Son Yazıları
Derbiler… Farklı futbol rekabetleri...
KARŞILIĞI konusunda görüş birliği sağlanamadığından, ‘belirli bir coğrafyadaki köklü ve güçlü futbol rekabeti’ şeklinde sınırlı bir tanım yapabiliriz mevzumuz kapsamındaki ‘derbi’ için. En önemli özelliğiyse, kökeninde futbol sahasıyla sınırlı olmayan, hayata uzanan bir rekabetin olması.
Bugün Galatasaray-Fenerbahçe, Lig için oynayacak. Bu eşleşme, her açıdan Türkiye’nin 1 numaralı derbisi olarak kabul ediliyor. Başka güçlü rekabetlerimiz de var tabii. Yıllar önce Türkiye Kupası’nda eşleşen Kasımpaşa ile Karagümrük maçı için bir gazete, ‘En delikanlı derbi’ başlığını kullanmıştı. Biz de ‘Haliç Derbisi’ diyelim. Tüm zamanların seyirci rekorunun, bir Göztepe-Karşıyaka maçına ait olduğunu söyledikten sonra, İzmir Derbisi’ni ayrıca tanımlamaya ne hacet…
Yazının DevamıKapitalizm tüyü futbolla dikerken…
Salgın nedeniyle neredeyse yaşamın durduğu Nisan ayındaki iş cinayetlerinde en az 220 emekçi yaşamını yitirmiş. Yani yaşam herkes için durmamış; işçi çalışmış ve çalışırken cinayete kurban gitmiş. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, ölümlerin yüzde 47’si Kovid-19 nedenli. Virüs kaynaklı ölümlerin sayısı en az 103.
Anlaşıldığı gibi, kapitalizm için ucuz işgücü ve aptal tüketici olmak dışında, insan canının bir değeri yok. Emekçinin başı beladan kurtulmuyor. O nedenledir ki, salgın-malgın demeden bir an önce futbolu başlatmanın telaşında yetkililer. Zaman akıyor ve sömüremiyor, kazanamıyor, kendilerince zarar ediyorlar. Gerçek dertleri para! Onca riske karşın apar topar AVM’leri açmalarının nedeni de o değil mi? Bu realite dile getirilince “incindiklerini” açıkladı Futbol Federasyonu (TFF) yönetimi. Pek de hassaslar…
Yazının Devamı5. yıl… Fenerbahçe otobüsünü kim kurşunlattı?
Yine bir 4 Nisan, yine günlerden Cumartesi… Aşağıdaki yazıyı, geçen yıl 4 Nisan’da yazmıştım. Ne eklenecek bir kelime var ne çıkarılacak, sadece yazıdaki “4.” yılları “5.” yıl yaptım. “Dünya can derdindeyken, yazdığın şeye bak. Salgınla mı uğraşacaklar, bununla mı?” diyecek olanlara, otobüs kurşunlanmasının tam 5 yıllık bir konu olduğunu ve ‘küllendirme uzmanlarınca’ sistematik olarak unutturulmaya çalışıldığını hatırlatırım. O ‘uzmanlar’ ki, Kovid-19 karantinasından kaçırılmak için polis marifetiyle otobüsten indirilen Kıbrıslı kadına bu torpili yapan yetkiliyi de, 20 gündür bulup açıklayamadılar bir türlü… Dedik ya, onların işi ‘küllendirmek’.
Meydan, 4 Nisan 2019 tarihli Aydınlık’ta yayımlanmış olan, “Kurşunlamanın 4. yıldönümünü... Nice yıllara(!)” başlıklı yazının…
Yazının DevamıSendikadan bahsedene bak sen...
GALATASARAY futbol takımını çalıştıran zat, “Sendika olmadıkları sürece böyle kalacaklar” diye buyurdu pişkince. Yıl 2020; sendikayı keşfetmiş! Önceki cümlesi ise: “Türk futboluna net 50 senemi verdim”. Kovid-19 salgınında, maçları ertelenmeyince aklına geldi sendika… Ona buna çakıyor bol keseden. Gölge boksu yapıyor, karşısında kimse olmadan… Birisi ayna tutmalı bu şahsa.
Önce şu 50 yılına bakıp, cemaziyülevvelini bir görelim. 70’li yıllarda takım arkadaşı Metin Kurt’un Galatasaray’da başlattığı Türkiye’nin ilk futbolcu grevinde kadroda olduğu halde kendisinin adı anılmazken; o grevi kıran kulüp menaceri Turgan Ece, ölünceye kadar has ağabeyi, aile dostuydu. O Turgan Ece ki, futbolcuların emek mücadelesinin önderi Kurt’u ve destekleyen arkadaşlarını, sırf haklarını aradıkları için ‘anarşistlikle’ suçlayıp, Galatasaray’dan gönderen adamdı.
Yazının DevamıNasıl bilirdiniz?
Âdettendir, denilir ki, “ölenin arkasından konuşulmaz.” Yani, “kötü konuşulmaz”, “övgü serbest” demektir meali... Bunun rasyonel sebebi, “çünkü ölen kendini savunamaz” şeklinde açıklanır. Hâl böyle olunca da, ölen körleri badem gözlü yaparız. Büyük hırsız, büyük rüşvetçi, büyük soyguncu, büyük sahtekâr, insanlık düşmanı, doğa katili, hepsi pirüpak, mükemmel insan olup çıkarlar dünyayı terk edince. Ölüm, bir arınma havuzu olur, geride kalanların sayesinde. Ancak burada bir ikiyüzlülüğümüz daha çıkar ortaya; yukarıdaki kural, ölenin kimliğine göre de ayrıca değerlendirilir.
Lafı uzatmayayım, birkaç gün önce eski futbol hakemlerinden ve Merkez Hakem Komitesi başkanlarından Hilmi Ok vefat etti. Televizyonlarda “gani gani rahmet” dilediler, gazetelerde sayfa sayfa ilanlar, yazılar çıktı. Âdet olduğu üzere, epeyce methiye düzüldü ardından. Şahsen tanımazdım, dolayısıyla olumlu/olumsuz kişisel bir kanaatim yok kendisi hakkında. Ancak söz hakemlikten açılmışken... Bir hafta kadar önce kütüphanemi kurcalıyordum; elime gazeteci Hasan Uysal’ın neredeyse 25 yıl önce hediye ettiği bir kitabı geçti. Okumuştum fakat unutmuşum haliyle; tekrar sayfalarını karıştırırken, net olarak anımsadım aşağıda size aktaracağım “Dünya çapında bir futbol skandalı” başlıklı yazısını. (Gri Yazılar-Hasan Uysal; Öteki Yayınevi, 1996)
Yazının DevamıFutbolun Spartaküs’ü... (2)
Dün, ölümünün 7. yıl dönümünde devrimci futbolcu Metin Kurt’u kendi ifadeleriyle anmıştık. Bugün kaldığımız yerden devam ederken, futbol dünyasından ibretlik öyküleri, yine onun anılarından aktaralım.
Galatasaray’da, hak arama eylemine kalkıştıkları için bir grup arkadaşıyla kadro dışı bırakılan Metin; Yasin ve B. Mehmet gibi takım arkadaşlarının aksine özür dilemeyi reddeder.
Yazının DevamıFutbolcuların komünist önderi... (1)
“Antrenman öncesinde soyunma odasındaki futbolcularla dertleşiyorduk. Aradan 2 hafta geçmesine karşın, bazı prim alacaklarımız ödenmemişti. 6 sezondur Galatasaray’da oynamaktaydım. Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyordum. Başımızda Galatasaray’ın ilk maaşlı yöneticisi Turgan Ece bulunmaktaydı. Futbolcuların sözcüsü olarak prim alacağı konusunu kendisine açmaya karar verdiğim sırada soyunma odasına geldi. Neşeliydi. Ankaragücü’nü eleyerek Türkiye Kupası’nda yarı finale çıktığımızı anımsattım ve bu maçın priminin ne zaman ödeneceğini sordum. Ece, sanki bu soruyu bekliyordu. Birden beni ‘komünist’ olmakla suçladı. Sonra da tüm futbolculara hakaretler yağdırdı.” “Antrenman sonrası futbolcularla toplanarak, Turgan Ece’nin tavrını tartıştık. Sonuçta Ece’nin son tutumunu protesto etmek amacıyla bir gün sonraki antrenmana yarım saat geç gitmeye karar verdik. Futbolcular antrenman saatinde Ali Sami Yen’de değil, TMT Otel’de toplanmışlardı. Yalnızca Fatih Terim, Adana’da olduğundan aramızda değildi. 10.30’daki antrenmana, 11.00’de gittik. Malzemeci Ahmet Abi, Turgan Ece’nin antrenmanı iptal ettiğini bildirdi. Az sonra da Ece, soyunma odasına gelip, “Futbola anarşiyi soktunuz” diyerek nutkuna başladı. Bana dönerek, “Bu anarşistlerin başı sensin” sözleriyle, beni kadro dışı bıraktığını açıkladı. Hızını alamayan maaşlı yönetici, önce Büyük Mehmet ve Yasin’i, peşinden Ekrem ve Aydın’ı da kadro dışı kervanına kattı.” “5 arkadaş kadro dışı kalmıştık ama tüm futbolcu arkadaşlarımız yanımızdaydı. Ertesi gün antrenman saatinde, yine Ali Sami Yen Stadı’nda futbolcularla toplandık. Galatasaraylı futbolculara yazdığım basın açıklamasını okudum. Hepsinin onayını aldıktan sonra, takım kaptanı Yasin’le birlikte Cağaloğlu’ndaki Türk Haberler Ajansı’na gittik. Basının bize ilgisi büyüktü. Gazetecilere Turgan Ece’nin yazdığı senaryoyu anlattık. Sonra Yasin’le birlikte Ali Sami Yen Stadı’na döndük. Futbolcu dostlarımızın yerinde yeller esiyordu. Ortadan kaybolan arkadaşlarımızın, Turgan Ece’nin tehditlerine boyun eğerek kampa gittiklerini öğrendim.” (*)Evet, bu satırların sahibi olan futbol emekçisi Metin Kurt, 19 Mayıs 1976 tarihinde yaptığı basın açıklamasında, işveren temsilcisi konumundaki kulüp menajerine hitaben, “Bana Galatasaray formasını ve bu formanın getirdiği ekmeği sen vermiyorsun. Ekmeğimi, alın terim, Sarı-Kırmızılı formam ve belki de aç mideyle statlara teselli aramaya koşan taraftarlarımız ve sporseverler veriyor. Dişlerinden tırnaklarından artırdıklarını bağlı oldukları renkler uğruna stat kasalarına bırakanlarla, karda kışta ya da güneşin altında emek vererek, alın teri dökerek hayatını kazanmaya çalışanların arasına girmeye hakkın yok! Hiç hele hiç hakkın yok!” diye haykırmıştı.Nereden nereye... 40 küsur yıl sonra bu bilinç ve yüreklilikte futbolcu bulabilir misiniz piyasada?.. Müesses nizamın ürünü kulüp menajerinin sığ ufkuyla, suçlamak için kullandığı ‘komünist’ sıfatını, yaşamı boyunca onurla taşıdı ‘Sol açık’ Metin. 5 yıl önce de benzeri bir yazı yazmıştım burada; bugün 7. ölüm yıldönümünde andığımız Kurt adına... Tekrara düşüyorsam; yeni, meraklı ve duyarlı nesle farklı futbolcu, saygın insan, değerli dost Metin Kurt’u anımsatmak görevi içindir elbette. -Bu yazıdaki alıntılar için, Jale Altunel’in Çizgideki Gladyatör kitabından yararlanılmıştır. (Devam edecek)
METİN KURT'A DAİR....
Yazının DevamıFutbolun sorunu: Aşırı para! (2)
Futbol ligimizin tarihindeki gelir-gider kaynaklarına ve ilişkilerine göz atıyorduk... Yıllar içinde yöneticilerin kulüpleri sırtlarında taşıdığı dönemlerden, kulüplerin sırtına binen bezirgânların yöneticilik yaptığı dönemlere gelindi. İş adamı diye geçinen; gerçekteyse hayali ihracat, vergi iadesi dolandırıcılığı gibi işlerle köşeyi dönmüş Özal dönemi gözdesi sahtekârlarının, hatta 70’li yılların faşist katillerinin kendini aklama ve sempati alanı haline getirildi kulüpler. 90’ların ortalarından itibaren oluşturulan ‘televizyon naklen yayın havuz sistemi’ ile birlikte, yavaş yavaş futbolun kurumsal pastası düzenli bir büyüme içine girince, bu kez de, yerel ölçekte palazlanmış kasaba kurnazlarının iştahını kabartır hâle geldi, ranta uzanmanın en kısa yollarından birisi olan futbol.
TELAFİ EDERİZ YA HABİBİ
Yazının DevamıFutbolun sorunu: Aşırı para! (1)
Kurdan zarar-kârdan zarar, öderdin-ödemezdin derken tatlıya bağladılar kayıkçı kavgasını. Zaten gül gibi geçinip gidiyorlardı yıllardır. Etle tırnak, partiyle cemaat gibiydiler. Üstelik arkalarında, iki ülkenin, birbirine meftun görünen yöneticileri vardı, Digitürk’ü sattıkları Katarlı televizyoncuyla Türkiye Futbol Federasyonu’nun… Bu noktaya tekrar döneceğiz ama önce kısa bir tarih turu atalım.
1959’da Türkiye Deplasmanlı Profesyonel Futbol Ligi kuruldu. O tarihte, memleketin hâli hiç iç açıcı değildi. Kişi başı milli geliri 600 doları bile bulmayan Türkiye’nin ekonomisi alarm veriyordu. Ülkeyi göbeğinden ve resmen dışa bağımlı kılıp borca batıran, emperyalistlerin kucağına yerleşmiş Demokrat Parti iktidarı, yeni dış borç bulamaz, mevcut borçlarını ise ödeyemez hale gelmişti. Yüzde 300’ü aşan devalüasyonun üzerinden bir yıl bile geçmemişti.
Yazının Devamı'Dava yönünden, en müsait müessese yurt!'(2)
Öğrenci yurtlarıyla ilişkisi bağlamında, Diyanet İşleri’ni irdelemeye ayırdığımız yazının ilk bölümünü: “Neden doğru dürüst bir kaynak planlamasıyla, herkes kendi işini yapmaz da, KYK gibi bunun için kurulmuş bir teşkilat dururken öğrenci yurdunu yaptırmak ve işletmek Diyanet’e düşer? Cevap basit, iktidar siyaseten bu yolu tercih ettiği için…” diye bitirmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim. Anayasa Mahkemesi’nden TÜBİTAK’a, DPT’ye, TSE’ye dek birçok çağdaş ve hayati kurum gibi Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu da(KYK), 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin ürünüdür. Bu toprakların-Sened-i İttifak’ı da sayarsak-iki asrı aşkın süre içinde gördüğü en ileri anayasa metni diyebileceğimiz, 1961 Anayasa’sının 50.maddesine dayanılarak çıkarılan, 351 sayılı kanunla 1961 Ağustos’unda kurulan KYK, sosyal devlet adına atılan önemli bir adımdı.Tarihi 60 yıla yaklaşan bu kurumun internet sitesinde, bugün, ne yönetim kurulunun ne de genel müdürün isimleri yer alıyor. Bir kamu kurumu, yöneticilerini saklar mı? Saklıyor işte… Bari biz söyleyelim bu devlet sırrını… KYK’nin önceki genel müdürü imam hatip kökenli tarih öğretmeni Sinan Aksu’yu, AKP’nin reisi, 2018 Temmuz’unda Gençlik ve Spor Bakan Yardımcılığı’na terfi ettirdi.
Teyze oğlundan Genel Müdür…
Yazının DevamıKYK’yi Diyanet’e bağlayın oldu olacak… (1)
Bir yanda, laik devlette böyle bir kurumun ne işi var diyen görüş; diğer yanda, her kesimin vergisiyle beslendiği halde sadece Sünni İslam’a hizmet etmekle eleştirenler; öte yanda, kullandığı dev bütçeye rağmen para yetiştirememesini eleştirenler… Diyanet İşleri Başkanlığı, her vesileyle, her daim gündemde. Ali Erbaş’ın riyasetindeki Diyanet’in devirdiği çamları izliyorsunuzdur elbet, boşları yok maaşallah! Geçmişte de; AKP’nin atadığı Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez yaklaşık 7’şer yıl başkanlık yapmışlar ve ellerinden geleni artlarına koymamışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’ni, ‘laiklik’ bağlamından koparacak adımlar, koşa koşa, seve seve atılmıştı. Bugün de, Ali Erbaş eliyle AKP kontrolündeki Diyanet, “İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir. Bu yaşa ulaştıktan sonra erkeğin, baba olabilme devresine girmesi; kızın da adet görmesi, gebe kalabilme çağına ulaşması fiilî olarak baliğ olmalarıdır. Buluğ, kişinin dinen mükellef sayılıp, yetişkin insan statüsünü kazandığı dönemdir.” diye buyuruyor, çocuk evliliklerine yeşil ışık yakıyor zımnen. Neden?.. Muhtemelen, ‘3 de yetmez 5 tane…’ kafasındaki siyasi egemenlere yaranmak, cehaleti beslemek, ortaçağ düzenini sürdürmek için…
***
Yazının DevamıKurşunlamanın 4. yıldönümünü... Nice yıllara(!)
2015, ‘aydınlatılmamış’ provokatif eylemlerin altın yıllarından birisiydi. Bu cümleden olmak üzere, Fenerbahçe’yi hedef alan bir dizi saldırı da peş peşe yaşandı. Nisan ayında Trabzon’daki silahlı saldırıdan sonra, kulübün Ankara Şubesi’ne taşlı saldırı yapıldı. Mayıs’ta, Mersin’e gidecek futbol takımını, Sabiha Gökçen Havaalanı’na bırakan kulüp otobüsü dönerken yolda saldırıya uğradı. Ağustos’ta Fenerbahçe futbolcusu Mehmet Topal’ın aracı hareket halindeyken kurşunlandı.Kuşkusuz en tehlikeli olanı, Trabzon’da takım otobüsüne yapılan saldırıydı. 4 Nisan 2015 Cumartesi akşamı Rize’de oynadığı lig maçının ardından otobüsle Trabzon’a gitmekte olan Fenerbahçe kafilesine, saat 22.15 sularında Sürmene ilçesi girişinde, tüfekli saldırı yapıldı. Şakak kemiğinin altına kurşun isabet eden şoför Ufuk Kıran, otobüsü durdurmayı başararak olası faciayı önledi. Olayın akabinde Emniyet güçleri, kafile başkanı Mahmut Uslu’ya, “Olayı abartmayın” dediler. Vali Abdil Celil Öz, apar topar açıklama yapıp, “Otobüse taş atıldı” dedi. Olaydan bir gün sonra bölgede yapılan arama-tarama çalışmaları sonrasında silahın ateşlendiği yer tespit edilip, olay yerine 200 metre uzaklıkta dağ tarafında saldırıda kullanıldığı tahmin edilen bir otomatik av tüfeği bulundu. Sürmene Cumhuriyet Savcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında 2 kişi gözaltına alındı. Gözaltı olayını 7 Nisan sabahı Trabzon Valisi Abdil Celil Öz, düzenlediği bir basın toplantısı ile duyurarak, 2 kişinin gözaltına alındığını, birinin otobüsü takip ettiğini, diğerinin ise silahı ateşlediğini açıkladı.Olayla ilgili N.S. ve E.A isimi şahıslar 2 gün süren sorgulamalarının ardından adliyeye sevk edildi. Sürmene Sulh Ceza Mahkemesi tarafından “Somut delillere dayalı, kuvvetli suç şüphesi bulunmadığı” gerekçesi ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar. O gün bugündür de, resmi makamlardan çıt çıkmadı. CHP, TBMM’de konuyla ilgili soru önergesi verdi. Fenerbahçe, olayın yıldönümünde açıklama yaptı. Medyada birkaç kişi olayı gündemde tutmaya çalıştı. Ben, sayısını hatırlamadığım kez yazdım ve bugün, ucuz atlatılan Sürmene saldırısının 4.yılı doldu.
Siyasi otoritenin çizdiği rota bu yöndeİlin bürokratları, derin bir sessizlik içindeler. Bilgi almak için aradığım, eski vali Öz’ün maiyetindekiler, sayın valilerinin bu konuda görüşmek istemediğini belirtmişlerdi. Adeta unutulması isteniyor olayın. Tabii bu, bürokrasinin kendi başına verebileceği bir karar olamaz. Anlaşılıyor ki, siyasi otoritenin çizdiği rota bu yönde. Yine de, sorumluluk alanlarında yaşanan böyle büyük ve vahim bir olayın aydınlanmasında, yıllardır bir adım mesafe kaydedememiş olan Trabzon Valileri Abdil Celil Öz, Yücel Yavuz, İsmail Ustaoğlu ile Sürmene Kaymakamları Oktay Erdoğan ve Mehmet Alper Çığ’a tarihe ve kariyerlerine not düşmek adına soralım: 4 yılda ne yaptınız?Tabii ki, siyasi sorumluluk taşıyanlara da... O gün de, bugün de yürütme erkinin başındaki kişi, ‘Dicle’nin kenarında kaybolan koyunun hesabını vicdanında taşıyan’ Recep Tayyip Erdoğan... İçişleri Bakanları Sebahattin Öztürk, Selami Altınok, Efkan Ala ve 2,5 yıldır da Süleyman Soylu... Ya siz neler yaptınız Fenerbahçe’ye suikastın aydınlatılmasına dair?Özellikle de, emrindeki polislere, şüphelilerin bacaklarını kırmasını emredebilen ‘hukuk devletinin’ İçişleri Bakanı’na soralım: Avuç içi kadar yörede, suç aleti de ele geçirilmişken, devletin onca teknolojik, istihbari ve insan gücü imkânına rağmen kuş olup uçan ve bir türlü yakalanamayan tetikçi(ler) kimlerdi? Hangi saikle kalkışmışlardı bu büyük eyleme? Arkalarında kim vardı, Fetullahçı Terör Örgütü mü, Irak-Şam İslam Devleti mi, PKK mı, organize holiganlar mı, bireysel fanatikler mi, CIA mı, MOSSAD mı kim?Eylem, ardında çok sayıda ölü bırakarak amacına ulaşsaydı, yine faili meçhul kalır mıydı dersiniz? Hiç sanmam!
Yazının DevamıKağnıyla galaksi keşfine yeltenmek (2)
Futbolun marka değeri, aldatmacasından söz ediyorduk... Evet, kapitalist teoriye göre marka bir vaattir, tüketicileri hedefleyen bir tekliftir. Örneğin; sağlamlık, ucuzluk, konfor gibi şeyler vadeder. Peki, Türkiye’de futbol, müşterisine ne vadediyor? Adalet? Şeffaflık? Güven? Kalite? Heyecan? Rekabet? Nedir futbolumuzun marka vaadi? Son şık olan ‘hiçbiri’ olabilir mi?..Ya Türkiye, bugünkü yönetimiyle, yurttaşlarına ne vadediyor?.. Refah? Huzur? Güvenlik? Adalet? Şeffaflık? Barış? Yoksa bunun cevabı da mı, ‘hiçbiri’?.. Benzerlik gayet net. Bütün erkler, bütün kurumlar ve bütünüyle mevzuat egemen siyasetin emrine verildiği için; adalet gibi, eğitim gibi, bayındırlık gibi spor da siyasetin gölgesi altında. Futboldaki manzara da toplumsal yaşamın herhangi bir kesitinden farksız. En Yetkili, duruma şaşırmış bir halde soruyor yukarıdan; bu kadar yatırım yaptık futbola ama yeterli karşılık gelmiyor?.. Yatırım dediği de statlar, beton yani, hepsi o. Tedavi şöyle dursun, teşhisin ne kadar uzağında olduğu anlaşılıyor.
NEYİN TAM DA, FUTBOLUN EKSİK?Şimdi desen ki; binlerce yıllık insanlık tarihinde adı anılan, izi kalan bir filozof çıkarabildi mi ülken? Ne alakası var, diye cevaplayacak... Dogmalarla sınırlanmış ufku almayacak, aradaki bağıntıyı. Bilimle aran nasıl diye sorsan; Almanya’nın üniversite öğrencisi 3 milyon, bizde var 8 milyon diyecek-ki demişliği var. Pişman olacaksın, hâlâ nicelden nitele evrilememiş birisine bunu sorduğun için... Aklın, merakın, düşünmenin, sorgulamanın falan zaten ideolojik saikle semtine uğramamış olan zat, şaşırıyor tabii bunca betonun heba olmasına... Ülke gerçekleriyle, futbolun gerçeklerinin örtüştüğü noktaları sıraladığımızda, memleketin hâli ortadayken, futbolda mucizevi hamleler beklemenin, marka değeri palavralarının anlamsızlığı da ortaya çıkıyor. Bugün ‘demokratikleşme’ adımları olarak adlandırdığımız birçok yasal düzenlemenin Avrupa Birliği süreci sayesinde gerçekleştirildiği biliniyor. Aynı şekilde şirazesinden çıkmış futbolumuzu da, FIFA ve UEFA’nın yaptırımlarıyla zapturapt altına alıyoruz. Yani kendi halimizdeyken, işimiz zor.Nasıl ki; başta vergi olmak üzere kamu alacaklarının sık sık affa uğratılması, yandaş şirketlerden sıradan yurttaşlara kadar yararlanan tüm kesimlere adaletsiz avantajlar sağlıyorsa; ayağını yorganına göre uzatabilmek uğruna performansını düşürmeyi göze alan ciddi kulüpleri de, affa sığınanlar karşısında dezavantajlı kılıyor.
Yazının DevamıFutbolunun değeri, ülkenin değerine denk düşer (1)
Havalı laf şu “marka değeri” vesselam. Kullananın değerine değer katıyor adeta! “Futbol”un sırtında gezen tuzu kurular da bunun farkına varmış olmalılar ki, dillerinden düşürmüyorlar. Mesela, Beşiktaş’ı gırtlağına kadar borca batırıp, Futbol Federasyonu Başkanlığına terfi eden yandaş patron Yıldırım Demirören bayılıyor bu lafa, vırt-zırt ağzında: “Türk futbol paydaşlarının, futbolumuzun marka değerine zarar verecek söylemlerden kaçınmalarını rica ediyorum” Breh breh, nasıl cümle ama?..Bu avanenin içindeki mürekkep yalamışların, az buçuk kafası çalışanların marka değerinden anladıkları “para” aslında. Futbolun ederi, parasal karşılığı yani... İkide bir, ‘Avrupa’nın 6.büyük futbol ekonomisiyiz’ söylemine yaslanıyorlar. Bahsettikleri, ulusal liglerin gelir büyüklüğüne göre yapılmış sıralama. Katarlının televizyon yayını için bastırdığı abartılı (daha doğrusu sanal) parayla, ülkenin futbolu değer kazanmış oluyor hesapça. Para saçarak iş bitse, Arapların, Çin’in, ABD’nin futboldaki önemi bu mu olurdu? Bizimki de öyle bir 6.lık ki, sadece yayın parasını aradan çekseniz, Süper Lig bir anda Bölgesel Amatör Lig’e dönüşecek!Bu size, ‘Dünyanın 16.büyük ekonomisiyiz’ tekerlemesini hatırlatmıyor mu? Kâğıt üzerinde ekonomi tıkırında gözükünce; gelir dağılımına, sosyal adalete, işsizlik oranına, hatta demokrasiye, hukuka falan bakma gereği yok bu anlayıştakilere göre. 6. MIYIZ 25. Mİ?Futboldaki izdüşümleri de aynı kafada: Para çoksa, sorun yok! Marka değeri zirvede! Niye FIFA performans sıralamasında Avrupa 25.siyiz; niye UEFA Uluslar C Ligi’ne düştük; Şampiyonlar Ligi’ni geçtik, niye Avrupa Ligi’nde bir yarı final bile oynayamıyoruz; niye yabancı futbolcular ülkemizde oynamaya şark hizmeti gözüyle bakıp, rayiçlerinin 2-3 katı ücretle geliyorlar diyen yok tabii. Sorgulamak, insanı gözden düşürür hafazanallah, risklidir, sonra yorucudur da... Futbol sülüklerinin ilgilendiği şey, gerçekte ‘marka değeri’ falan da değildir. Marka değeri, onları rant-kâr-avanta istasyonuna götürecek yani paraya taşıyacak bir araçtır sadece, diğer bir çok araç gibi. Paraya giden yol, ‘fair play’den geçiyorsa sportmen kesilirler, siyasi iktidardan geçiyorsa, İslamcı hatta Atatürk düşmanı. Tıpkı birilerinin ‘demokrasi tramvayı’ gibi, varış merkezine hangi araç gidiyorsa artık...Milli takımlarda bile para konuşur olmadı mı? Federasyon, milli takım teknik direktörlerine çuvalla tazminat ödemekten, koca bir vezneye dönüştü. Lafa gelince başkanından hocasına, futbolcusuna hepsi tepeden tırnağa ‘yerli ve milli’! Vatan, millet, Sakarya... Lakin para için, birbirlerini yiyorlar. Kapağı federasyona atan eski futbolcu, derin bir oh çekiyor. Hangi futbol kemirgeni yöneticinin buna el attığını gördünüz? Tanka-topa meydan okuyan iktidarın yiğit yetkilileri, bazı sorularla karşılaşınca tam siper oluyorlar. Örneğin, “Fetocu örgütün siyasi ayağında kimler var?”, “Seçmen listelerinde sahtekârlık yapan haysiyetsizler kimlerin tetikçisi?” gibi basit sorular, alarmlarını devreye sokmaya yetiyor. STOPERLE SANTRAFOR MECLİS'TE AMA...Bu netameli sorulardan birisi de şu... Yıllardır futboldaki yaraya merhem olacağı konuşulan spor kulüpleri yasasını, iktidardan kim/kimler engeller de bir türlü çıkamaz Meclis’ten? 2017’de Galatasaray Başkanı’nın, 2018’de TRT’nin yandaş spikerinin çıktı-çıkıyor diye resmen duyurdukları, taslağı elden ele gezen yasa hangi cehennemde acaba? Bu kara düzen kimin işine yarıyor? Siyasette onlarla aynı kabı kullananlar kimler? “Futbolun kurtuluşu, futboldan gelenlerin direksiyona geçmesinde” değil miydi? E, buyurun o halde, milli takımın eski stoperiyle santraforu TBMM’de, üstelik ikisi de iktidar ortağı partilerin vekilleri. Ne yaptılar futbol için? Hiç bir şey! Yapamazlar da, boylarını aşar!Konumuza dönersek; kapitalizmin 80’lerde icat edip, 90’larda ısıtarak önümüze koyduğu ‘Marka Değeri’ne dair muhtelif akademik tanımların odağı: “Markanın yönetsel açıdan paraya dönüştürülebilen bir varlık olarak algılanması / Satışı halinde elde edebildiği finansal karşılık” şeklinde. Daha gerçekçi tanımıysa; insanları bağımlı kılıp, cüzdanlarına hortum bağlayarak kapitalist sömürüyü, rızaya dayalı ve sürekli hâle getirmenin araçlarından birisi, biçiminde olabilir. MARKA PEŞİNDE AMA PARASI YOK!Yaşadığım şehri sık sık turlarım. Uzun bir aradan sonra gittiğim, Ankara’nın bitpazarı olarak adlandırılan Hergelen Meydanı’ndaki giyim dükkanlarının önemli bir bölümü, asker postalı, kamuflaj desenli giysiler ve kot satıyordu sadece. Bir esnafla sohbet ettim. İşlerin çok kötü olduğunu söyledikten sonra, gençlerin özellikle markalı giysi aradığını vurguladı ve ekledi: “Marka istiyorlar ama paraları yok!” İşte, tuzu kuru borazancıların iyi bir şey gibi dillerine doladıkları ‘marka değeri’, böyle bir kapitalizm virüsüdür. Kanına girdiği yığınları, kendine yabancılaştıran, kendi gerçeklerinden, sınıf bilincinden koparan bir virüs. Cüzdanı boş genci, bitpazarında marka peşinde koşturan bir virüs... Aslında Türkiye’yi özetledi esnaf arkadaş... Köpürtülen milliyetçilik, devamında popüler kültür eliyle desteklenen ‘sert adam’ figürünün icap ettirdiği tarz, moda ve marka bağımlılığı... Hiç düşündünüz mü, futbolun marka değerinin yüksek olması kimin, kimlerin işine yarar? Örneğin, bir kavram olarak ‘futbol’un umurunda mıdır? Yeryüzünün dört bir yanındaki arsalarda, mahalle aralarında, ellerine geçen küresel cisimlerle (bunların hepsine top denemez çünkü) maç yapan çocuklara ne gibi bir yararı veya zararı dokunmuştur, yüksek ya da düşük marka değerinin?.. Oyunlarından aldıkları zevki artırır mı, azaltır mı? Dünya Kupası’nı en fazla kazanmış Brezilya’nın favelalarında yaşayan, çıplak ayakla ‘top oynayan’ bebelere ne faydası vardır futbolun marka değerinin?.. Veya Türkiye statlarının tribünlerini dolduran on binlerce insana, ne kazandırıp ne kaybettirmiştir?
ENDÜSTRİYEL FUTBOL OYUN OLABİLİR Mİ?Bir ‘oyun’ olarak doğup, bugün oyundan başka her şeyi içinde bulabileceğiniz futbola, ‘endüstriyel futbol’ deniyor malumunuz... Endüstri, teknoloji, üretim, müşteri, satış, kâr, transfer, rant, bahis, şike, doping, deplasman, döner bıçağı, medya, reklam... Saf oyunun içinde bunlar var mı? Ya da oyun var mı bunların içinde? Hani şu çocukların oynadığı, kendinden başka hiçbir amacı olmayan oyun? Ne gösteri, ne para, ne seyirci, ne taraftar, içinde hiçbirisini barındırmayan oyundan eser var mı? Sıkışınca, “Canım bu, altı-üstü bir oyun” söylemine sığınıyorlar. Hadi oradan, oyunmuş! Bu oyunsa; kaydıraktan kayan, saklambaçla eğlenen, hayallerini deniz kumunda şekillendiren çocukların yaptığı ne? Birdirbirle profesyonel futbol aynı kategoride olabilir mi? Ama marka değeri, futbolun egemenleri için önemlidir. Pasta büyürse, makas açılırsa, rant da büyür, kimilerine düşecek pay da... Yeni yeni tefeciler, tufeyliler türer. Paralar savrulur, hortumlanır sonra bir siyasi iktidar bulunur ve onun aracılığıyla yaratılan milyarlarca liralık borç, dolaylı olarak halkın üzerine yıkılır. (Devam edecek)
Yazının Devamı'Kazandığın parayı mezarın almaz!'
Bu sayfada, ‘Sporda Sendika’ dizilerine, taraftar örgütlenmelerinin e-bilet uygulamasına karşı mücadelelerine, devrimci futbolcu Metin Kurt’un yaşamı ve emek mücadelesine, sahada ölen ve öldüğüyle kalan spor adamlarının trajik süreçlerine yer verirken amacım hep demokratik örgütlenmeleri teşvikti. Bu yazının konusu farklı olmakla birlikte, hedefi aynı. Enflasyon alıp başını gitmiş, döviz uçmuş, üretim düşmüş, iflaslar patlamış, işsiz sayısı 7 milyona dayanmış, genç işsizlik oranı 21’i aşmış, 2 milyon çalışan asgari ücretin altında, milyonlarcası da açlık seviyesinin çok çok altında kazanıyorken ve AKP iktidarı, istatistiklere takla attırarak, olmadı bürokratları değiştirerek, o da olmadı ‘cambaza bak’ taktikleriyle gerçeği perdeleme çabasındayken, bankaların keyfine diyecek yok! Serbest piyasacılara göre ekonominin olmazsa olmazı, bana göreyse sömürünün vazgeçilmezi olan bankalara, kriz-mriz uğramıyor. Toplumun tüm kesimlerinin ekonomik sıkıntıyı iyiden iyiye hissetmeye başladığı bu yılın 3.çeyreğinde (Temmuz-Ağustos-Eylül) Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların toplam net kârı, -geçen yıla göre de artarak- eski parayla 42 katrilyon TL olmuş! Sadece 3 aylık kâr, 26 milyon 250 bin adet asgari ücretin tutarı! “GÖZLERİNİ KARATOPRAK DOYURACAK”Yargı tarafından bankaların aleyhine peş peşe verilen kararlar ortadayken, yasal veya idari düzenlemeyle uygulamayı emsal durumdaki hak sahiplerine genelleştirmek yerine, herkesi tek tek hak aramak zorunda bıraktı hükümet edenler. Bu yolla hakem heyeti ve mahkemelerin iş yükü taşınmaz hale gelirken, bankalar da çaktırmadan kollandı. Ekonomik işleyiş tamamen bankalara entegre edilerek; maaştan kiraya, fatura ödemelerinden maç biletine, kredi kartından mesafeli alışverişe dek para trafiği onların üzerinden yürür hale getirildiği için, yolu bankaya düşmeyen kimse kalmadı neredeyse. İktidarın limitsiz hoşgörüsüyle de, ‘kural koyucu’ konuma gelip gemi azıya aldılar. Henüz yeni sayılır, faiz dışı gelirlerde (ücret ve komisyonlarda) sınır tanımadıkları dönem... Hatta 2013’de Erdoğan, bir banka patronuna, “Ya Allah aşkına faizden elde ettiğin gelir tamam, fakat bu faiz dışı gelirden elde ettiğin parayı gömüleceğin mezarı doldurmaya kalksak almaz. Vatandaştan almayın bu parayı, komisyonu almayın...” dediğini söyleyip, eklemişti: “Yok, doymazlar! Diyorum ya onların gözünü ancak kara toprak doyuracaktır.” O Erdoğan ki sermaye dostudur, varın anlayın artık...Ama AKP samimiyetsizliği o gün de kendini ele vermiş, Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, bankaların aldığı ücret kalemlerinin 31’den 65’e çıktığını söylerken yetkili değil de gözlemci gibi konuşmuş ve “Bankalarda gözlemim, piyasalardan çok zeki insanları bulup istihdam ediyorlar. O yüzden bu kalemler sürekli artıyor” sözüyle de tüyü dikmişti. “BÖYLE BİRŞEY OLUR MU ARKADAŞ YA?”‘Mezarın almayacağı paralar’ faslından; kendi hesabımın cüzdanını işlemek için, umumi helâ parasına eşdeğer ücret almıştı bir banka mesela. Bir başkası, 8 ayda çıkabilen hakem heyeti kararıyla iade etmek zorunda kaldığı hesap işletim ücretini, 1 hafta sonra yeniden kesmişti. ‘Grup nakil ücreti’ diye; şubeye getirip müşterilerine ödedikleri para için, taksi bedelini mevduat sahibinden alan banka oldu. Ayakkabı mağazasının sattığı ayakkabıyı koyduğu poşet için ayrıca para istemesi gibi bir şey. İster azgınlık deyin, ister şımarıklık... Yıllarca, Yazıcı’nın ‘zeki insanları’ icat etti, ar damarı çatlamışlar uygulamaya koydu, fıtratında faiz karşıtlığı olan iktidar da bunları kolladı, haksızlıklarını, emrivakilerini seyretmekle yetindi, altta kalanın canı çıktı. Makyavelist AKP iktidarı için, ekonominin tıkırında olması adına her yol mubahtı çünkü.Malum, sermaye doğası gereği azgındır. Kurallarla sınırlamaz, denetimi sıkı tutmazsanız yönetenleri de, toplumu da esir alır, kölesi yapar. Finans sermayesi de bu kapsamdadır elbette... Bunu teyit eden Türkiye patronlarının başkanı Hisarcıklıoğlu, bankalar için şöyle buyurmuştu: “Kârlarında müthiş patlama var. Sıkıntı şu, maliyetleri 1 artıyor, karşıya yansıtmaları 5! Bu vicdansızlık. Avrupa’nın en kârlısı Türk bankacılık sistemi. Böyle bir şey olur mu arkadaş ya?” BU DA BANKALARIN KUMPASIMeğer marifetleri(!) bildiklerimizden ibaret değilmiş bankalarımızın. Rekabet Kurulu sayesinde öğrendik ki; 4054 sayılı kanunun 4. maddesinin ihlal edildiği belirlenerek, 12 bankaya toplam 1 milyar 116 milyon 957 bin 468 lira ceza verilmiş! Aralarında anlaşarak kendi lehlerine, müşterilerin aleyhine olacak şekilde sonuçlar doğuracak faiz politikası belirlemişler. Yani halka, hepimize karşı birleşip kumpas kurmuşlar!Rekabet Kurumu’nun internet sitesindeki 169 sayfalık karar metninde 28 adet belge var ki, evlere şenlik! Banka içi diyaloglarının, bankalar arası ilişkilerinin, -en azından sektörün yüzde 91’ini temsil eden bu 12 bankanın-bize gösterdikleri şirin yüzleriyle, janjanlı reklamlarıyla hiç ilgisi olmadığını anlıyorsunuz okuyunca... (Meraklısı için: Rekabet Kurulu Karar Sayısı: 13-13/198-100)GARANTİ BANKASI’NIN SON İCADIBöylesi musibetlerle karşılaştıkları halde, bankaların sınırsız iştahı, dizginlenemeyen hırslarıyla birlikte, diledikleri gibi davranma sorumsuzluklarından hiçbir şey kaybetmedikleri anlaşılıyor. Taze örnek Garanti Bankası’ndan... Elinizdeki geniş kapsamlı 2 ayrı vekâlet ve ayrıca hesap sahibinin önceden bu konuda bankaya verdiği talimat ve bu talimata bankanın olumlu cevabını da içeren yazışmalarla hesaptan para çekmek için şubeye gidiyorsunuz.Başka bankalarda ve resmi mevzuatta olmayan bir uygulamayla vekâletlere 5 yıl zaman aşımı süresi koyan bu banka, 5,5 yıl önceki vekâleti kabul etmiyor. (Oysa akademisyen ve hukukçuların, ‘Vekâlette zaman aşımı olmaz’ diyen makaleleri var.) Diğer vekâlet, talimat, ek yazışmalar hepsi sıradan kâğıt parçaları banka için. Üsteleyince hukuk servislerine soruyorlar. Bu arada 1 saat 45 dakika geçiyor, akşam oluyor, banka kapanıyor, temizlik başlıyor, müşteri hâlâ beklemekte. Önerinizle, vekâleti veren noteri arayıp, geçerliliğini soruyorlar, noter yetkilisi azil yok, geçerli diyor. Bu defa da, bize bunu yazılı yolla diyorlar notere, noteri kendi personelleri sanıyorlar muhtemelen, olmuyor tabii. Parayı zevkle ödemiyorlar, oysa alıp bir an önce başka bir ödeme yapmanız lazım, ne gam... Bu işgüzarlığın, rezilliğin gerekçesi; ‘işlem güvenliği’ olarak açıklanıyor. Sizin ‘güvenliğiniz için’, sizi perişan ediyorlar. Vekil eden/paranın sahibi, vekâleti veren/noter, vekil/parayı alacak olan hepsi onaylıyor, sadece emanetçi/banka onaylamıyor! Ve zurnanın son deliği emanetçinin istediği oluyor, işlem yapılamıyor! Tam bir derebeylik düzeni! Orada, “Esas, bankalara karşı ‘güvenli’ kılmak lazım müşterileri! Hem de her bakımdan... Örnekse, Rekabet Kurulu enselemiş işte suçüstü! Yargı da onamış!” deseniz ne fayda?..PEKİ, NEYE GÜVENİYOR?Peki, niye yapıyor banka bu lüzumsuzluğu? Keyfi öyle istediği için... Meydanı boş bulduğu, hesap soran olmadığı için veya mutlaka lehlerine olan başka nedenlerden... Sonuçta yapıyor, zarar veriyor ama bedel ödemiyor. Neye güveniyor müşteriye pervasızca davranırken? Herkesin her adımda yargıya gidecek hâli olmadığına ama esas, toplumun örgütsüzlüğüne! Örgütsüz toplumun sırtına biniyor, tıpkı diğer erk sahipleri gibi. Biliyor ki, ne yaparsa yapsın güçlü bir tepki görmeyecek, ceremeyi kendisi çekmeyecek. Bilinçli, örgütlü bir halkı karşısına almaya kim cesaret edebilir? Oysa şimdi tek bir kişiye yaranmak, ona biat etmek tüm riskleri karşılamaya yetiyor.Bunları, finans sektörüyle ilişkisini bitkisel hayat düzeyine indirgemiş, bankalardan ağzı yanmış bir birey olarak yazıyorum, uzman edasıyla değil. Şu gerçek ki, kapitalist soygun düzeni sürdükçe, bu dertler bitmeyecek, sütunlar yetmeyecek. Amacım, can sıkıcı banka deneyimlerini başkalarının da yaşamaması için uyarı görevini yerine getirip, nisyan ile malul hafızamızı harekete geçirmek. Ha, tali fayda olarak, zıvanadan çıkmış bankaları -sözde değil özde- saygılı olmak konusunda dürtebilirsem, ne âlâ...
ATATÜRK KOŞUSU MESELESİ
Yazının Devamı19 Mayıs da sizlere ömür...
“Türkiye’yi idare edenler stadyumu en kıymetli mektep gibi her yerde kurmaya çalışacaklardır. Türkiye’nin istikbalini idare edecek olan genç nesil açık havada, açık meydanlarda yetişecektir.”
Bu sözler, 15 Aralık 1936’da dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından henüz 13 yılını doldurmuş Cumhuriyetin, sınırlı olanaklarına rağmen inşa etmekten geri durmadığı Ankara 19 Mayıs Stadı’nın açılışında sarf edildi.
Yazının Devamı