Son Yazıları
Balkanlardan bölük pörçük göç hikayeleri...
Uzun süredir görmediğim Kosovalı heykeltıraş arkadaşım İsmet Jonuzi ve ailesiyle ilk defa geldikleri İstanbul’u birlikte geziyoruz. Önce atölyemde ve sonra evimizde devam eden sohbetimizin konusu, İsmet’in sanatına ve Balkanlar’a geliyor. Uzun bir süre heykellerini yapmak için gündelik hayattan hazır nesneler toplamış. İlgimi en çok, Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Sırplarla, Kosovalı Arnavutlar’ın savaşından kalan silahlarla yaptığı heykelleri çekiyor (Resim: 1).
Heykellerin hikâyesini soruyorum. Silahlar savaş sonrası imha edilmek üzere bir fabrikaya getiriliyor. İsmet fabrikadaki görevliye niyetini açıklıyor. Görevli önce kabul etmiyor, sonra “bunları aldığını ben görmedim” diyerek silahları veriyor. İsmet, silahları alıp atölyesine taşıyor ve bu silahlara yeni bir görev yüklüyor. Yıllar önce Kosova’ya kişisel sergim için gittiğimde İsmet’in Priştina’daki atölyesine uğramış, sohbet etmiştik. Atölyesinin her köşesinde gerçek silahlardan yapılmış heykeller ve üst üste yığılmış silah parçaları bulunuyordu. Bu yığılmış silahlar, bana Troçki’nin “Balkan Savaşları” kitabındaki Sırp ordusunun Üsküp’te ele geçirdiği Osmanlı silahlarını gösteren fotoğrafı anımsatır. (Resim: 2).
Yazının DevamıKokand’ın Çay ardı Ressamı
Özbekistan’da Kokand Hunarmandcılık Festivali’ndeki son günümüzde uluslararası zanaatçıların muhteşem el işleriyle vedalaşma zamanı geliyor. Akşam hava kararmak üzere ve festival alanını terk edip ara sokaklardan otelimize doğru ilerliyoruz. Bir sokağın köşesini döndüğümüzde, nefis bir samsa kokusu geliyor burnumuza. Samsa, Orta Asya’nın geleneksel tandırda yapılan etli, bazen sebzeli hamur işi yemeğinin adı. Acıktık mı ne, koku kendisine doğru mıknatıs gibi çekiyor. İştah kabartıcı kokular, bizi iki derenin arasında sıkışıp kalmış küçük bir adacıktaki tek katlı binaya doğru yönlendiriyor. Burayı, ait olduğu coğrafyaya, “nehrin ardı” ya da “iki nehir arası” demek olan Mâverâünnehir’e benzetiyorum.
Amu Derya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) arasındaki bölgenin adı olan Mâverâünnehir’in, bu coğrafyadaki tarihsel ve kültürel önemi çok büyük. Aynı zamanda, İpek Yolu’nun ana hattı olan bu bölge zengin kültürleriyle ünlü; Grek-Baktirya, Part, Kuşan, Sasani, Afrasiyap, Göktürk, Soğd, Emevi, Abbasi, Karahanlı, Selçuklu, Timurlu vb birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış. Ortaçağ İslam uygarlığının en önemli iki merkezi olan Semerkant ve Buhara da bir zamanlar bu bölgenin kültür merkezleriydi. Araştırmacı Frederick Starr, bu coğrafyada 9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasına tarihlenen dönemi “Kayıp Aydınlanma” olarak tanımlıyor. O dönemde, Maveraünnehir’de birçok ünlü bilim ve kültür insanı yetişmiş. Herkese açık entelektüel ve felsefi ortamın olduğu “Kayıp Aydınlanma” döneminde, sanatçılar ve bilim adamları çağa damgasını vuran önemli eserler üretmiş. Bu bilim adamlarından ikisinin tartışması hayli ilginçtir. Harezmli Biruni ve Buharalı İbni Sina posta güvercinleriyle felsefe tartışmalarına girerler. Genelde “bu ne cüret…” diye başlayan mektuplarındaki tartışmalar, sonunda “filozof husumeti”ne dönüşür. Starr: “Mektuplar öyle uzun ve ağırdı ki zavallı güvercinler taşıyamazdı” diyor. Ağırdır elbette, koca Biruni ve İbni Sina “yıldızların arasında başka bir güneş sistemi var mı, yoksa kâinatta yalnız mıyız” diye tartışırsa, o mektupları kartallar bile taşıyamaz.
Yazının DevamıÖzbekistan’da Hikaye Anlatıcıları Şöleni
2. Kokand Uluslararası Hünermant Festivali’ne yani Zanaatçılar Festivali’ne katılmak üzere Özbekistan’ın Kokant kentine gidiyoruz. Kokand’ın merkezindeki büyük park alanı çeşitli ülkelerden yüzlerce zanaatçının rengârenk hünerlerini sergiledikleri tezgahlar ve çadırlarla keyifli bir festival alanına dönüşmüş (Resim:1).
Zanaatçıların eserlerinin hiçbirini gözden kaçırmadan tek tek izlemeye çalışırken, Buhara halılarının sergilendiği çadıra giriyoruz. Buharalı halıcı Ulug Beg usta karşılıyor bizi. Halılarına göz attıktan sonra, merak edip üzerindeki motifleri soruyoruz. Sanki sorumuzu bekliyor gibi soluksuz halıların öykülerini anlatmaya başlıyor (Resim:2).
Yazının Devamıİçinden sokak geçen atölyeler
Okuldan arkadaşım heykeltıraş Hüseyin Suna’yla İzmir’de açtığı sergisi ile ilgili konuşuyoruz. Söz atölyesindeki çalışmalarına geliyor. Anadolu’dan İstanbul’a ilk geldiği yıllardaki İstanbul’un değişimini özetliyor: “İstanbul mahalle, mahalle gelişti. Şehir oldu zannettik, ama büyük bir köye dönüştü. Köy diyorum, ama mutsuz, kirli, büyük bir köy.
Yazının DevamıSanatın direnişi, direnişin sanatı
Son yıllarda; Batı’daki müzeler, galeriler, sanat etkinlikleri; karşılarına aldıkları ülkenin sanatçılarına ve batnın ana akım ideolojilerini eleştiren sanatçılara karşı sert sansürler uygulayarak onları susturmaya çalışıyor. Bu sanatı ve kültürü kontrol altına alma stratejisi, önce Rusya-Ukrayna savaşında, sonra da İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamlarla daha da açığa çıktı. Hatırlanacağı gibi; bu sansür baskısı daha önce Rusya-Ukrayna savaşının başlangıcında uygulanmıştı. Amerika ve Avrupa’da Rus sanatçılar kovulmuş, konserleri iptal edilmiş, istifa etmek zorunda bırakılmıştı. Rus filmleri festival programından çıkartılmış, ünlü Rus edebiyatçılarını konu alan dersler “özgür” üniversitelerden kaldırılmıştı. Bu kıyımdan nasibini alan Rus sanatçılardan birisi de Tugan Sokiev’di. Fransa’daki Orkestrası şef Sokiev’e baskı yaparak ondan “barış için kendini ifade etmesini” istenmişti. Ancak ne tuhaftır, İsrail’in çocuk, kadın demeden yaptığı sivil katliamlar için Batı yakasından kimse sanatçıların “barış için kendini ifade etmesini” istemedi. Tam tersi, bu katliamların durmasını ve barışın gelmesini isteyen az sayıdaki sanatçılara karşı açık bir sansür politikası izlediler.
Örneğin, Çinli sanatçı Ai Weiwei’in Londra Lisson Galerisi’ndeki sergisi, Weiwei’in İsrail’in Gazze’deki katliamı üzerine yaptığı sosyal medya paylaşımları sonucunda iptal edildi. Weiwei yaptığı açıklamada, galerinin iptal kararını “daha fazla anlaşmazlıktan kaçınmak ve kendi refahını korumak için” aldığını belirtmişti. Galeri daha da ileri gitmiş, Weiwei’in Filistinlilere olan desteği nedeniyle onu “anti-semitist” olmakla suçlamıştı.
Yazının DevamıFrankfurt’tan kısa taksi anıları
Frankfurt’ta dostlarımız Selçuk ve eşi Senar Ülger ile buluşup İtalyan pizzacıda biraz laflıyoruz. Bir zamanlar önünde taksicilik yaptığı ünlü bir otelden bahsediyor. “İsterseniz sizi bu eski otelin olduğu yere götüreyim” diyor. Kabul ediyoruz ve taksicilik anılarını yerinde dinlemek için yola çıkıyoruz. Frankfurt’un en eski otellerinden olan Steigenberger Frankfurter Oteli 1876'da tamamlanmış. Bazı kaynaklara göre, Almanya'da elektrik lambalarıyla aydınlatılan ilk kuruluşmuş. İkinci Dünya Savaşı'ndaki bombalama sonucunda binanın sadece cephesi kalmış. Bununla birlikte, Steigenberger Frankfurter lüks otel endüstrisinin temel taşı olmuş. Kraliçe Victoria, Kral Carlos, Mitterand ve Elton John gibi birçok ünlü ismi de ağırlamış.
Yıllarca bu otelin önünde taksicilik yapan Selçuk Bey, yaşadığı anılarını anlatmaya başlıyor. Selçuk Bey işi icabı, zaman zaman otelde konaklayan ünlülerle karşılaşmış. Bir keresinde gündüz vakti beklerken, otelden çıkan yaşını başını almış, ancak fırıldak gibi hareketli, rengarenk giyinmiş, uzun saçlı, kulağı küpeli bir müşteriyle karşılaşmış. Bu adam Selçuk Bey’in yanına gelerek taksiye binmek istemiş: “Yanıma yaklaşınca yoğun bir alkol kokusu burnumu deldi” diye devam ediyor Selçuk Bey: “Üstünü başını görüp, hareketlerine bakınca bu uyuşturucu da almıştır diye düşündüm. Benden onu bir yere götürmemi istedi. ‘Bu bitli kusar musar taksimi berbat eder’ diye düşünüp ‘Olmaz’ dedim ve arabanın kapılarını kilitledim. Adam bu sefer bir tomar para çıkarıp ısrar etti. Bu kadar parayı böyle bir adamda görünce ‘hırsız mıdır, uğursuz mudur’ diye iyice işkillendim. Adam ısrarla yaklaşmaya çalıştıkça, ben kaçtım. Taksinin etrafında fır dönmeye başladık. Dönerken bir yandan da taksiyi eliyle tutuyor, ben de elimdeki bezle dokunduğu yerleri siliyordum. Bir ara o taksinin bir tarafında, ben bir tarafında durup dinlenmeye başladık. Bana: ‘Rock müzik dinler misin?’ diye sordu. Ben de: ‘Evet’ dedim. ‘Peki hangi rock’çıyı tanıyorsun?’, ‘Elvis Presley’ dedim, bir kahkaha attı ve sonra başka bir taksiye binip gitti. Bizi bir müddet uzaktan izleyen taksici Faslı arkadaşım: ‘Onu niye taksiye almadın? O kimdi biliyor musun?’ diye sordu. ‘Kimdi?’ dedim. Faslı taksici: ‘Akşama otelin önüne gel görürsün’ dedi. Akşam otelin önüne gelince büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Gazeteciler, insanlar, güvenlikçiler otelden birisinin çıkışını bekliyorlardı. Otelden çıkan adam sabahki adamdı, Rolling Stones’un solisti Mick Jagger’dı.”
Yazının DevamıTeo’dan Mektuplar
Yıllar önce onu, Fatih'teki zemin katta penceresi sokağa bakan evinde arada sırada ziyaret ederdik. "Ziyaret ederdik" diyorum, hasta falan değildi. Bir aralar geçirdiği psikolojik rahatsızlık için aldığı ilaçlar nedeniyle hayli kilo almış, eve kapanmış ve hareketsiz bir yaşamı tercih etmişti. Bu haliyle Teo (Teoman Manacıoğlu), bana İvan Gonçorov’un romanındaki Oblomov karakterini hatırlattırdı. Oblomov; insiyatif kullanmayı, önemli eylemlerde bulunmayı ve hareketi sevmeyen bir karakterdir. Hayata karşı tembeldir ve gündelik işlerini yataktan kalkmadan, yan odaya bile geçmeden halletmeye çalışır. Nasıl olduysa bir gün Olga adlı kadına âşık olur, ama ilişkide o kadar ağır ve durağandır ki Olga sonunda Oblomov’u terk eder. Akademi’den arkadaşım Teo da yaşam tarzıyla Oblomov’a benzerlik gösterirdi. Teo Akademi’deki öğrencilik yıllarında aynı bölümden bir kıza tutkundu. Âşık olduğu o kız, bir bakıma onun Olga’sıydı ve aynı Oblomov gibi aşkını ifade etmede ağır kalmıştı. Sonuçta depresyona girmiş, ilaç almaya başlamıştı. Zamanla ilaçlar onu aşırı şişmanlatmış ve tembelleştirmişti. Bir süre sonra Fatih’teki evine kapandı. Ne zaman Fatih’teki evine onu ziyarete gitsek, yatağında aynı pozisyonda uzanmış görürdük. Ziyaretimiz sırasında en büyük hareketliliği, yatağın yanındaki pencereye uzanarak hemen yandaki bakkaldan bir şeyler ısmarlamaktı. O kadar hareketsizdi ki günlüklerinin birisinde şunları yazmıştı: “İstanbul’un en çok kaşar yiyen faresi benimki mi? Benim kaşar fabrikam mı var? Ben de artık birisini besliyorum”. Fareden şikâyeti vardı ama önlem almak için parmağını bile kıpırdatmamıştı. Ancak, bu haliyle bile resim yapıyordu. Ona uğradığımızda uzun uzun sanattan konuşmayı severdi. Bazen sanata ve yaşama dair ilginç ayrıntılara takılırdı. Günlüklerinde bununla ilgili kısa bir anlatıya da yer vermişti: “Bakırköy Akıl Hastanesi’ndeki resim yapan deliye televizyoncunun ‘neden resmin arkasını da boyadın?’ sorusuna deli ‘garantili olsun diye’ cevap veriyor (resmin arkasını sarıya boyamıştı). Hangi ressam bu kadar ciddiye alır resmini?”Bu “ciddi” yaklaşımı sadece Teo değil, sanat tarihindeki bazı ustalar da benimsemişti. Bunlardan birisi de Alman ressam Ludwig Kirchner’di. Tuvalinin iki tarafına da yaptığı resimleri nedeniyle “Çift Kirchner” olarak anılmıştır. Kirchner bu iki taraflı resimleri hakkında: “Malzemeler oldukça pahalı hale geldi ve ben de artık biraz tutumlu olmak zorundayım. Ama şükürler olsun ki tuvalin iki yüzü var.” demiştir. Aslında bu iki taraflı sunum uygulaması, sergi mekânındaki resmin ön ve arka taraf olarak değerlendirilmesine değil, izleyicinin görerek buna karar vermesine olanak tanımıştır. Belki de Teo haklıydı, resmini tersli yüzlü yapıp garantiye alan kaç “ciddi” ressam vardır ki?
Teo’yla uzun sohbetlerimizde bize yaptığı desenleri, arşiv fotoğraflarını, kitaplarını ve tuttuğu günlükleri gösterirdi. Yazdığı ciltler dolusu günlüklerine ilk göz attığımda çarpılmıştım. Ne içki içer, ne de uyuşturucu kullanırdı, ama yazdıkları başka bir alemden izlenimlerdi sanki. Bir ziyaretimizde: "Bana bu günlüklerini verir misin, biraz okuyayım" dedim. Önce "olmaz, onları dışarı vermiyorum burada bak" dedi. Aslında benim niyetim, günlüklerdeki notların bazılarını bir kenara yazmaktı. "İnan çok beğendim, hiç olmazsa bu gecelik ver, söz yarın sabah getireceğim" dedim. Zar zor ikna oldu, 6-7 cilt günlüğü alıp evime gittim. O zamanlar ne fotoğraf çeken telefon, ne de dijital makina vardı. Günlükleri bir yandan yazıp, bir yandan da okumaya çalıştım. Ama yetişemiyordum, tercihimi sadece okumaktan yana kullandım. Sabah gün ışırken Teo'nun günlüklerinin son cildini bitirmek üzereydim. Okuduğum son sayfalardan birinde şunu yazıyordu: "Güneş doğduğunda az önce bulduğum bütün resim kanunları altüst olacak... "Sabah erkenden Teo'nun evine giderek günlüklerini teslim ettim. Teo’nun o günlükleri, hali hazırda on cildi geçen “Gezi Notları” başlıklı yazılarımın da başlangıç sebebi olmuştur.
Yazının DevamıKaranlık Odanın Tutkulu Mucitleri
Akademi yıllarımdayken, 1870’lerde neo-klasik üslupta yapılmış eski Atlas Sineması binasının Devlet Resim Heykel Galerisi olan katını sık sık ziyaret ederdim. Fransız ressam Hippolyte Dominuque Berteaux tarafından tavanına yapılmış “Dört Element” resimleriyle hafızama kazınan bu 150 yıllık mekan, artık bir “Sinema Müzesi”. Dünyanın en iyi ilk üç sinema müzesi arasında gösterilen “İstanbul Sinema Müzesi” gerçekten güzel tasarlanmış. Odağında ağırlıklı olarak “Yeşilçam” olan müzenin, giriş bölümündeki “İnteraktif Dijital Müze” oldukça ilginç. Örneğin; filmlerden seçilmiş kadrajların üzerine tablet tuttuğumuzda, artırılmış gerçeklik teknolojisiyle Türk sinemasından önemli sahneleri tekrar izleyebiliyoruz. Bir başka interaktif bölümü olan “Türk Sineması’nın Hafıza Havuzu”nda ise; binlerce film, oyuncu, yönetmen, senarist, yapımcı ve sinemamızın emekçileri hakkında bilgi alabiliyoruz. “Yeşilçam Telefonda” bölümünde ise önümüze eski ankesörlü telefonlar çıkıyor. Telefonun diğer ucunda Ayhan Işık benimle konuşuyor. “Yeşil Perde” efekti ile çok sevdiğimiz “Hababam Sınıfı”oyuncularının arasına katılıp, video kaydımızı alıyoruz. Sinema Tarihi Bölümü’ne geçince, Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’nun çekildiği kamerayla tanışıyoruz. Bu bölümde, koleksiyonerlerin ve MSGSÜ Sinema Televizyon Bölümü’nün bağışladığı kamera teknolojisinin gelişimini gözler önüne seren 130 parçalık eşsiz bir koleksiyon göz kamaştırıyor. Yeri gelmişken, çok öncelerden bir “Sinema Müzesi” kurmak isteyen MSGSÜ Sinema-TV Bölümü’nün kurucusu, hocamız Profesör Sami Şekeroğlu’nun bu müzeye olan katkılarını hatırlatmak istiyorum. Bu koleksiyonun içerisinde karanlık odadan başlayıp, 35 milimetrelik kameralara kadar uzanan bir çok cihaz var. Kaleydoskopları, fenakistiskopu, zoetropları, praksinoskopları inceliyorum, gözüm Camera Obscura’ya (karanlık odaya)takılıyor ve çocukluğuma uçuruveriyorum.
Yazının DevamıBu bir Kayıp İlanıdır…
Haziran ayı başında gerçekleştirilen Yenikapı Avrasya Kültür Merkezi’ndeki Artcontact Sanat Fuarı bittikten sonra iki resmimin atölyeye gelmesini beklerken, kaybolduklarını öğreniyorum.
Eserlerim fuar sonunda nakliye araçlarına yüklenmemiş, fuar alanında kaybolmuştu. İşin garibi resimlerin ikisi de büyüktü (150X100 cm.) ve öyle koltuk altına alınıp götürülebilecek boyutlarda da değildi. Fuara katılan sanatçılara, galerilere haber verildi, sosyal medyada duyurusu yapıldı, ancak resimlerden hiçbir haber çıkmadı. Yine de aradan geçen zaman içinde, resimlerimin başka resimlerin arasına karışmış olacağı ve bir yerlerden çıkacağı umudunu hep taşıdım.“Çoban Oyuncağı” ve “Khadak” isimli bu iki resmi “Taşlar” başlıklı bir serinin parçaları olarak düşünmüş ve 2 Mayıs 2023 tarihli Aydınlık gazetesinde “Taşlar Anlam Taşır” başlığıyla uzun uzun anlatmıştım. Üstelik, Sanat Fuarı devam ettiği sırada, bu serinin başka bir resmini de yarılamıştım. Gazetedeki yazımda: “…atölyemdeyim, taşları düşünüyorum ve onlarla ilgili öykülere daldıkça resimlerim için yeni bir serinin konusu beliriyor kafamda.” demişim. Ancak bu niyetim gerçekleşmiyor ve serinin merkezindeki resmim artık yarım ve öksüz kalıyor. İşlerin kaybolmasının ardından bir buçuk ay geçince çalınma olasılığını göz önüne alarak Aksaray Karakolu’na başvuruya gidiyoruz.
Yazının DevamıFikret Mualla’nın Ayvalık’ı ne işe yarar?
Bu hafta Ayvalık’taydım. Ayvalık zeytinyağı üretimiyle ünlüdür, ancak Osmanlı döneminde bir kültür malzemesi olarak “okr sarısı” (aşı boyası) üreten iki fabrikaya sahip olduğunu pek kimse bilmez. O “okr sarısı” ki Balkanlar’dan Orta Doğu’ya birçok resmi binayı, (özellikle tren istasyonlarını) renklendirmiştir. Ayvalık tarihinin sanatla ilişkisi de örtüktür ve keşfedilmeyi bekler. Bu bahaneyle, kayıtları ve eser görseli bulunan ilk Ayvalık’lı sanatçının Fotis Kontoglu olduğunu belirteyim. Ayvalık geçmişte ünlü sanatçıların da uğrak yeri olmuş: ressam Fikret Mualla, Orhan Peker gibi. Fikret Mualla’ın 1 Şubat 1934 ile 16 Mart 1935 yılları arasında resim öğretmenliği yaptığı bu küçük kasabadaki anıları hala gizemini koruyor. Bu konuyla ilgili araştırma yapan Selçuk Kaltalıoğlu ile uzun bir sohbetten sonra, Ayvalık’ın ara sokaklarında Mualla’nın izini sürüyorum.
Ayvalık Şeytan Kahvesi’ndeyim, yüzüm meydana dönük çay içiyorum. Uzaktan Kalipso Kralı’nın “Ah Bu Gemide Ben de Olsaydım” şarkısı duyuluyor, ama bacağımı fena halde ısıran at sineği yüzünden keyifim kaçıyor. Çaycıdan bir bardak koruk suyu istiyorum, sonra kalkacağım. Önümdeki genç sevgililer soruyor “koruk” nedir? Garson beklenmedik soru karşısında afallıyor. Kahveden ayrılıp, dar sokaklardan At Meydanı’na yürüyorum. Solumda kalan Rum evini geçerken, boyumdan yüksek olan demir perforjeli pencereden izlendiğimi hissediyorum. Kafamı aniden çevirince, pencerenin demir parmaklıkları arasındaki gökyüzüyle göz göze geliyorum. Beni gözetleyenin, viran evin çökmüş çatısından görünen gökyüzü olduğunu anlıyorum.
Yazının Devamıİsmet Beyin Mirası
Geçen gün gelen bir mesaj nedeniyle ailece derin bir acıya boğulduk. Ne yazık ki akrabamız İsmet Karavit vefat etmişti. Vefatı, avukatı Ahmed tarafından bize yazılan bir mesajla iletildi.
Mesaj aynen şöyleydi: “Benim adım Ahmed Abdülaziz. Trafik kazası sonucu vefat eden Rahmetli İsmet Karavit'in (Ruhları şad, mekanı cennet olsun) şahsi avukatıydım. İsmet'in en yakın akrabası olarak mirasta hak sahibi olabilmenizi sağlayabilmem için vekalet rızanızı istiyorum. Bu miras, ani ölümünden önce bay İsmet tarafından bırakılmıştır. Bu dava hakkında daha fazla ayrıntılı bilgi istiyorsanız, lütfen benimle iletişime geçin.” Mekânı cennet olsun, huzur içinde uyusun, ancak akrabamız İsmet’i tanımıyorduk. Avukatın bu mesajı nereden gönderdiğini merak edip araştırdık; Afrika’nın küçük ülkesi Benin’denmiş. Ancak, kafamızı kurcalıyordu, akrabamız İsmet’in Benin’de ne işi vardı? Daha önce, amcalarımdan biri kuzey Afrika’ya gidip yıllarca sirkte çalışmıştı, ancak Benin çok daha uzak bir ülkeydi. Bütün bu soruların cevabı Benin’deydi ve bizim Benin’e gitmemiz gerekiyordu. Bu nedenle, gitmeden önce adını ilk defa duyduğumuz bu ülkeyi araştırmaya karar verdik. Nijerya ve Togo arasında 10 milyonluk bir ülkeymiş. 17. yüzyılda Dahomey Krallığı olan ülke daha sonra Fransa sömürgesi olmuş ve bağımsızlığına “Afrika Yılı”nda, yani benim doğum yılım olan 1960 yılında kavuşmuş (bu bizim için sanki hayatımızın değişeceğini gösteren bir işaretti). 1975 yılında Marksist-Leninist ideoloji ile birlikte yönetim değişince 1990 yılına kadar ülkenin adı “Benin Halk Cumhuriyeti” olmuş. Rahmetli İsmet Karavit, Afrika’yı mesken edinmiş diğer amcam gibi sosyalist düşünceye sahip olmalı ki bu yıllarda da Benin’de yaşamayı seçmişti. Benin bugünkü çok partili siyasi yaşama ise, Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra geçmiş.
Yazının DevamıAcının sınırlarında kıvranan estetik
Geçen hafta İstanbul’da gerçekleşen Artcontact Sanat Fuarı’ndaki panellerden birisinin konusu “Acının Estetiği” idi. Panelde, yardıma gittiğim 1999 Gölcük depreminin ve son Maraş depreminin acılarına değindim. Bu acıyı ifade edebilmek için bir çizgi bile çizmek istememiştim. Benim elim varmamıştı da, acı gerçekten estetize edilebilir miydi?
Theodor W. Adorno, Nazilerin Yahudileri hapsedip katlettikleri kamptaki yaşanan trajedi için “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Adorno bu sözüyle, yaşanan trajedilerin ardından herhangi bir sanat eserinin var olma hakkını sorgulamıştı. Bu söz, sanatın acıyı betimlemesinin yolunu vicdani olarak kaparken, diğer yandan kurbanların “sanat nesnesine” ve “tüketim nesnesine” dönüştürülme riskine de dikkat çekiyor. Bu kaygısında haksız da sayılmaz. Bu riskler; sanat ideolojisine, görüşüne, yapma biçimine ve hayata bakış açısına göre artar veya ortadan kalkar. Böylece trajedi; bir yandan sanatın duygu yasaklarına takılırken, diğer yandan sanatta varlığının sürdürülmesini de talep edebilir. Bununla birlikte sanat, her zaman trajedi yaşamların acı deneyimlerini estetize ederek, sanatsal simgelere dönüştürme çabasındadır. Müzeye dönüşen kamplar, trajediler üzerine çevrilen yüzlerce film, resim, heykel hep acının estetize edilmesiyle ilintilidir.
Yazının DevamıSeçimin renkleri CMYK
80’lerin sonuydu. O zamanlar okula Pazarbaşı’ndaki evimizden Üsküdar’a yürüyerek iner, önce Valide Atik sonra Çavuşdere’den geçerek, nihayet Üsküdar iskelesinden karşıya motorla geçerdim. O sıralarda milletvekili seçimi vardı. Evden Üsküdar’a ininceye kadar ev ve bahçe duvarları partilerin, milletvekili ve muhtar adaylarının afişleriyle donatılırdı. Bilgisayar teknolojisi henüz emekleme devrinde olduğu için, haliyle görsel propaganda işlevini pankartlar ve duvarlara yapıştırılmış afişler görürdü. Parti afişleri bütçeye göre farklı boyutlarda basılır, afişin renk ağırlığını partinin amblem renkleri oluştururdu. Bir de muhtar afişleri vardı ki bunlar küçük boyutta renkli ve birbirine çok benzeyen tasarımlarıyla neredeyse standarttı. Afişte muhtarın büyükçe vesikalık fotoğrafının üstünde “Falan Mahallesi muhtar adayı filan…” yazar, adayın resminin altında da ihtiyar heyeti adaylarının fotoğrafları olurdu. Muhtarların seçim sloganları dosya kağıdı büyüklüğündeki afişte fazla yer kaplamasın diye kısa ve öz olurdu. Adaylar, genel olarak afişi basan ucuz matbaaları tercih ederdi. Bu afişlerin tasarımları gibi sloganları da standarttı: “İçinizden Biri” veya “Destek Sizden Hizmet Bizden” ya da “Hizmet İçin Geliyoruz” gibi beylik başlıklar önceden hazır olurdu. Bununla birlikte, yaratıcı hatta şaşırtıcı sloganlar da vardı. Evden okula aynı yolu yürüyerek indiğim için bu afişleri ezberlerdim. Afişteki muhtarların seçilip seçilmediğini hiçbir zaman öğrenemedim, ama afişlerdeki yüzler hafızama kazınırdı. Ancak, bu yüzler ve sloganlar aylar geçtikçe hava koşullarının etkisiyle giderek eksilir, değişime uğrar ve sonunda yapıştırıldığı yerin dokusuna karışıp kaybolurdu. Belli ki afişlerdeki renkler aynı yerde uzun süre kalmaktan sıkılıyor, bir fırsatını bulup temsiliyetlerini terk edip kaçıyorlardı.
Matbaalarda renkli baskılar dört renk olur ve bunlar renk terminolojisinde CMYK olarak imlenir. Bu renkler, baskı sırasıyla; Cyan mavisi (C), Citron sarısı (Y), Magenta kırmızısı (M) ve siyahtır (K). Bunlardan sarı, kırmızı, mavi (CMY) özdeksel ana renkler olup, siyah (K) ise matbaa teknolojisine sonradan eklenen renktir. Fotoğraflardaki bu renklerin her biri tıramlı (noktalı) filme çekilerek kalıba alınır, sonra bu kalıplara renk verilip, sırayla basılarak ofset baskı gerçekleşmiş olur. Böylece, üst üste basılan bu dört renkle, çok renkli matbaa baskısı elde edilir. Ancak gerek renklerin baskı sıralaması, gerekse bu renklerin pigmentlerinin güneş ışığına dayanıklılıkları farklı olduğu için, afişin renkleri sırayla solar. Çoğu mürekkep doğrudan güneş ışığı, rüzgar, yağmur, zamanın yıpratmasından kurtulamaz ve kimyasal direncine, ışığa, ısıya ve neme maruz kaldıkları oranda bozulur. Ancak, renklerdeki solmanın asıl nedeni, ışıktaki ultraviyole radyasyona maruz kalmalarıdır. Dış etkilere maruz kalan matbaa baskılarında renk solma sıralaması genel olarak; Magenta kırmızısı, Citron sarısı, Cyan mavisi ve siyah düzeninde oluşur. Ancak, bu genel bir sıralama olsa da, farklı bir mürekkep türü ve diğer etkenler bu sıralamayı değiştirebilir. Pratik olarak, renklerin doğal koşullara direncine göre ve diğer etkiler nedeniyle basılı malzeme sonunda siyaha dönüşür.
Yazının DevamıTaşlar anlam taşır
Bayram tatilinde Trakya kapaklı kaya yığıntısının yani dolmenlerinin peşine düşüyoruz. Önce Lalapaşa’nın içindeki tel çitle çevrilmiş olanına gidiyoruz, içeride çoban ve koyunlar karşılıyor bizi. Çobanla sohbet sırasında, onun bu dolmenin arkeolojik kazısında yer aldığını öğreniyoruz. İçi yağmur suyuyla dolmuş bu dolmen Trakya’dakilerin en ünlüsü olan “Lalapaşa Kapaklısı”. “Kapaklı kaya” adını iki dikili taşın üzerine bir kapak gibi konulan taş nedeniyle yöre insanından almış. Araştırmalarda “Kapaklı kayaların” işlevinin mezar olduğunu öğreniyoruz. Trakya’nın Kapaklı kayaları MÖ 6.-7. yüzyıla tarihleniyor ve Türkiye’deki tek Avrupa tipi dolmenler. Kapaklı kayaların yapımı ilginç, çünkü tonlarca ağırlığındaki bu taşların dikilip birbirinin üstüne nasıl bindirildiği hala merak konusu.
Çobanla bu taşların buraya nasıl taşınıp yükseltildiği konusunu tartışmaya başlıyoruz. Kapaklı kayayı inceliyoruz; art arda dizilen iki odanın birincisi "dromos" olarak adlandırılan giriş odası ve bu iki odada da birbirlerini gösteren iki delik mevcut. Bu deliklere “ruh delikleri” deniyor. Böyle diyorlar, çünkü bu dörtgen ya da oval biçimli delikler bir cansız bedenin itilerek içinden geçebileceği genişlikte yapılmış. Önce cesetler ayaklarından başlayarak bu deliklerden içeri mezar bölümüne itiliyor, ardından da ruh aynı delikten çıkıp gidiyor. Bazı inanışlarda bu delik cennet yönüne bakar ki, ruh yönünü şaşırıp cehenneme gitmesin. Görünen o ki bu delikler, sadece “dromos”la mezar odasının görsel bağlantısını sağlamıyor. Aynı zamanda, her iki oda bölümü arasındaki zamanın zamana (dünyevi olanla, ruhani olanı), görünenin görünmeyene, iç sahnenin dış sahneye bağlanmasına da hizmet ediyor. Ancak, bu bağlantılarla ilgisi olmayan yeni delikler de var: “Defineci delikleri”. Ne yazık ki kapaklı kayalar da define avcılarının yıkıcı tahribatlarından payını almış. Ancak, definecilerin bu deliklerden fakir girip, zengin çıkmadıkları bir gerçek. Çünkü kapaklı kayalarda yani dolmenlerde hazine bulunmuyor. Deliklerle ilgili bir başka görüşün olduğunu da belirteyim; ana tanrıça kültüne bağlı olarak kadın rahmini simgeliyormuş. Çoban koyunlarına kapaklı kayanın çevresinde otlatıp tur atarken, biz de bu anıtın çevresini dolaşıp güzel bir çevre temizliği yapıyoruz. Bu çabalarımız sırasında çoban bizi uzaktan sakin sakin sopasına yaslanarak izliyor. Temizlik işi bitince çobanla vedalaşıp Sarıdanişment tarafındaki diğer kapaklı kayaları keşfe koyuluyoruz.Yol boyunca ne zaman bir kapaklı kayayla karşılaşsak, çevresinde mutlaka çoban ve sürülerini görüyoruz. Belli ki kapaklı kayalar çobanlardan sorulur. Sarıdanışment yakınlarında rastladığımız çobana soruyoruz bir başka kapaklı kayanın yerini. Ayrıntılı tariften sonra: “…ben çok güzel anlattım, ama bakalım siz bulabilecek misiniz?” diyor. Çoban anlattığından emin, ama bizden şüpheli. Devam ediyor: “Bulduğunuzda ruh deliğinin çamurla kapatıldığını göreceksiniz, deliği açmayın”. “Neden?” diye sormak istiyorum, ancak yönetmenliğini Wong Kar-Wai’un yaptığı“In the mood for love” filminin bir sahnesini hatırlayıp vazgeçiyorum. Çinli adam komşu kadına olan aşkını bir türlü ifade edemez, sonunda bir ağaç kovuğu bulup içini döker. Sırrı açığa çıkmasın diye de kovuğun deliğini çamurla kapatır. Eski bir Çin geleneğiymiş. Elbette ki, bu kapaklı kayalarla çobanların arasında nasıl bir sır alışverişi olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz…
Yazının DevamıBir başyapıtın mezar süpürme bayramı öyküsü
Önümüz bayram, aile ziyaretleriyle birlikte bir gelenek olarak mezar ziyaretleri de yerine getirilecek. Mezarların toprağı sulanacak, çiçek bırakılacak ve çabuk tarafından da olsa bir mezar temizliği yapılacak. Nedense, mezarlara ilgi gösterip bir şeyler yapmaya çalışmanın, sadece sonsuzluk hissini taşıyan bu soğuk malzemeyle ilgili olduğunu ve bir daha geriye dönmeyecek olanlarla pek ilgisi olmadığını düşünmüşümdür. Bu bağlamda mezar ziyaretlerindeki bu eylem, farklı bir bakış açısı sunmakla birlikte Çin’deki Qingming Festivali’ni (Mezar Süpürme Bayramı) hatırlatır. Nisan’ın ilk haftasında kutlanan bu özel günde Çinliler atalarının mezarlarını ziyaret ederek mezar temizliği yaparlar ve onların yaşarken sevdikleri yiyecek ve içecekleri mezarlarına getirip bırakırlar.
Bu festivalin konusunun betimlendiği geleneksel Çin resmi vardır ve bu resim bir başyapıttır. Bu başyapıt, ressam Zhang Zeduan (1085-1145) tarafından yapılan “Qingming Festivali’nde Nehir Kıyısı Manzarası” resmidir. Resmin Çince (pinyin olarak) orijinal ismi “Qngmíng Shànghé Tú”dur. Oldukça uzun olan bu resim, 528.7 cm. uzunluğunda ve 24.8 cm. genişliğindedir. Resimde ayrıntılı çizilmiş 20’den fazla tekne ve araç, 50’den fazla evcil hayvan görülür. Uzmanlara göre resimde toplumun her kesiminden 814 figür bulunur (birkaç kez sayma girişiminde bulundum, ancak her seferinde farklı sonuç çıkınca pes ettim). Başyapıt diyorum, çünkü hemen hemen tüm Çinliler’in bildiği ve birçok kez farklı malzemelerle yapılmış yorumları olan paha biçilmez bir yapıttır. Resimdeki bayram hareketliliğine ve canlılığına sahip kent manzarası Kuzey Song hanedanı (1615–1868) döneminin başkenti olan Biànjng (bugünkü Kaifeng) şehrine aittir. Panoramik resmin merkez bölümü Gökkuşağı (kemerli) köprüsüdür ve bu bölüm resmin en popüler sahnesidir. Bir hikaye anlatımı tadında ve senfonik bir müziği andıran bu rulo resmin hikayesinin izlem takibi, bizim (batı dünyasının) alışık olduğumuz gibi soldan sağa değildir. Resim eski Çince’nin ve görsellerinin okunuş yönünde takip edilir. “Qingming Festivalinde Nehir Kıyısı Manzarası” resmi, bayram sabahının erken saatlerinden, günün ilerleyen hareketli saatlerine doğru sağdan sola doğru izlenir.
Yazının DevamıEskişehir Odun Pazarı’nın El Sanatı Bilgeleri
Eskişehir tren garına vardığımızda olanca hızıyla yağan kar her yeri kaplamıştı. Taksiyle kentin içinden geçip Odun Pazarı’na gitmek, başka bir zamanda ve mekanda yolculuk yapmak gibiydi. Odun Pazarı durdurulmuş bir zamanın sadece görüntüsünü değil, insanını, ortamını, yaşantısını da bizimle paylaşıyordu. Anadolu’da bu tür mekanlar insanıyla birlikte bir girdap gibi çeker içine ziyaretçilerini. Ve bu mekanların vazgeçilmez sohbetçileri esnaf ve zanaatkarlardır. Sohbetleri lezzetlidir ve eğer içtenlikle dinliyorsanız, size uzun zaman ayırırlar.
Odun Pazarı evlerinin çarşı caddesinden aşağı yürüyerek sokağın sonundaki antikacı dükkanıyla karşılaşıyoruz. İçeri girince, her antikacıda karşılaşacağımız türden eşyalarla birlikte, buraya ait nesneleri de görüyoruz. Dükkan sahibi usanmadan hepsi hakkında ayrıntılı bilgi veriyor. Rafların üzerinde göz gezdirirken, üst bölümde eski bir çamaşır tozu kutusu dikkatimi çekiyor. Kutunun üzerindeki büyük amblemin kırmızı, yeşil, mavi renkli sarmalı sanki hipnotize ediyor ve beni ilkokuldaki bir anıma doğru sürüklüyor. 70’lerin başında biz Ankara’dayken, gazetelerden, deterjanlara kadar birçok ürünle birlikte hediye kuponları dağıtılıyordu. Bu kuponlar neleri vadetmemişti ki; mutfak aletleri, televizyonlar, ansiklopediler vs. Bu modaya deterjan firmaları da katılmış, bunlardan “Omo” işi ileri götürüp, ikramiye olarak bir araba vereceğini duyurmuştu. “Anadol” (Türk canavarı) seri üretilen ilk Türk arabasıydı ve o dönemler halk arasında keçilerin Anadol’un kaportasını yediğine dair bir inanış da yaygındı. Yine de, Anadol’a olan talep hiçbir zaman azalmadı. “Omo”dan bir araba kazanmanın koşulu ise, dört kupona bölünmüş bir “Anadol” resmini tamamlamaktı. Ama her “Omo” kutusunun içinde sadece bir kupon vardı. Annem ikramiye kuponlarına meraklıydı ve kampanya başlayınca beni bakkala yollayıp, dört kutu “Omo” aldırdı. Sanki, dördünü de ilk seferde tutturacakmış gibi... Bakkaldan eve döndüğümde, çamaşır tozlarını koca bir kovaya dökmüş, tozların arasından dört kuponu bulup heyecanla bir araya getirmiştik. Ancak, sadece iki parçayı tutturabilmiştik. Sonra bakkala gidiş gelişler devam etmiş, kovalar çamaşır tozlarıyla dolup taşmıştı. Kuponların üç tanesini tamamlamıştık da, dördüncüyü bir türlü yakalayamıyorduk. Annem durmak bilmiyordu, bakkalda “Omo”, bizde de para bitmişti. Geriye üç parçalı “Anadol” resmi, kovalar dolusu çamaşır tozu ve bütün evi saran mis gibi deterjan kokusu kalmıştı.
Yazının Devamı