Son Yazıları
Çin'de kadın olmak
Çin’le ilgili okuduğum ilk kitap, Altın Kitaplar’ın bastığı Pearl S. Buck’un “Ana” kitabıydı. Misyoner bir Amerikalının kızı olan Buck’un hayatının çoğu Nanking ile Şanghay’da geçer. Romanlarında Çin’i anlatır. 1933’te yayınlanan “Ana” romanı ile dikkatleri çeken Buck, 1938’de Nobel alan ilk Amerikalı kadın yazar olur. Romanlarında misyoner, Batılı yaklaşım sezilse de – boşuna Nobel vermezler – iki yaklaşımın çarpıştığı yerde Çin, görmek isteyen için pırıl pırıl parlar.
“Ana,” 1949 öncesi Çin’in çalkantılı dönemini köylü bir ana üzerinden anlatır. Tip bir köyde kayınvalidesi, üç çocuğu, sorumsuz kocası ile yaşayan; tarla süren, hayvanlara bakan, ailesini bir arada tutmak için didinen “Ana”dır. Ne devrimden ne milli burjuvaziden ne de teorik açıklamalardan haberi vardır. 30 yıl önce okuduğumda demiştim ki “Çin’de kadının bizim Anadolu kadınından hiç farkı yok!” “Ana”dan sonra Buck’un Çin’in geleneksel kadınını anlatan “Şakayık, Orkide, Doğu Rüzgârı Batı Rüzgârı…” kitaplarını da okudum.
Yazının DevamıYeni bir kent miti ile yaratılan Çin
Toplumlar, her zaman yeni bir mit arayışındadır. Yaşadıkları zorluklardan, çıkmazlardan yola çıkarak eskisinden farklı bir anlam ortaklığına ihtiyaç duyarlar. Bu, dünyada güçlü olmanın önkoşuludur. Antik dönemden beri tarihin “kent-devlet” terimiyle nitelendirdiği devletler, kendilerine mit belirlerler. Devletin yeni düşünüş biçimi zamanla yaygınlaşır, toplumla bütünleşir. Bu, ülke içinde yaşayan insanları da bir arada tutmanın kadim bir yoludur. Bir devletin var olması için gerekli olan her şey sıfırlanır, yeniden tanımlanır. Mit, korkulardan beslenir, yeşerir. Çin, sömürge olduğu dönemi “aşağılanma yüzyılı” olarak kabul etmektedir.
Bunu aşmanın yolu Xi Jinping’e göre teknolojiye, ekonomiye dayalı yeni bir Çin Rüyası yaratmaktır. Çünkü gelecek ancak tarihi akılda tutarak kurulabilir. Ama aynı zamanda tarih, bundan sonra kurgulanacak yeni rüyalar için karşı durma, reddetme de içerir. Çin Rüyası yeni bir tarih anlatımı, uzun bir tarih sürecini vaat etmektedir. Bu “Çin halkının büyük uyanışı” anlamını taşımaktadır.
Yazının DevamıCumhuriyet’imizin 101. yılını kutlayanlara helal
Yeni yıla girmemize iki ay kaldı. Yarın Cumhuriyet’imizin 101. yılını kutlayacağız. Kalın kalın adamlar, yüzsüzce yine Anıtkabir’in yolunu tutacaklar! O deftere kimler neler yazmadı ki! Kaçı inanarak Ata’ya dil döktü? Kimler yalandan yüz sürdü? Bir de her 29 Ekim ya da 10 Kasım’da hasta olan bir Cumhurbaşkanımız vardı! Şu anda, sizler de benim gibi şöyle bir iç geçirdiniz.
“Hangi Cumhuriyet? “dediğinizi duyar gibiyim! Haksız sayılmazsınız. Atatürk “12 Ağustos 1930 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde “Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz.” diyor. Sormak lazım devletin başındakilere gerçekten Cumhuriyet’le ilgili bir tereddütleri yok mu?
Yazının DevamıBir kadını öldürmeye nereden başlamalı?
Başlık, Hatice Meryem’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabına ait. Bu haftaki yazımı Meryem’in cümlelerini dönüştürerek onun nefesiyle yazacağım. İnsanın aklını başından alan bu hikâyeler, Türkiye’deki neredeyse bütün kadınların sitemi…
Çünkü hepimiz yarın öldürülecekmişiz gibi yaşıyoruz. Meryem bu cinayetleri kanıksamayalım, ölen kadınların son çığlıkları kulaklarımızda olsun, annesiz büyümek zorunda kalan çocuklar çoğalmasın diye; kadın cinayetleri hakkında söz almak, ayağa kalkmak için yazdığını söylüyor.
Yazının DevamıLeylekler de gitti!
İstanbul’un Büyükçekmece ilçesinin villalardan ibaret Tepekent” adı verilen, yerleşkesinde yaşıyoruz. “Kent” adı sizi şaşırtmasın! Ormanı, göleti olan yemyeşil bir yer burası. Kimse İstanbul’un kenarında böyle bir yerin olduğuna inanamıyor. Ziyaretimize gelen dostlar, kapımızın önünde rastladıkları sevimli bir tilkinin fotoğrafını çekivermişler. Şaşkınlıkla “Hocam, sizin orada tilki gördük!” diye bizimle paylaştılar.
Tilkiler, sevimli köpeğimiz Bobo’yu bazı geceler delirtiyorlar. Olsun, doğalı bu! Çünkü onların yaşam alanlarının içine giren, kendimize yer açan bizleriz.
Yazının DevamıAmele hemcinslerim fabrika önlerini boş bırakmayın
Ekonomik kriz, emek sömürüsünü tekrar gündeme getirdi. İşçi konfederasyonları “gelirde ve vergide adalet” talebiyle Ankara’da büyük bir mitinge hazırlanıyor. Türkiye’nin her bölgesinde kadın ile erkek fabrikalarda grevde… Polonez, Mersen, Rondo Ganahl, Sarar grevlerinde kadınlar ön saflarda. Kadınların grev çadırlarında nöbet tutması birden olmadı!
Zafer Toprak'ın ''Türkiye'de Yeni Hayat'' kitabına göre nisa taifesinin çalışma hayatına atılması II. Meşrutiyet, Jön Türk hareketiyle başlar. 1908, Genç Türk Devrimi’nin benimsediği “hürriyet, müsâvat (eşitlik), adalet, uhuvvet (kardeşlik)” ilkeleri, Osmanlı’da kadın sorununu gündeme getirir. Meşrutiyet’in izleyeceği toplumsal dönüşümleri kapsayan “Yeni Hayat”a göre kadın; süregelen geleneksel yaşam biçimini bırakmalı, dış dünyaya açılmalı, toplumsallaşmalı, özgürlüklerini genişletmelidir. Bunu talep eden Jön Türk hareketinin ileri gelen erkekleridir. Batı’daki feminist akıma benzer yaklaşımla Halide Edip gibi eğitimli kadınların liderliğinde, özellikle kadın hukukunu korumaya yönelik “kadın dernekleri,” kadınların çalışma hayatına girme düşüncesini oluşturur. Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Kadınlar Şubesi ise Balkan Savaşları’nda, Birinci Dünya Savaşı’nda cephe gerisinde uzun süredir faaliyettedir.
Yazının DevamıSonbahar ekinoksu gelivermiş…
22 Eylül Pazar günü, 15:43’te, sonbahar ekinoksuna giriverdik. Gündüzün geceyle eşitlendiği zaman… Her yıl, Kuzey Yarımküre sonbahar ekinoksunu yaşarken Güney Yarımküre ilkbahar ekinoksunu yaşar. Dünya kendi içinde dengesini sağlayamaya çalışır. Ardından günler kısalmaya başlar, geceler her geçen gün uzar. Işık ile karanlık adeta yarışır. Kim daha çok kendini gösterir? Elbette bir süre uzun gecelerin dediği olur.
İnsanoğlu, yazın bitmesinden sonra havanın serinlemesini bir türlü kabul edemez. Hastalanma pahasına pencerelerini kapatmayı erteler. Her gün, en büyük problemi “Ne giysem acaba?”dır. Dört mevsimin apayrı bir dili vardır. İnsan, gelen yeni mevsimin sesine alışmaya çalışır. Bir anlamda aynı dünya gibi dengede kalmak için çabalar. Aslında her döngüde benzer davranışlar sergiler.
Yazının DevamıOrhan Kemal 1 (10) yaşında!
3000 nüfuslu bir Ege kasabasında büyüyen Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’i gibi ‘kitapların baştan çıkardığı’ bir çocuktum. Evdeki kitaplar yetmediğinde imdadıma pazara gelen çerçi yetişti. Bir sürü ıvır zıvırın yanında, kullanılmaktan lime lime olmuş, sapsarı kitaplar satardı. Leyla ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Köroğlu, Battal Gazi Destanı… Arap çöllerinden geldiğine inandığım bu kitapları bir dahaki pazara kadar kiralardım.
Bir gün çerçide “Çamaşırcının Kızı”yla tanıştım. Haftada bir gün anneanneme çamaşırda yardımcı olmaya kızı Neriman ile Rabia Teyze gelirdi. Babası Neriman Köksal’ı çok sevdiği için kızının adını Neriman koymuş. Kızın lâkabı “Âfet-i devran Neriman”dı. Bazen “yollu” da diyorlardı. İkisini de anlamıyordum. “Çamaşırcının Kızı” kitabının Rabia teyzelerle bir ilişkisi olabilir miydi? Kitabımdaki “Çamaşırcınım Kızı”nın adı da Neriman’dı. Yeşilçam filmleri seyredip sürekli sakız çiğneyen, dudaklarını pespembe boyayan Neriman’a bakışlarım değişmişti. Çok geçmeden kasabada Neriman’ın fuar zamanı İzmir’e kaçtığı duyuldu. Arkasından Rabia teyze de yok oldu. İlerleyen zamanda Neriman’ın adının artık Aysel olduğunu, meşhur bir türkücü ile imam nikahı ile evlendiğini öğrendim.
Yazının DevamıTGB’nin çantasına kim koydu bu balığı?
Okula başladığım gün babam, okumaya hevesleneyim diye belinde bir savaşçı edasıyla hançer taşıyan “dünyanın en devrimci balığı”nı yanıma katmıştı. “Küçük Kara Balık” Nerede görülmüş belinde hançeri olan kapkara bir balık? Bir an önce okumayı öğrenmek istiyordum. Okumayı söktüğümde de ilk, bu İran masalını heceledim. Büyüdüğümde “alegorik” bir anlatımı olduğunu öğrendiğimde daha bir sahiplendim. Öğretmen olduğumda ben de yaşlarına bakmaksızın öğrencilerime yüksek sesle tane tane okudum Samed Behrengi’nin masalını… Belki bir gün, içlerinden biri, sıkışıp kaldığımız derelerden sıkılıp sistemi değiştirmek adına dünyayı tanımak için denizlere düşerdi.
Yasaklarla, tabularla, otoriter devletlerin baskılarıyla uğraşmak zorunda kalan yazarlar; dertlerini anlatmak için üstü kapalı anlatıma başvururlar. Padişahtan, kraldan, beyden, handan bezen halkın binlerce yıldır yaptığı gibi… Behrengi de cesur Küçük Kara Balık’a sımsıkı tutunmuştu.
Yazının DevamıHoş geldin Eylül…
Eylül, Arapçadan dilimize girmiş. “Aylul” Rumî takvimin yedinci ayı. Araplar, Arami/Süryani takviminin altıncı ayına atıfta bulunan “elūl” sözcüğünden almışlar. Biz Eylül’de karar kılmışız. Sözcük, Süryanicede üzüm demek. Akatlarda hasat festivalinin adı da “elūlu/elūnu.” Antik dönemde de “hasat etmek” ya buğday ya da üzümden verim almak anlamına gelir. Coğrafyaların iklimlerine göre kaymalar olsa da bugün olduğu gibi en geç ağustos ayının sonunda buğday hasat edilir; ardından bağbozumu başlar. Asmaların hükmü konuşulur. Güz geldiğinde bağlar; turuncusu, moru, sarısıyla bronz bir renk cümbüşüne dönüşür. Her bir boğumdan kan hücrelerine benzeyen erkenci kırmızılar, iri taneli koyu morlar, puslu siyahlar, şeffaf damarlı sarı yeşiller, etli beyazlar, sert dokulu pembeler, kehribarlar pıtır pıtır çıkar. Doğa ağır ağır parlak sarı sıcaktan kızıla, sonra kahverengiye döner. Nefis üzümler, şarap olmak üzere neşeyle fıçılara doldurulur.
Yazının DevamıEdebiyat zaferin tanığıdır!
30 Ağustos’a 3 gün kaldı. O günü sağlıklı bir biçimde değerlendirmek için dönemin koşullarına, toplum yapısına, siyasal işleyişe bakmak gerekir. Bunları tarih anlatır ama edebiyat kadar açık, dürüst, hesapsız veremez. Çünkü her devletin resmi bir tarih anlayışı vardır. Yazar, ülkesinde yaşanan önemli bir olayı değerlendirmekle kalmaz; edebiyat eseriyle kalıcılığını sağlar, ulusal kimliğin oluşmasında etkili olur. Kuru tarihi, gelecek nesillere aktarmanın etkili yolu edebiyattır.
Millî Mücadele Dönemi edebiyatının hızlıca ortaya çıkmasında, Garp Cephesi Kumandanlığına bağlı kurulan “Yunan Mezalimi Tetkik Heyeti’nin payı vardır. Bu heyet, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde yenilgiye uğratılan Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilirken yaptığı kıyımı dünyaya duyurmak için İsmet Paşa tarafından görevlendirilir. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Mehmet Asım Us’tan oluşan heyet, gözlemlerini raporlaştırır. 30 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’la Kurtuluş Savaşı kazanıldığında, bu yazarların coşkularını saklaması mümkün değildir.
Yazının DevamıHayvanları öldüren Batı kafası!
Her şey Prometheus’un ateşi tanrılardan alıp insanlara vermesiyle başladı. Dünya’daki diğer türlerden farklı olduğunu kalın korteksi sayesinde anladı. Düşünebiliyordu. Birtakım keşifler, icatlarla hayatta kaldı, dünyaya sımsıkı tutundu. Yaşam mücadelesinde karşısına çıkan sorunlara çoğunlukla keşifler ya da icatlarla çözüm üretti. Ateşten buharlı gemiye, oradan fabrikaya, telefondan bilgisayara kadar uzanan bu sürece bugün bir de yapay zekâ eklendi. Neredeyse insan için var oluşun tek anahtarı sadece “teknoloji!”
Dünya, yirmi birinci yüzyılda bambaşka bir yere evriliyor. Bugün, insan ile teknoloji arasındaki sınırların nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemiyor. Sansasyonel bir korku ya da distopik bir yaklaşım gibi gelse de “İnsanın sonu mu geliyor?” düşüncesi, hepimizin kafasının bir yerinde öylece dururken bir yandan da “dünyanın hakimiyim” duygusu ağır basıyor.
Yazının Devamı‘Karnaval’ın şairi Can Yücel
12 Ağustos, ölüm yıldönümüne ithafen…
Şiirde karnaval zamanıdır. Sivri dilli bir şairin dilinde “Rengâhenk” gökkuşağı, mahşer gibi bir kalabalık, bir kalabalık… Daha ilk dizede harlı şenlik ateşleri yakılır Knidos sokaklarında… Her türlü canlının dişisi, erkeği kıvır kıvır kıvranarak doğada haklarını vererek kalabalıkta yerlerini alır. Paçavralara sarılmış yalınayak çocuklardan, çalkalana çalkalana pörsümüş kalçalardan, çürük dişlerden yakası açılmamış küfürler dökülür. “Delilerin ağızları bozuktur!” demeye kimsenin cesareti yoktur.
Yazının DevamıBir gün Fikret Otyam’ın yolu Gök Tengri’ye düşer…
Yazmasam olmazdı!
“Alnı çoban yıldızlı” harman ayı Ağustos’ta gidiverir Gök Tengri’ye… Gök Tengri, iyiliklerin tanrısıdır. Uzun zamandır gözler yolunu… Vakt-i zamanı geldiğinde “Yeri artık benim yanım!” demiştir biz ölümlülere… Biraz da ben hissedeyim iyi ruhunu… Ben besleneyim tüm insanlık için erdeminden… Kötülerle mücadele etmeyi ben de öğreneyim…
Yazının DevamıKadınların olimpiyatlarda ne işi var?
Biliyorsunuz Eurovision gibi Paris Olimpiyat Oyunları’nın açılışına LGBT teması damga vurdu. M.Ö. 776 başlayıp M.S. 393’e kadar süren Antik Olimpiyatları, Baron Pierre de Coubertin 1896 yılında tekrar başlatır. Baron’un olimpiyatları canlandırma gerekçesi “efemine toplumu, erkek ulus yapmak”tır! Hatta bu gerekçeyle kadınlar oyunlara dahil edilmez. Baron’un cahil falan olduğunu düşünmeyin! Siyasal Bilgiler okumuş, pedagog, tarihçi! Fransız erkeklerinin o yıllarda kadınlar için düşünceleri budur.
Yazının DevamıSosyal medyada nasıl avlanıyoruz?
Bu gariplikleri ben de kullanıyorum. Kullanmasanız olmuyor ya! Çaresizlik işte! Baktım, kendi klanımı oluşturmuşum. Birbirimize “beğen”, “yorum yap”, “paylaş” başlıkları altında tuhaf bağlarla kenetlenmişiz.
Ne kadar güzelim! “Beğen”!/ Ne kadar akıllıyım! “Beğen”! /Kapuska yaptım! “Beğen”! /Mozambik’te tatildeyim! “Beğen!”/ İlişkim var! “Beğen!”/Ece Lokantası’ndayım! “Beğen!”/Kuçurati marka bir araba aldım! “Beğen!”/Hastayım! “Beğen!”/ Babamı kaybettim! “Beğen!” Ben öleyim ama n’olur sen beni beğen! Bak bana, her durumda gör beni! Fark et beni! Aslında hep “ben, ben, ben... Hem gülünç hem de acıklı. Dramatik bir düzlemde zamanı tırmalıyoruz. Bir ölüm haberini görüp üzülüyoruz. Beğeneyim mi bu haberi yoksa yorum mu yazayım diye düşünürken kafamızda kavram kargaşası oluşuveriyor. Bu kargaşadan esprili bir paylaşım bizi kurtarıyor, gülmeye başlıyoruz. Görgüsüzlükler mi? Kanıksanıyor, değerimize değer katıyoruz! Koca evrende fark yarattığımızı sanıyoruz. Sınırları çoktan belirlenmiş dünyamızda kalıcılığımızı böyle sağlamaya çalışıyoruz?
Yazının Devamı