şey. Bu misyon yerine getirilirken doğacak zararların sorumluluğu da ‘iyi olmayı başaramamış kötüler’dir.Geçmişi ve bugünü yargılayıp infaz sehpaları kurmakla yetinmeyen, gelecekte işleyeceği suçları da üstünden atan acayip bir arsızlık. Dikkat etmemiz gereken şey, insanlığın yıkımından başka bir hedefe yürümeyen bu kuvvetin sözlerini seçtiği yerdir. Birincisi, “doğru - yanlış”tan söz etmiyor; mantık alanının bu iki kategorisi tartışmaya açıktır, kanıt gerektirir. İkincisi “güzel - çirkin”den söz etmiyor; estetik alanının bu ikilisi de ‘bakanın gözündedir’, göreceliğiyle karakterizedir. Sömürgeci, üçüncü alanı seçiyor; ahlak alanının “iyi - kötü” kategorileriyle konuşuyor. İnsanın varoluşuyla ilgili alandan ses veriyor; konuya ‘inanç’lardan yani damardan giriyor. Zaten dünyaya nizam verme misyonunu da bu ahlaki kategoriyi kullandığı için üretebiliyor. Ahlaki duruşun tartışılmazlığını kalkan edinmiş, ‘misyon’unu ilahi bir esreklikten -’vizyon’dan [vahiyden] türetmiş yürüyor. Bunun karşısında ne mantık işe koşulabilir ne de estetik. Büyük cüretkarlık!Egemen sömürgeciler bunu hep yapıyorlar. İnsanlığın genel-ortak zihin kodlarını kendi çıkarlarına ve amaçlarına uygun içerikle doldurup kullanıyorlar. Bir terimi bir kez ellerine geçirip tanımladıklarında, devasa propaganda makineleriyle zihinleri yakıp geçiyorlar. “E n’apalım, temel ahlaki kategorilerden bile vaz mı geçeceğiz!’ diyenlerimiz ilk yalazla renk değiştirenlerimiz. Vazgeçmeyeceğiz, ilahi katlardan konuşurmuş gibi yapanların ipoteğine geçit vermeyeceğiz.

Yazının Devamı

Belarus’taki Cesaret Anıtı

Belarus’un Brest kentinde, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başında 1941 yılında, Nazi ordularının saldırısına karşı hüzün veren destansı bir direniş gösterdiği için anıtlaştırılmış eski bir kale var. Burada büyük bölümünün adı belirlenemeyen binin üzerinde askerin anısı yaşatılıyor. Üzerlerine durmaksızın yağmur gibi yağan kuşatma kurşunlarının yanısıra, hemen yanı başlarında akan suya erişemedikleri için susuzluktan kırılan askerlerin öyküsü, birine Cesaret öbürüne Susuzluk adı verilen iki etkileyici heykelde canlandırılmış bulunuyor.★Cesaret adlı heykel, dev bir yapım. 2014 yılında CNN adlı televizyonun saldırısına uğramıştı. Bu TV, heykeli ‘dünyanın en kötü heykeli olarak ortadan kaldırılması gereken şey’ diye karalamaya ve yıkılmasını sağlamaya kalkışmıştı. Hemen ardından, yalnızca Belarus’tan değil, dünyanın pekçok yerinden aldığı tepkilerle özür dileyip geri çekildi. Cesaret Heykeli, 2019 yılının Ocak ayında, Türkiye’deki sözde internet gazetelerinden birinde “Erkeklik Krizi” başlıklı bir yazının görseli olarak kullanıldı. Yazı ‘erkeklik krizi’ ile ulus-devletlerin krizini özdeşleştiriyordu. Site editörü de seçtiği fotoğrafla bunları anti-faşist direnişle özdeş hale getirdi. Cari günde CNN ile, tarihten ise Nazi saldırganlığıyla kol kola girişin örneğini sergilediler. ★Bu kafalar, SSCB’nin Gorbaçov’uyla birlikte yetişmeye başlamış görünüyor. Gorbaçov’un perestroyka’sı küreselci piyasanın, glasnost’u ise Soroscu ‘açık toplum’un kurucuları oldu. Kendilerine daha 1980’li yıllarda ‘solcu-ilerici’ demişlerdi; karşı çıkanlara da ‘sağcı -tutucu, muhafazakar, gerici’. Sonra küreselcilerin ve açık toplumcuların yanında yerlerini aldılar. Renkli devrimlerle, Arap Baharlarıyla, ‘nükleer silahı var’ yalanlarına dayalı tanklı toplu işgallerle modern-ötesi dünyanın üyeleri oldular. Bütün bu olanları, küresel sömürgeciliğin acımasız saldırılarını, emperyalizmin değil de ulus-devletin krizi diye yaftaladılar. Böylece küreselci sömürgeciliğin bayraktarları haline geldiler. ★Günümüzde bu saldırgan hatta değişen hiçbir şey yok. Bayraktarlar, şimdi de Venezuella’ya yönelmiş emperyalist şiddeti kutsamakta birbirleriyle yarış içindeler. Tuhaflık şurada ki, Trump’ta gördükleri ‘erkeklik krizi’ni, Trump’ın Venezuella’ya saldırma kararı karşısında unutuverme gibi bir erdemleri var. Amerikan meclisinin Venezuella başkanı Maduro’yu reddedip muhalefetteki kendi adamlarından birini başkan saymasını ‘diktatörlüğe karşı demokrasi baskısı’ diye selamlayabiliyorlar. İngiltere’nin Venezuella altınlarına el koymasını uygun görüp, yıllardır devam eden ABD yaptırımlarından hiç ama hiç söz etmeden emperyalist saldırganlık aklamasına girişebiliyorlar. ★İşbirlikçilerin savunmaları, Şener Şen’in banker konulu bir filmindeki repliği hatırlatıyor: -ABD saldırıyor saldırmasına da, sor bir bakalım neden saldırıyor?-”Oradaki yönetim kötü de ondan saldırıyor; iyi yönetim olsa neden saldırsın!”Derim ki bu repliği es geçmeyelim. Kötü yönetime karşı iyi yönetim sloganı, sömürgeciliğin, 19. yüzyılda Hristiyan inancından transfer ettiği bir koddur. Günümüzde emperyalizmin dünya ülkelerine uygulamaya giriştiği her türlü yaptırımın, açık askeri işgallerin “ahlaki” gerekçesidir. Bu bir zihniyet kodudur. İkinci Dünya Savaşındaki büyük savunmanın Cesaret Anıtı’nı ‘erkeklik’ sanan tarih yoksunu zihinler, bu kodla biçimlendirilmektedirler.

Yazının Devamı

Büyük muhalefetin durumu üstüne

PARLAMENTODA yer alan partilerin çevresindeki çok az kişi doğru ‘etiket’ ile geziyor. CHP’liyim diyen biri gerçekte HDP’li, şu ya da bu cemaat üyesi, eski ANAP-DYP’li, hatta gençliğinde ihvanı müslim tedrisatlı olabilir. İYİP’liyim diyen biri için bu zincirden HDP’yi çıkarıp MHP’yi koyun aynı özellikleri taşıyabilir. Ama İYİP, CHP ile ittifakta olduğuna göre, HDP’yi İYİP’ten fazla da çıkarmamak gerekir. Davutoğlu - Gül ve ortakları yönetimdeyken AKP de böyleydi; şimdi içindeki renkler biraz sadeleşti. Daha düşük derecede aynı özellikler MHP için de geçerli. İçinde farklı siyasal renklere yer vermeyen tek-biçimci tek parti HDP. PKK/YPG geri planıyla etnik bölücülük odaklı işler görmeye çalışıyor. Saadet Partisi’nin ise bir aracı kurum, Gül’ün resmi taşıyıcısı olduğunu geçen seçimlerde öğrenmiştik.

Muhalefet cephesinin CHP-İYİP-HDP-SP adlı dört ortağı, tek bir hedefe kilitlenmiş bulunuyorlar: “AKP düşsün!”.Bunların içinde en hiddetlilerin “Tayyip”, “hırsız”, “diktatör”, “firavun” sıfatları temelinde bağrışan FETÖ merkezli gruplar oldukları görülüyor. AKP’nin eski destekçisi yetmez-ama-evet liberalleri de HDP çevresi de bu hiddetten memnun. Seçmenin yüzde 35 gibi büyük bir bölümüne sahip CHP ile İYİP, önceden cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptıkları gibi, şimdi yerel seçimde birkaç belediye almak hesabıyla bu kesimlerin öfkelerinden ve ellerindeki olanaklardan medet umuyorlar.

Yazının Devamı

Küresel şirketlerle mutabakat mı!

Küreselleşme ideolojisi, iddia ve umutlarının bittiğini 2008’de ilan etmişti. Küreselleşmenin bayraktarı olsun diye kurdukları Dünya Ticaret Örgütü, o yıl askıya alınmıştı. Üzerinden on yıl geçti. DTÖ askıdan indirilemediği gibi, orada kurumaya terk edildi. Dünya tekellerinin “gelecek, geliyor, geldi, mecbursun boyun eğeceksin” diye salladıkları kılıç kırıldı.

★Askı ilamı üzerinden on yıl geçti. Bu süre içinde “peki şimdi nereye?” sorusu üzerinde etraflıca durulamadı. Neden öyle oldu?

Yazının Devamı

Yeni bir çağın habercileri

En yakın çevremizdekilerin bize uzak görünmeleri, hatta bazılarımızın sınırdaş ülkeler için ‘egzotik yer!’ gibi süper-Avrupalı sıfatlar kullanmaları en tuhaf durumlardan biri. Bunun iki nedeni var denebilir. Birincisi, yollar çok uzun süre kapalı kaldı.Günümüzde bu durum kısmen de olsa değişti. En geniş seçenek havayolu kuşkusuz, ama adı üstünde, bu yol bir noktadan kalkıp bir başka noktaya havadan konmaktan ibaret. Yerin üstünden havayı çizgi boyu soluma olanağı vermiyor. Trenle gitmek isterseniz yalnızca iki hat var: batıya doğru Sofya - Bükreş’e, doğuya doğru Tebriz’e. Otobüsle gitmek isterseniz Balkanlara ve Avrupa’ya ulaşmak mümkün; doğuda Bakü’ye de uzanabilirsiniz. Toprak ya da deniz üstünden taşımalar olmasa da, artık kendi arabasına atlayıp örneğin yolu Moskova’dan İzmir’e kat ederek gelip gidenler var. Yollardaki kesintiler ve tıkanıklıklar açıldıkça, burnumuzun dibindeki ülkelere ilişkin cehalet, temelsiz hisler, önyargılar, hayranlıklar ve korkular buharlaşıyor. Bunların yerini görüp bilmenin verdiği gerçeğe uygun duygu ve düşünceler alıyor. İkincisi, en yakın çevremizi Fransızca/İngilizce’den çevirilerle öğrendik. Batı entelektüelleriyle yönetimleri, doğu dedikleri bizim buraları ve ardımızdakileri ‘kaba barbar’ diye kodlamışlardı. Aralarından buralara gelip de tanıyanlar genel olarak hayranlık duyduklarında, tanık oldukları farklılıkları, aslında yabancılığı daha da artırmaktan başka işe yaramayan ‘egzotik’lik diye tanımlamışlardı. Yani ıraksı, yabancıl, tuhaf, başka bir iklimin otu... kendi kendimize ve bize en çok benzeyenlere ‘egzotik’ sıfatı yapıştırmamız, yaptığımız en acayip işlerden biri oldu. Şimdilerde, aynı ulaşım ağlarında olduğu gibi, bu durum da değişiyor. Hâlâ ağırlıklı olarak İngilizce’den çeviri fikirlerin aracılığıyla öğreniyoruz; ama en yakınımızdakileri doğrudan kendimiz öğrenmeye başladık. Bu, tarihsel önemde, büyük bir kırılmadır. Evin ikinci çocuğu minik köpeği ‘Köpük’ü yanına alıp Moskova’dan arabasına atlayan ve on gün için İzmir’e düşen adam, böyle yolcularla yolculuklar, batı-merkezli düşünce dünyamızın üzerindeki ipotekleri hızla yüke dönüştürüyor. Bize de, şimdiye kadar baktığı yerde barbarlık ya da gördüğü yerde egzotizm bulan, çıkarına ölümüne bağlı ve benliğine budalaca hayran batılı süzgeçten öğrendiklerimizi sıkı bir eleştiriden geçirmek gibi şenlikli bir görev düşüyor.Az iş değil.Batı-merkezli yazılı kaynaklarımız içinde çok bilgi var. Değerli bilgiler var. Bunları bir yana atmak akıllıca değil. Ama bu bilgilerin hem seçiminde hem işlenişinde hem de çıkarılan sonuçlarda gömülü ‘zihniyet’ büyük bir sorun oluşturuyor. Örneğin Rusya’nın ulusal varoluş kodlarını, Belge Yayınevi eliyle, Rusya’dan göçme sonradan Fransız vatandaşı Alexander Koyre’den öğrenmeye mahkum edilmiş gölgeli fikir dünyamızdan ders alarak, kuşkucu okuma şart. Nasıl şart olmasın? Söz konusu yazar bu kitapta “Ruslar tarih felsefesinin temelini nasıl attılar?” gibi büyük bir soruyu araştırıyor. Ve yazısını şöyle bir duyguyla başlatıyor: “Alman felsefesiyle tanışmak, bu düşünce girmemiş zihinlerde nasıl bir etki yapmıştı?” Thomas Kuhn’un paradigma teorisine ortak koşulan ‘yüksek bilimci’den Rusya/doğu söz konusu olunca öyle bir söz ki! İçbakışı öyle aşağılayıcı ki, bu söz kavgada söylenmez! Ama zihin temizliğini başarmak çok zor da değil. Çünkü zamanı geldi. Artık Avrasya bölgesinde yaşam kuran yeni bir kuşak ve batı-aracısı olmayan genç entelektüellerimiz var.

Yazının Devamı

Bu lambalarda mum yok

Şimdi yerel yönetim seçimlerine giderken, bir kez daha etrafa ağızlardan karmakarışık sözler dökülüyor. ❈Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinde, CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’na atfen kara manşete çekilen “Ankara Yönetemez” lafı hepimizi irkiltti. Sözün İstanbul’dan, durmadan üç imparatorluğun başkenti olduğu söylenen bir yerden üfürülmesi, tarihi az da bilsek çok da bilsek hepimize ‘ne demekmiş o?’ dedirtmeye yetti. Bazılarımız, tarihin yanı sıra Boğazlar sahibi bir yerin Ankara’dan yönetilememesi ne demekmiş! diye sordu. Birkaç gamsız ‘konu bunlar değil, söz bizim işlerimize RTE karışamaz demekten ibaret’ diye çeviri yapsa da, adayın “RTE”ye ziyareti karşısında gözlerini yere indirdi.Parlayıp sönen bu tartışmanın ağzını bağlayacak söz, yüzyıldan daha fazla bir zaman önce, Rusya ‘da Gogol’ün Petersburg - Moskova üzerine yaptığı değerlendirmeden ibaret. Gogol “Rusya’nın Moskova’ya ihtiyacı var, Petersburg’un ise Rusya’ya” demişti. Hem de ülkenin başkenti Moskova değil, Petersburg iken... Bizim başkentimiz Ankara. Hem de kendisi işgalcilere teslim olmuş ve tüm ülkeyi teslim etmek için çalışan eski başkentle mücadele ederek ülkenin tümünü var etmiş olan Ankara. İşte o zamanlardan bu yana, keyfe keder değil tarihin emriyle, hiç kuşku yok ki büyük gerçek belli: Türkiye’nin Ankara’ya ihtiyacı var, İstanbul’un ise Türkiye’ye. ❈Ortalıkta gezinen bir laf daha var... Farklı partilerden meşru ya da gayrımeşru temsilciler, kent anayasası yapmaktan söz ediyorlar. Kimileri neo-liberallerin bir zamanlar okullarda okul - veli - öğrenci arasında imzalanması için seferberlik düzenledikleri komik “sözleşmeler”i hatırlatan sözde irade beyanlarına, kimileri yerleşmelerin nazım planlarına ‘anayasa’ etiketi yapıştırmaya kalkışıyorlar. Bunu neden yapıyorsun diye sorduğunuzda ‘ama bu evrensel bir şey!’ diyenler de var. Nerede o evrensel diye sorduğunuzda, sorgusu suali gerekmeyen ilahi bir kabul gibi sahiplendiği şeyin gerçekte kulaktan dolma bir laf olduğunu görüyorsunuz. Kendisi de zihnini arıyor tarıyor, sonunda bunu nereden bildiğini bilmediğini fark ediyor. Avrupa’nın ortaçağında, belki ençok da Doğu Avrupa kentlerinde, hatta belki de nokta olarak Magdeburg kentinde, kentlerin zengin etnik/dinsel azınlıklarının kent ticaret ve yönetimini kendi tekellerinde tutabilmek için, yörenin egemen prensliklerinden kopardıkları ‘ayrıcalık beratları’ hatırasından başka anlamı olmayan, üzerinden geçen bin yıllık merkezileşme süreçleriyle ezilip gitmiş ortaçağ kentleri, ‘kent anayasacısı’nın evrenseli olmuş. Gerçekte kulağındaki şey, küreselciliğin Avrupa’daki ortaçağ kentlerinden dermeye gayret ettiği ve ‘evrensel’lik diye satmaya kalkıştığı ayrıcalık beratlarından başka bir şey değil. ❈Yine Gogol’den bir söz ile son verelim. Hemen aşağıdaki sözü ona, kendine rehber edindiği bir peder 1851’de söylemiş. Bu eleştiri Gogol’e öyle ağır gelmiş, üzerinde öyle yıkıcı etkiler yaratmış ki, kendini aç bırakarak ölmeye yatmış. 1852’de bitmemiş romanını da yakıp 43 yaşında yaşama veda etmiş. “Eğer bir lamba parlayacaksa, camın tertemiz yıkanması yeterli değildir: İçinde mum da yanmalıdır.” İlgililerin üzerinde Gogol’de olduğu gibi yıkıcı bir etki yaratacağını hiç sanmıyorum. Ama mim koymalıyız ve çaresini aramalıyız ki gerçek şu: Şimdi yürüdüğümüz yerel seçimlerde camı parlatılmış lambaların özelliği, içlerinde mum olmaması. *** Gogol alıntıları Orlanda Figes Nataşa’nın Dansı, YKY, 2002, s. 163 ve 297 adlı kitaptandır.

Yazının Devamı

Avrasya’da 'Büyük Oyun'

Büyük Oyun, Avrasya’nın 19. Yüzyıl olaylarına verilen ad.

1830’lara doğru zamanın İngiliz istihbaratçılarından Yüzbaşı Conolly, oralarda neler yaptığını bir arkadaşına yazdığı mektupta anlatırken olup biteni böyle [Great Game] nitelendirmiş. Ama sözün popülerleşmesi çok daha sonra, 1907’de Kipling’e Nobel ödülü getiren ve Hollywood’da değişik yıllarda filme çekilen “Kim” adlı romanıyla (1901) olmuş.

Yazının Devamı

Nazarbayev’den Avrasya’ya

2018’in sonunda Nursultan Nazarbayev’in iki saatlik bir televizyon programının bir dakikalık Türkçe altyazılı bölümü ilginçti.

Kazakistan Devlet Başkanı orada şöyle diyor: Bizim balalarımız “siz nerden çıktınız” diye sorulduğunda doğru dürüst cevap veremiyorlar. Gençlerimiz tarihimizi bilmeliler. Nesinden utanacak mışız? Sakalardan, Hunlardan, Ulu Türk tarihinden başlamak gerek. Biz onlardan geliyoruz. Bu Büyük Bozkır’dan kimler geçmedi? Cengiz Han’ın askeri de geçti. O askerlerin yalnızca yüzde 10’u Moğol’du, çoğu Kıpçaklardı, yani Kazaklardı. Başta bizim buradaki Kazak boyları. Bizim tarihimiz derin. Biz daha bugün gökten düşmüş değiliz. Biz büyük boyların, halkların, büyük imparatorlukların nesliyiz. Gençlerimiz bilsin diye yazdım bu makaleyi.

Yazının Devamı

Nere nereden yönetilir?

Küreselleşme çökünce, küreselcilerin zihin haritaları da çöktü. 1980’li yıllardan başlayarak kibirle ilan ettikleri ‘küresel düşün yerel davran’ ideali, çeyrek yüzyılın sonunda dağıldı, tuzla buz oldu. ★Kent hakları, başka bir deyişle yerel haklar üzerine döşendikleri manifestolarda ‘yarışan kentler’ rüyası kuruyorlardı. ‘Kent ve kasabalar devletini aşıp küresele bağlansın’ diyorlardı. ‘Dünya kentleri (Londra, New York, İstanbul, Rio gibi) devletlerini aştılar, devletler artık bu kentleri yönetemezler, bunlar kendi networklerini kursunlar’ diye buyuruyorlardı. Ulusların anayasaları artık yetmezdi, kent ve kasabalar kendi anayasalarını yazmaya koyulsunlar ve küresel’e bağlansınlardı. 1992’de Avrupa Konseyi bu yolda Kentsel Şart ilan etmişti. Bu şartı üye devletlerin değil, devletlerdeki kent ve kasabaların imzasına açmıştı. On yıl sonra, Şart’ın tutmadığı görülmüş olsa gerek ki, üzerinde tartışmaya başlayanlar kendileri oldu. Onbeş yılın sonunda da ‘işler çok değişti’ gerekçesiyle ikinci bir manifesto yazıldı. 2008 tarihli Kentsel Şart-2, Yeni Bir Kentlilik İçin Manifesto ortaya çıktı. ★1992 tarihli ilk şart ‘Avrupa’nın değerleri’ diyordu; 2008 tarihli ikincisinde ise ‘değerler tamam da bir de gerçekler var’ diyen bir ruh öne çıkmıştı. Avrupalılığın kendi yıkımını seyreden bir ruh desek de olur. Küreselleştirme kurumlarının kartondan evler gibi yıkılmaya başladığı 2008 yılında ‘küreselleşmeye inancımız tamdır’ diyen bu metin, Katolik Kilisesinden devşirilmiş “subsidiarite” denen yerelcilik ilkesine halâ bağlı olduğunu söylüyordu. Yerleşmelerde bizim için ‘iyi kentsel yönetim ilkeleri’ (yerli-yabancı ayırımı olmadan özel sektör üzerinde yükselen diye okuyunuz) yine geçerlidir, diyordu. Yönetişimci zihniyetleri esastı. vb... Esaslardan vazgeçmedik diyordu demesine de, küreselci ideolojiyle her yerden kovdukları devlet, Kentsel Şart-2’nin 40. Paragraf’ında kendini kabul ettirmişti. Buraya bazı konular sadece yerel yönetim kapsamına girmez, bunlardaki yerel politika konularının bölgesel, ulusal ve Avrupa düzeyinde ortaklaşa düzenlenmesi gerekir diye yazdılar. 42. Paragraf daha da ilginçtir. Burada “kentlerin ve kasabaların artan bağımsızlığı, yerel bölgeler arasında acımasız ve denetimden tümü ile uzak bir rekabete yol açmamalıdır” uyarısı var. Yani daha dün devletsiz ol, küresel düşün, yerel davran emri verdiklerinde ‘aman ne diyorsunuz, bu emir bir tür yeni-feodalizme yol açacak’ diyen ‘dinazorlar’ın haklı olduğunu kabul ettiler. Aynı paragrafta “.... devlet denetiminin zayıflaması ve bunun sonucunda kent ve kasabaların daha da güçlenmesi, yerel alanlar arasında çok ihtiyaç duyulan dayanışmanın aleyhine işlememesi gerekir” diye dahi yazdılar. ★Kısacası, 1992’den 2008’e, Avrupalı küreselci yerelcilik (subsidiaritecilik), devletin geri çağırılmasıyla etkisizleşmiş. Dahası, ‘kentler yayılmamalı, yoğun kentler yaklaşımı benimsenmeli’ diyen Kentsel Şart-2, çevre duyarlığı kasmayı da ihmal etmeden, kentsel inşaatta “tower’cılık - avm’cilik” bayraktarlığını eline almış. İnşaat sektörü ile belediyenin değil, ancak devletin elele vermesiyle becerilecek işlerden biri... Kentsel ‘ekonomi’, kentsel - yerel ‘toplum’un önüne geçmiş, Avrupalı kentlerimiz ve kasabalarımız şiiri yerini kulelerden evler ve işyerleri fütürolojisine çoktan bırakmış. ★Bu gelişmeler ortada durup dururken, şimdi, 2019 yılının arefesinde, İstanbul’da CHP il başkanlığını işgal eden küreselcilerin ‘sivil toplum örgütleriyle beraber’ İstanbul Anayasası yazdıklarını görünce... Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinin, büyükşehir belediye başkanı adaylarının sözlerinden “Ankara Yönetemez” kısmını görmeyen göz de görsün babından kara manşete çektiklerini görünce... Birileri bunlara kent anayasaları devrinin kapandığını, fikrin sahiplerinin iflaslarını ilan ettiklerini, bir mesaj iletmek istedikleri yerler varsa o dükkânların kapandığını söylese de, düştükleri komik hali sürdürmeseler. ★Ve sizlere nice nice yıllar dilerim.

Yazının Devamı

Batıcılık ve fanatizm

Batıcılık, genel olarak kimse kendine “batıcıyım” demeden güdülen bir bağlılık. En yaygın olarak “çağdaşlık” ve “uygarlık” ya da Atatürk’e atfen “çağdaş uygarlık” sözünün ardına saklanılarak güdülüyor. Yaygınlıkları bundan az mıdır fazla mıdır ölçmek zor elbette, ama saklama kaplarından diğerleri “demokrasi”, “evrensel hukuk”, “laiklik”, “temel hak ve hürriyetler” dizisi.

Örtüler, sorunların tartışılmasına ciddi biçimde engel oluyor. Ancak şurası açık ki, hangi örtünün altına gizlenmiş olursa olsun, batıcılık iki kabul temelinde yürüyor. Birincisi, Türkiye’nin dış siyaset stratejisinde NATO ile AB yandaşlığı; bunun dışında olan Avrasya birlikteliği ile Asya’nın ŞİÖ gibi yapılarını reddetmek. İkincisi, batı kaynaklı baskın ideolojiler ne olursa olsun bunların sorgusuz sualsiz baştacı edilmesi.

Yazının Devamı

Batıcılık artık fanatiklik

Dünyada uluslararası sistemin yeniden yapılandığı gün gibi açık. Yüzyıllardır süren dünya dengesinde köklü bir değişim süreci yaşanıyor. Bizde ise olup biten hiçbirşey yokmuş gibi, soldan-sağdan siyasetçiler “yönümüz Batı” diyor, “değerlerimiz batı aydınlanması”... Oysa 18. yüzyılda, Batı Avrupa ülkelerinde kurulan Batı - Doğu karşıtlığı, günümüzde yerini Atlantik - Avrasya meydan okumalarına bıraktı. Biri yöne öbürü coğrafyaya göre adlandırmadan ibaret, ikisi aynı şey demek büyük körlük olur. Batı - Doğu, eşit olmayan tarihsel güçlerin karşılaşmasıydı. Atlantik - Avrasya ikilemesi ise mevcut egemen güce karşı meydan okumanın adı. ★Batı - Doğu karşıtlığı, Batı’da insan - akıl - evrensellik diye yola çıkan aydınlanma düşüncesinin, kilise misyonerliğiyle kolkola, sömürgecilik kervanına adeta kılavuz olmasıyla yükseldi. Batının insanlarıyla doğulular, aşılmaz bir hiyerarşinin basamaklarına yerleştirildi. Asrileştirme adına işgaller ‘ilerleme’ sayıldı. Üç yüzyıl önce bizim buraları ‘asrileştirmek’ için yola çıkanlar, günümüzde işlerine demokratikleştirmek için diyerek devam ediyorlar. Mantıkta değişen hiçbirşey yok; onlara göre dünün barbarları, bugünün dışarıdan iteklenmeye muhtaç olan azgelişmişleri.Bu olup bitenler tarihteydi. Biz kendi ömrümüzde başka birşeye tanık olduk. Batı dünyası, ulusötesi tekelci şirketlerin ulaştığı devasa boyutlardan güç alıp, yarattığı hiyerarşiyi doğrudan tek elden kendi yönetiminde toplamak için küreselleştirme siyasetine atıldı. Ulusal devletleri ve onların temel dayanağı olan kamu ekonomisini ortadan kaldırıp etnisite ve mezhep temelli toplumlar inşasına girişti. Bunun için hem aydınlanmanın hem dinlerin evrenselciliğini işe koştu. Ulusların karşısına kavmiyetçilikle ümmetçiliği aynı anda koydu; meşrebine göre, hangisini istersen, seç beğen al! Bütün bunlar uğruna kendi ‘modernizm’ felsefesini, ‘post-modernizm’ deyip kendisi yedi.★Batı, küreselleştirme adına Batıcılık felsefesinden vazgeçti. Bizim soldan - sağdan yönümüz batı diyen cenah bunu bile fark etmedi. Küreselleştirmenin neresinin aydınlanma, neresinin din/mezhep menşeli olduğunu ayırt edebilecek babayiğidin kalmadığı bu devirde üzüntü verici durumlara düştüler. Dümdüz NATO - AB fanatikleri olup çıktılar.★Felsefesiz-tarihsiz “yönümüz batı” zihniyeti, bugünlerde kendisini NATO-AB fanatikliğine denk biçimde savunuyor. En çok duyduğumuz savunmalardan biri “doğuda despotizm var, istemem, sen nasıl isteyebilirsin!” sözü... Kendini tarihin unsuru değil adeta müşterisi olarak gören bu mantığa hayran olmamak elde değil. Öyle ki, dünyada birileri Batı’da başka birileri Doğu’da birşeyler kurmuş, biz hangisini istersek onu satın alacak gibiyiz. Meğer mesele olmak/yapmak değil, seçmekten ibaretmiş!İkincisi de kendi içini ferahlattığı anlaşılan “doğuda Türk - Rus - Fars - Çin dediğin, herkesten önce birbirlerine düşman, bunlar zaten birlikte olamazlar” inancı. Diyelim öyle olsun. Peki ama tarihteki kavgalar bu kadar önemliyse, AB üyeliği için bu kadar kapı tırmalayan kişi için Avrupa - Türk tarihindeki düşmanlıkları ne yapacağız? Hun akınlarından bu yana tarihte yerini almış “Avrupa’daki Türk imajı” üzerine tonlarca sayfa hikâye var. Hem öyle böyle değil, aşağılamanın küfürün bini bir para... “Onları boşver, eskide kaldı!”★Günümüzdeki batıcının “Batı değerlere dayalı bir uygarlık tasarımı sunuyor, doğunun sunduğu ne var?” şeklindeki sorusu, edası yüksek ama içi bir o kadar boş sonuncu soru. Buna verilebilecek en iyi karşılık herhalde şu olur: Şimdi, günümüzde, geleceğe dönük olarak, Batı insanlığa bir uygarlık tasarımı sunuyor! Gerçekten mi? Felsefesiz-tarihsiz Batıcılık, günümüzde artık fanatiklikten ibaret.

Yazının Devamı

Bağımlılık nasıl ölçülür?

Batı’nın ‘uygarlık liderliği’ sona erdi. Son atak küreselcilik siyaseti idi, işe yaramadı. Asya’da Çin, Hindistan başta olmak üzere çeşitli ülkeler, Avrasya’da Rusya, İran, Türkiye ve diğerleri, Latin Amerika’da Venezuela ile Brezilya gibi ülkeler kendi çizgilerinde güç merkezleri olarak öne çıktılar. Bunların başat olduğu uluslararası dünya geleceğin dengesini arıyor. Arayış dönemi kritik öneme sahip, çünkü gelecekte sahip olunacak ağırlıklar bu dönemde belirlenecek. Sınır çekilmemiş ve sansürlenmemiş varsayım, çözümleme, seçenek yarıştırma, derinlemesine tartışma gerektiren bir dönem.Bizim bu dönemin gereklerini yerine getirdiğimizi söylemek güç. Her türlü yaratıcı girişim, adeta daha doğmadan boğuluyor. Elindeki iple ortada gezen bekçinin Batıcılık olduğu ise aşikar. Batıcılık, Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığı durumunun ötesinde, bu durumun sürdürülmesine sadakatle bağlılık anlamına geliyor. Günümüzde Avrupa’nın batısından Atlantik’in öte yakası Amerikan dünyasına taşınmış olan “değerler iktidarı”na sadakatle bağlılık... Kendimizi aldatmadan gerçek durumu görmekte yarar var. Batıcılıkta Batı’ya sadakat, ‘normal’leştirilmiş olduğu için göründüğünden daha güçlü. Adlarının sonuna ‘Türk’ eklenmiş Amerikan-İngiliz televizyonlarının Türkiye şubelerini örnek vermek yeter. Evlerde 24 saat bangır bangır yayın yapan bu “şube”leri sorgulayanımız yok; aksine bunları ‘saygın kanallar’ sayanımız çok. Bu ‘saygın kanallar’da keskin anti-emperyalist konuşmalar yaptıkları için takdir ettiğimiz konuşmacılarımız bile var. Batı’ya şubeleşme o kadar normal! ‘Normal’ olanı ölçmeye kim gerek duyar ki? Batıcılar ve onların son kuşağı küreselleştirmeciler bizi “dünya” ile entegre etmek için coşkuyla çalışmışlardı. NATO’ya CENTO’ya bağlılık bildirilerinden başlayarak sonunda kapalı toplum olmaktan çıkıp “açık toplum” olmaya yelken açmıştık. IMF/Dünya Bankasına Türkiye’de şubeler açtık. Özelleştirdik. Devleti küçülttük. Kalanları küresel denetleme kuruluşlarının denetimine verdik. Sözde küresel -gerçekte tekellere ait- hukuku ulusal hukuktan üstün tutan anayasa değişiklikleri yaptık. Daha da kapsamlı devlet reformlarımız için AB, OECD ve dahi özel şirketlerden mühendislik hizmetleri aldık. Bu işleri yapanların hiçbiri kendilerine ‘Batıcı’ demiyorlardı: kimi sosyal demokrattı kimi muhafazakar liberal, kimi İslami siyasetçiydi, kimi milliyetçi. Bütün bunlara ‘normal’ ve ‘iyi işler’ diyen sadık Batıcıların da kendilerini “sadıklar” diye adlandırdıklarını hiç duymadık. Düşünce yelpazesinde onların da binbir türlü demokrat, özgürlükçü, yenilikçi, yüzleşmeci, tartışmacı, akil, yeşil, çevreci, inanlı ve imanlı tarikat isimleri vardı. Hâlâ da binbir çeşitler... Mevcut bağımlılık halimiz “iktisadi bağımlılık ekseni”ni çoktan aşmış bulunuyor. Sorun artık nesnel bir gereklilik olmadığı halde varlıklarını sürdüren “sadık bağımlılar” sorunu. Eğer, aklımız Batıcılık halinin normalize ettiği durumların anormalliğini seçer hale gelirse ve gözlerimiz ‘sadıklar ordusu’nun farklı taburlarını seçip tanımayı başarabilirse, Türkiye’nin Batı-bağımlı halini işte o zaman ölçebiliriz. Bu halin ölçüsünü almadan, dünyanın yöneldiği gelecek üzerine kapsamlı bir tartışma başlatmak oldukça zor görünüyor. En başta “bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk’ü kendilerine perde kılıp sadıklar ordusunda yürüyenleri, cihad çığlıkları ya da Türklük nutukları atıp hendek demokratlığı yapan özgürlükçü sadık ordu taburlarını ölçüye almadan oldukça zor. Ölçmek önemli. Ölçersek bağımlılık sorununu tanımlamışız ve çözer hale gelmişiz demektir.

Yazının Devamı

TÜSİAD’ın saati durmuş

TÜSİAD Ankara’da toplantı yaptı. Derneğin başkanı Erol Bilecik, yumuşak ses tonuna ve yüzünden düşmeyen gülümsemesine tümüyle zıtlık içinde, kaskatı bir konuşma yaptı. Dünya analizi angaje olduğu AB-D dünyasından ibaret olan, ekonomi analizi sözde serbest/küresel piyasanın emirleriyle bağlanmış, içinde toplumun yer almadığı siyaset anlayışı "demokratik açılım"a gömülmüş, dedikleri yapılmazsa ‘kıyamet beklensin’ tehditlerinin her yandan sızdığı bir konuşma... İdeolojik bakımdan katı olduğu gibi, zamanın gerisinde kalmış olması bakımından da kaskatı, donmuş bir konuşma. ★Başkana göre ekonomimizin çıpaya ihtiyacı var; belli ki "demokrasi" için de çıpa gerekiyor. İstediği şey, çok sık söylediklerini hatırlattığı iki kelimelik bir şey: Yapısal Reformlar... ‘Ekonomi konuşsun, siyaset onun emrine girsin’ diyen yapısal reformların, toplumun diğer tüm unsurlarını dışlayan tarzıyla "tüm iktidar sermayeye" düsturu olduğunu, daha Kemal Derviş zamanında, 20 yıl önce öğrenmiştik. Yirmi yıldır yaşadığımız bunaltının sebebi olan bitip tükenmiş lime lime dökülmüş "yapısal reformlar" ezberinin, TÜSİAD başkanı tarafından adeta imanla hedef diye tekrarlanabilmesi insanı hayrete düşürüyor.★İstediği ikinci şey, yapısal reformlara mutlaka Demokratik Açılımlar’ın eşlik etmesi. Artık şifreli olmaktan çıkmış olan bu kapalı kutunun en süslüsü, çözüm süreci ve onun eşliğindeki Türksüz Anayasa idi. Yani Türkiye’ye hendek faciasını yaşatan çözüm süreci. Yani Türkiye’yi ulusal birlikten etnik-toplum çıkmazına gömecek yeni-anayasa. Soros’un renkli devrim denemelerinde, Arap baharlarında, Libya ve Irak facialarında, Suriye iç savaşında ne menem bir iş olduğu büyük acılarla yaşanıp görülmüş kötülüklerin hiçbiri yaşanmamış gibi... ★Bilecik konuşmasında içeride bunları isterken, ekonominin dış ilişkilerle çok sıkı bağları olduğu bilgeliğini dile getirerek, uluslararası pozisyon tercihini de dünyada değişen hiçbir şey yokmuş gibi bir kez daha dile getirdi. ABD’nin Türkiye’yi İran yaptırımlarından muaf tutmasını iyiye işaret sayıp ABD ile ilişkilerin sıkılaştırılmasını istedi. Amerikan tarzı yaşamın, özentilerimizin zirvesinde olduğu eski zamanlardaymışız gibi. ABD PKK/PYD kartıyla Türkiye’yi BOP unsuru haline getirme denemeleri yapmıyormuş, FETÖ organizasyonunda hiçbir rolü yokmuş, Türkiye’yi ileri karakol olarak kullanma stratejisiyle kendi güvenlik hesabında ateş hattında tutmuyormuş gibi. Dernek başkanı, yalnızca ABD ile sıkı ilişkiler kurulmasını değil, AB ile entegrasyon sürecinin hızlandırılmasını istediklerini de söyledi. AB’de Brexit sarsıntısı yokmuş gibi. AB, İspanya, İtalya, Yunanistan’da büyük iflasın zemini değilmiş gibi. AB, Avrupa’nın batısı ile doğusunda çifte standartların ve büyük hayal kırıklıklarının mekânı değilmiş gibi.★TÜSİAD ve daha başka kesimler, dünyada gerçekte küreselleşme olgusu değil küreselleştirme siyaseti uçuşurken, o niyeti/politikayı "kaçınılmaz olgu" sayıp/saydırıp, olup bitmiş gibi "yeni dünya düzeni" kutlamaları yapmışlardı. Yaşadık, gördük, öyle bir "olgu" yoktu. Küreselleştirme siyaseti de çöktü gitti. Tarihin sonu gelmedi; ulusal devletler bitmedi; piyasalarda iyilik hormonu yoktu; dünya neredeyse yeni bir dünya savaşının eşiğine bırakıldı. Şimdi, 2008’den bu yana, dünya genelinde yeni bir olgusal durum var. Uluslararası düzen, Batı’nın batışında yeniden inşa oluyor. Gelin görün ki geçmişte olmayan küresellik olgusunu varmış sayanlar, şimdi olan yeni uluslararası düzen inşasını yok sayıyorlar. Bu cenahta saatler durmuş. Sesleri boşluğa düşüyor.

Yazının Devamı