Son Yazıları
İlk çeyrek ekonomik büyüme ve düşündürdükleri
Geçen yılın ilk çeyreğindeki küçülmenin (yüzde -2.3) etkisiyle bu yılın ilk üç ayında yüzde 5.2 büyümesi beklenen Türkiye ekonomisi, salgının henüz etkisinin olmadığı bu dönemde ancak yüzde 4.5 oranında büyüyebildi.
Söz konusu bu oran, önceki yılın aynı dönemine göre olan büyümeyi göstermektedir. Bir önceki üç aya (2019 4. Çeyrek) göre ise ekonomi küçüldü: Yüzde -15.4. Oysa 2019’un üçüncü çeyreğine (Temmuz, Ağustos, Eylül) göre dördüncü üç aylık dönemde gerçekleşen büyüme oranı yüzde 1.9 olmuştu.
Yazının DevamıBilinen gerçeklere dönemsel düzenlemeler
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)’nun 12/04/2020 tarihli ve 8989 sayılı Kararı ile bankaların, “yurt dışı yerleşiklerle vadede TL alım yönünde gerçekleştirecekleri” işlemler (teknik adıyla swap) için yeni sınırlamalar getirildi.
Yürürlüğe giren kararla, daha önce 2018 yılı Ağustos Ayı’nda yaşanan “kur şoku” sonrası devreye alınan ve türev (ileri tarihli) işlemlerde daraltılan işlem limitleri, bu kez iyice kısıldı. Yapılan yeni düzenlemeyle BDDK, önceden “banka özkaynaklarının” yüzde 10’u oranında olan limiti, yabancılara borçlanmada şeklinde yapılan 7 günlük swaplar için yüzde 1’e düşürdü.
Yazının DevamıÖdünç dövizle rezerv arttırmak
27 Mart tarihli İngiliz Financial Times Gazetesi (FT)’nde, “Türkiye’nin borçlanması, döviz rezervlerinin ne kadar sert bir düşüş yaşadığını maskeliyor” şeklindeki bir yazı yayınlandı. Söz konusu yazıda, TCMB’nın net rezervlerinin, swap işlemleri dışarıda bırakıldığında, 1.5 milyar Amerikan Doları ($)’na gerilediğini öne sürüldü.*
FT’da yer alan Laura Pitel ve Adam Samson imzalı yazıda, bu durumun ülkenin ekonomisi için, korono salgını nedeniyle oluşan “küresel finansal şoktan koruma yeteneği” ile ilgili “soru işaretleri” yarattığı ileri sürüldü.
Yazının DevamıUmutsuz ve büyüyen bir sosyal yara: İşsizlik
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Aralık 2019'a ilişkin iş gücü istatistiklerini bu hafta başında açıkladı. Buna göre, 2019 Yılı Aralık Ayı’nda işsizlik oranı, 2018’in aynı dönemine göre 0,2, önceki aya göre ise 0,4 puan artarak, yüzde 13,7 olarak gerçekleşti. Keza tarım dışı işsizlik oranı da, 0,2 puanlık artış ile yüzde 15,8 oldu.
2019 yılının yüzde 13.7’lik ortalama oranı, tüm yılların rekoruna işaret etmektedir. Aralık Ayı için açıklanan yüzde 13.7 de, 2014’ten bu yana açıklanan yeni seri işgücü istatistiklerinde en yüksek yılsonu oranı oldu.
Yazının DevamıEkonomik büyüme mi dediniz?
Türkiye ekonomisi, 2019 yılının son çeyreğinde yüzde 6 ve yılın genelinde ise ancak binde 9 oranında büyüdü. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre ekonomi, önceki birinci ve ikinci çeyrekteki küçülmeye karşın, son çeyrekte gösterdiği hızlı büyüme ile yıllık daralmayı engelledi.
Türkiye ekonomisi 4 trilyon 280 milyar TL büyüklüğe kavuşurken, Amerikan Doları ($) cinsinden büyüklüğü de, 35 milyar küçülerek 753.6 milyara düştü. Keza, 2018 yılında 9.693 $ olan “kişi başı ulusal gelir” de 566 gerileyerek 9.127 $’a indi.
Yazının DevamıHazi̇ne naki̇t dengesi̇ndeki̇ bozulma; ri̇skli̇ ve örtük önlemler
2018 yılında yaşanan ekonomik kriz sürecinde, Türkiye ekonomisinin tümüyle kontrolden çıkması engelleyen “iki önemli başat faktör” bulunmaktaydı. Söz konusu bu faktörlerin ilki, “kamu borçluluğunun ve bütçe açığının”, GSYH’ye oranla oldukça “kabul edilebilir düzeyde” tutulmasıydı.
Anılan yılın “ekonomik yıkım” ile sonuçlanmamasının önündeki “ikinci temel etken” de, “bankacılık sektörünün yüksek sermaye yeterlilik oranı” ile çalışmasıydı. Bilindiği gibi, ekonomiyi ayakta tutan bu iki temel dayanak, 2001 Ekonomik Krizi sonrasında IMF programının sert ve tavizsiz koşulları sayesinde “zorluklarla” oluşturabilmişti.
Yazının DevamıTürkiye bankacılığında son dönem değişim ve dönüşümler
Ülkenin bankacılık sektörü, “TL tasarruflara uygulanan negatif reel faiz” konusu dışında, son dönemde aşağıdaki başlıklarda gündemde yer aldığı görülmektedir.
IMF’İN 26 ARALIK TARİHLİ DEĞERLENDİRMESİ
Yazının DevamıEyy IMF, biz bunları bilmiyor muyuz!
Uluslararası Para Fonu (IMF), “IV ncü madde konsültasyon çalışmaları” sonucunda hazırladığı raporu 26 Aralık’ta yayınladı. IMF uzmanlarınca 21 Kasım’da tamamlanmış olan söz konusu rapor, IMF İcra Direktörleri Kurulu’nca 9 Aralık’ta kabul edilmişti.*
Raporda, Türk Lirası (TL) değerinde yaşanan “çok sert değer kaybı” ve bunun sonucunda deneyimlenen “durgunluk” sonrasında şimdilerde “mevcutmuş gibi görünen istikrarın” kırılgan olduğunu belirtilmekte ve ekonomideki zayıf noktaların varlığını sürdürdüğü vurgulanmaktadır. IMF uzmanlarının, ülkenin mevcut içsel ve dışsal kırılganlıklarına çare olarak önerileri; bu kırılganlıkları azaltacak, ülkenin “kredi değerliliğini/kredibilitesini” ve “üretkenliğini/verimliliğini” yükseltecek “reformlar” da düğümlenmektedir.
Yazının Devamı2020’de Türkiye ekonomisi
Son zamanda Ankara ekonomi yönetimi (nedense ısrarla İstanbul’a taşımak isteniyor), bir taraftan 2017 referandumu ve 2018 seçimleri öncesinde görülenlere benzer çeşitli kararlar almakta, diğer yandan da bu kararların alınacağı yeni dönemeçler yaklaşmaktadır.
Ülke ekonomisinin genel durumuna baktığımızda, bir yandan yönetimin “tatlandırılmış müjde ve iyimser yorumları”, “faiz dışı yıllık dengede” 131 milyar TL ile “yeni bir rekor” kırılmış olduğu; diğer yandan Türkiye’nin orta vadede büyüme potansiyeline etkide bulunacak etmenlerden “gayrisafi sabit sermaye oluşumundaki gerileme” ya da “ihracatın büyümeye olan katkısının 2019 yılı 3. çeyreği için negatif” çıkması olguları eşzamanlı olarak yaşanmaktadır. Diğer yandan bu olguların, ekonomi yönetiminin “kapsamlı dönüşüm hikâyesini” örselediği izlenmektedir.
Yazının DevamıSon Vergi Düzenlemelerinin Hatırlattıkları
7193 sayılı Dijital Hizmet Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı KHK’de Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi, 21.11.2019 günü TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve Cumhurbaşkanı’nın onayından sonra Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girecektir.
Yönetimin “çok kazanandan çok vergi alacağız” söylemini gerçekleştirmek üzere yapılan bu düzenleme vesilesiyle, “ulusal gelirin bölüşümüne vergi yoluyla müdahale” konusunu irdelemeyi bu yazımızın konusu olarak belirledik.
Yazının DevamıCari Fazla Gerçeği!
TC Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Murat Uysal, İstanbul Sanayi Odası (İSO) Meclisi’nde bugün (26 Kasım) yaptığı konuşmada, “son bir yıllık dönemde ‘cari denge’ önemli ‘iyileşme’ kaydetti” dedi.
Uysal, "Bu yılsonunda cari fazla vermiş olacağız. Dış dengede sağladığımız kazanımların önümüzdeki dönemde devamı fiyat istikrarı açısından büyük önem taşıyor. İçinde bulunduğumuzu dönemde cari dengede düzeltmenin 2001 ve 2009'a kıyasla çok daha sağlıklı gerçekleştiğinin altını çizmek isterim" diye konuştu.
Yazının DevamıKüresel bankacılık ve geleceği
Dünya Bankası tarafından 6 Kasım’da yayınlanan “Bank Regulation and Supervision a Decade after the Global Financial Crisis” başlıklı*; uluslararası danışmanlık firması McKinsey’in Ekim 2019 tarihli “2019 Küresel Bankacılık Görünümü/ The last pit stop? Time for bold late-cycle moves McKinsey Global Banking Annual Review 2019”** raporlarında yer alan, küresel bankacılık sistemiyle ilgili “ortaklaşa/tamamlayıcı” hususları bugünkü yazımızın konusu yaptık. DÜNYA BANKASI DEĞERLENDİRMELERİ“Küresel Finansal Gelişim Raporu 2019/2020: Küresel Finansal Krizin On Yıl Sonrasında Bankaların Düzenlenmesi ve Denetlenmesi” başlıklı rapor, bankacılık sektöründeki “piyasa disiplini” ve “sermaye düzenlemesi” başlıklı ikili temel taşıyıcının, 2008 krizden bu yana nasıl evrildiğini gösteren on yıllık veriler ve analizler sunmaktadır.Rapora göre küresel finansal krizin on yıl sonrasında, gelişmekte olan ülkeler, bankacılık sistemlerinin “dayanıklılıklarını arttırmak” için “asgari sermaye yeterliliklerini”*** arttırdılar. Ancak bu aşamada bile ülkeler, halen iyi işleyen bir bankacılık “sisteminin bilgilerini yeterli düzeyde” açıklamadıkları gibi, “yeterli denetleme kapasitesine” de sahip değillerdir. Küresel olarak, bankacılık düzenlemelerinin, kriz sonrasında daha “karmaşık” hale gelmiş ve “şeffaflığının azalmış” olduğunu vurgulayan rapor, “tek bir kalıbın tüm küresel sisteme uymayacağını” ve “gelişmekte olan ülkelerde daha az karmaşık düzenlemelerin” daha iyi uygulama ve denetleme sağlayabileceği çıkarımını yapmaktadır. Düzenlemelerin bir ülkenin kurumsal ortamı, denetleme kapasitesi ve bankaların iş modeli dikkate alınarak tasarlanması tavsiye edilmektedir.159 ülkedeki 20.000 bankaya ait veriler, “sermaye yeterlilik oranlarındaki” finansal krizden bu yana, yukarıda da belirttiğimiz “iyileşmeye” işaret etmektedir. Ancak bu düzelmede, “risk ağırlıkları daha düşük sermaye kategorilerine” geçişin büyük etkisi olduğu da belirtilmektedir. Böylesi bir gelişmenin, olası bir finansal kriz için bankaların taşıdığı “potansiyel kırılganlıkları” net göstermemesi ve reel ekonomiye bankaların verdiği desteği sınırlandırması gibi sonuçlarının göz ardı edilmemesi gerekir.MCKINSEY RAPORUNDA YER ALAN GÖZLEMLERSöz konusu raporda yer alan 2018 yılı rakamlarına göre, “kredi büyümesinin küresel ekonomik büyüme sayısının altında” kalarak, son 5 yıl içinde en kötü performansın izlendiği yıl olmuştur. Saniyen 2013 yılına göre “banka kârlılıklarının”, hem gelişmiş ülke hem de gelişmekte ülkelerde “düşüşte” olması; öz kaynak kârlılığının yüzde 17’den 10,5’a ve yıllık gelir artış oranının yüzde 17’den 4’e gerilemesi olguları, sektörün olumsuz parametreleri olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda raporda yer alan, küresel ölçekte “bankaların yüzde 60’ının öz kaynak karlılığının öz kaynak maliyetinin altında” olduğu gerçeği ve bu durumun olası bir ekonomik yavaşlamada bu bankalar için sorun yaratacağının vurgulanması, dikkat çekici olduğu kadar “kaygı verici” olarak değerlendirilmektedir.Anılan ve göreceli olarak olumsuz sonuçların oluşmasında, bankacılıkta “dijitalleşmenin getirdiği aracısızlaştırma” yoluyla “düşen komisyonların” yarattığı “gelirlerde düşme” başat âmil olarak görülmektedir. Bunun yanında, bankacılığa giren yeni oyuncuların – fintek**** ve büyük teknoloji şirketleri - sunduğu nitelikli müşteri hizmetleri nedeniyle (özellikle bireysel bankacılık, varlık yönetimi, tüketici finansmanı konularında), bankaların yaşadığı “müşteri kaybının” da etkin rol oynadığı belirtilmektedir. Bu bağlamda, söz konusu bu üç “müşteri odaklı bankacılık” dallarındaki işlemlerden bankacılık kârlarının, McKinsey’in tahminine göre sektörün toplam kârının yüzde 45’ini oluşturduğu göz önüne alındığında, fintek şirketleri yoluyla beklenen “tehdidin” boyutunun ne kadar “büyük” olduğu anlaşılmaktadır.McKinsey’in raporunda, bankaların azalan kârlılık ve yükselen rekabet ortamında izlemeleri gereken “yol haritası” hakkında da öneriler yapmaktadır. Öncelikle bankaların yeni teknolojilere atik ve hızlı bir şekilde uyum sağlayıp, iş odaklarını “müşteriye değer yaratma” üzerine kurgulaması tavsiye edilmektedir. Bu bağlamda, “açık bankacılık (open banking)”***** ve fintek işbirlikleri yoluyla, bankaların ürün/hizmet portföyünü genişletmesi önerilirken, bu yolla, sadece kendi ürünlerini değil farklı ürün/hizmetleri de sunan bir “ekosistem” yaratmasını sağlayabilecekleri belirtilmektedir. McKinsey’in ölçümlerine göre zaten, piyasa lideri olarak tanımlanan ve dünya üzerinde bankacılık kârının neredeyse tamamını yakınını gerçekleştiren bankaların yüzde 80’i “finteklerle işbirliği içinde” çalışmaktadır.Raporda, “açık bankacılık” tarafında dünya genelinde önemli gelişmeler olduğunun üzerinde durularak, üç kategoride ülkelerin açık bankacılık ve bununla ilgili mevzuat durumları özetlenmiştir. Buna göre ilk bölümdeki ülkeler, henüz daha inceleme ve taslak mevzuat üretme aşamasında; ikinci bölümdekiler, mevzuatını açık bankacılığa uyum sağlama aşamasında; üçüncü bölümdekiler ise, açık bankacılık için yetki belgelerini vermiş durumdadır. Örnekleyecek olursak Türkiye, ABD, Singapur, Rusya, ilk aşamadaki ülkeler arasında nitelendirilirken; Hong Kong, Çin, Brezilya ve Güney Afrika ikinci aşamada; İngiltere, Almanya, İsveç, Finlandiya ve BAE ise, hâlihazırda açık bankacılığı uygulayan ülkeler arasında sayılmıştır.SONUÇ YERİNEGörüldüğü gibi, birbirini tamamlayıcı nitelikteki iki rapor da, “geçmiş yılı bankalar için olumsuz bir yıl” olarak tanımlarken, önümüzdeki yılların oldukça rekabetçi ve zor koşullarda geçeceğini vurgulamaktadır. Bu çetin koşullar içindeki yarışı, teknoloji ve üçüncü taraflarla işbirliği (açık bankacılık) yoluyla “daha çok müşteri odaklı ve müşteriye değer yaratan” bankalar kazanacaktır.Ülkemiz bankacılığı konusunda da, ülke bankacılığının, bankacılığın bu yeni modeline “mevzuat ve altyapı olarak hazırlanması” gerektiğini söyleyebiliriz. Mevzuat tarafında, hâlen üzerinde çalışılan “uzaktan hesap açılışı/müşteri tanıma, bulut bilişim ve açık bankacılık” gibi iş modellerinin kısa zamanda yürürlüğe sokulmasını gerektirmektedir. Tabii ki bu konuda en büyük görev BDDK’na düşmektedir. Bu yeni kanallar, hem bankacılığa erişen nüfusu arttıracak, hem müşteriye sunulan ürün/hizmetleri iyileştirecektir. Bu bağlamda, son zamanlarda piyasada faiz ve döviz fiyatları oluşturma yönünde “aktif oyunculuk” ve kamu yatırımlarının yüklenicilerine “finansman temini” görevi verilen kamu bankalarının, böylesi bir teknik konuya zaman ve kaynak tahsis edebilmeleri yönünden tereddütlerimiz bulunmaktadır. Özel sermayeli bankalarımızın da, mevcut teknolojik “altyapılarını daha esnek bir yapıya” dönüştürmesi ve maliyetlerini düşürmek amacıyla “fintekler ile işbirliğine” gitmesi”kârlılık”, yeni “müşteri kazanımı” ve mevcut “müşteri ilişkilerinde derinleşme” başlıklarında faydalar getirecektir.
(*): “Bank Regulation and Supervision a Decade after the Global Financial Crisis”, The World Bank, 6.11.2019,https://openknowledge.worldbank.org/bitstream/handle/10986/32595/9781464814471.pdf (**): “The last pit stop? Time for bold late-cycle moves McKinsey Global Banking Annual Review 2019”, McKinsey & Company, Ekim 2019, https://www.mckinsey.com/industries/financial-services/our-insights/global-banking-annual-review-2019-the-last-pit-stop-time-for-bold-late-cycle-moves (***): Bir bankanın sermayesi/öz kaynaklarının, aktifindeki/elindeki “risk ağırlıklı varlıklara” oranıdır.(****): Fintek (fintech), “finansal teknoloji” kelimelerinin ilk hecelerinin kısaltmalarından oluşur. Finans hizmetlerini teknoloji ile birleştirerek mobil ödeme, gelir gider takibi, para transferleri, kredi ve kitlesel fonlama benzeri ürünlerle ilgilenir.(*****): Açık bankacılık; üçüncü parti kurumların, müşterilerin finansal bilgilerine erişebildiği güvenli bir bankacılık modelini temsil etmektedir. Bankalar tarafından tutulan müşteri finansal bilgilerinin (ödeme tutarları, yapılan harcama bilgileri, düzenli ödenen faturalar vb.) müşteriler tarafından verilecek izinler doğrultusunda üçüncü partilerin (fintek firmaları) kullanımına açılarak, müşteri yararına çeşitli hizmetler sunulması uygulamasına “açık bankacılık” denilmektedir. AB’nin 13 Ocak 2018 tarihinde uygulamaya soktuğu “İkinci Ödeme Hizmetleri Direktifi (Second Payment Services Directive 2-PSD2)” ile üçüncü parti servis sağlayıcıları, müşterilerin izni ile müşteri bilgi girişlerini yaparak ödeme işlemlerini gerçekleştirebilmektedir.
Yazının DevamıSistemi sorgulayan küresel kıpırdanışlar
Yaklaşık son üç aydır neredeyse tüm dünya, protesto ve başkaldırı hareketleri ile sarsılıyor. Coğrafya olarak yer kürenin çeşitli yerlerinde ve sayıları gittikçe artan öfkeli kitlelerin yer aldığı bu sokak hareketlerinin genel niteliği, “kurulu düzene ve içerdiği egemen yöneticilere, yönetim biçimlerine karşı olma” şeklinde belirlenmektedir.Genel olarak, “Otoriterleşmenin” önünü alabildiğine açan “popülist hareketler” de, Şili’de metro bileti fiyatları arttı diye ülkeyi kilitleyen protestolar da, Hong Kong’da aylardır süren ve Çin devletiyle teknolojik kedi-fare oyunu oynayan direniş de, Cezayir’de ordunun her an müdahale edebileceğini bildikleri halde her hafta gösterilerini sürdürenler de, farklı hedefleri olsa bile aslında aynı olgulara, kaygılara cevap aradıkları izlenmektedir.Bu haftaki yazımızın konusu, ülke ölçeğinde çok derinleşmeden ve yazı hacmini fazla arttırmadan, bu hareketlerin nedenleri, seslendirilen talepler ve isteklerin ortak yanları konusunda bazı çıkarımlara ulaşmaktır. ÜLKELERE GÖRE HALK HAREKETLERİNDEKİ GÖRÜNÜR İSTEKLER VE KARŞI TAVIRLARÖncelikle, küresel algısı son yıllarda hızla düşen Arap ülkelerine baktığımızda; - Sudan ve Cezayir protestolarının barışçı bir şekilde başlayıp ve sürdüğünü görmekteyiz. Sudan’da rejim direnişçilerine karşı şiddete başvurulduysa da, ordunun istediğini yapamamış, sonunda soykırımcı bir lider tasfiye edilmiştir. Cezayir de ise, geleceğin ne getireceği, mevcut yıpranmış askeri rejimin sonunda şiddete başvurup vurmayacağı henüz bilinmemektedir. Ancak şimdilerde toplum, direnişini olgunlukla ve barışçı bir şekilde sürdürmektedir. - Cezayir’de Butteflika’nın düşürülmesinin ardından patlak veren Irak’taki olaylarda ise durum daha farklıdır. Yıllardır süren savaştan yılgın olan halk düzgün bir yönetim istedikçe, yönetimin tavrı, direnişçilerin üzerlerine güvenlik güçlerini ve milisler salma şeklinde olmaktadır. - Lübnan’da Whatsapp kullanımını ücretli yapma kararı üzerine patlayan toplumsal hareket, zamanla hedefini genişleterek, yerleşik tüm siyasi sınıfın tasfiyesine yönelmiştir. Talebin içeriğindeki siyasi yöneticiler, ülke kaynaklarını çalan, vatandaşa devlet hizmeti götürmeyi görev olarak üstlenmeyen, insanları elektrik kesintileriyle, çöp dağlarıyla yaşamaya mahkûm eden “çürümüş” bir sistemin değişmeyen kişilerii olarak nitelendirilmektedir. Bu bağlamda anılan siyasilerin başında Cumhurbaşkanı Aun, selefi olmak isteyen damadı Gibran Basil, Meclis Başkanı Nebih Berri, Saad Hariri, hatta Dürzi lider Velid Cumbulat gelmektedir.Siyasetindeki iktidar dağılımı mezhep esasına göre düzenlenmiş, cemaat liderlerinin, devletin güçlenmesini kuruluş döneminden beri engelledikleri Lübnan, dünyanın en borçlu üçüncü ülkesi (ulusal gelirinin 1,5 katı) konumundadır. Lübnan halkı genelde yoksul olmasına karşın, en zengin yüzde 1’in gelirin 58’ini kontrol etmektedir. Keza, ulusal gelirinin sırasıyla yüzde 11’i ve 27’si boyutlarında olan “bütçe açığı” ve “cari açık” ile yine dünyada üçüncü sırada gelmektedir. Ülkenin 25 yaş altı nüfustaki işsizlik oranı da yüzde 35-37 arasındadır.Dünyanın diğer bölgelerinde yaşananlara göz attığımızda da;- Latin Amerika’da Şili ve Ekvador neoliberal politikalara başkaldırırken; Arjantin, Uruguay değişimi “seçimden” beklemekte; Bolivya, Evo Morales’in zaferini ilan etmesiyle “seçim usulsüzlüğü” iddialarıyla çalkalanmaktadır. - Kamu ulaşımına yapılan zamların tetiklediği bir diğer Güney Amerika ülkesi Şili’dir. Şili’de kişi başına gelir 15 bin doların üzerindedir. Latin Amerika ölçülerinde göreceli yüksek refah düzeyine karşın nüfusun %1’inin gelirin %33’üne el koyması, Türkiye’nin de önünde, Şili`nin “OECD’nin gelir adaletsizliği en yüksek ülkesi” sıfatına sahip olması halkın öfkesini köpürtmektedir.Yaygınlaşan ve giderek büyüyen protestolar karşısında Başkan Sebastian Pinera, önce metro zamlarını geriye aldı, sonrasında da Santiagolular’dan özür dileyerek, çalışanlara aktarılan sosyal yardım paketinin yüzde 14 genişletildiğini duyuruyordu. Başkan Pinera daha sonra bunlarla da yetinmeyerek kabinede değişikliğe giderek, İçişleri Bakanı Andres Chadwick’i de görevden aldı. Ancak şimdiye değin bu politika dönüşümlerinin hiçbiri, Şili halkının on yıllarca uygulanmakta olan neo-liberal pratiklere karşı olan direnişini yumuşatmaya yetmedi.- Endonezya’da laikliğin erozyona uğratılmasına, “İslâmizasyona” tepkiler yoğunlaşmaktadır.- Hong Kong’daki hareket “demokrasi”, Katalonya’daki ise “ulusal” sorundan kaynaklanmaktadır. Ancak her ikisinde de örtük biçimde, refahın bu bölgede daha yüksek olmasının, ülkenin geri kalanıyla “zenginliği paylaşmak konusunda isteksizliğin” payı yadsınamaz.SON DÖNEM YAŞANAN HALK HAREKETLERİNİN BENZER YANLARIBu konudaki bulgu ve gözlemlerimizi aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:* Genellikle kitle hareketleri/itirazlar, can yakan, geniş kitleleri ilgilendiren “tek bir meşru istek” ile (kamu hizmetlerine zam, sübvansiyonların kaldırılması vb.)başlamaktadır. Ancak ilk kıvılcım işlevini yerine getirdikten sonra, derinde çok daha köklü sorunlar bulunduğu ortaya çıkmakta ve hareketi derinleştirmektedir.* Hong Kong’daki hareketin “demokrasi”, Katalonya’dakinin ise “ulusal” sorunlar temelli olduğunu yukarıda zikretmiştik. Söz konusu iki bölge dışında geri kalan tüm halk hareketlerinin temelinde, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliklerin; yolsuzluğa bulaşmış yöneticilerin; hasım her zaman “neoliberalizm” diye adlandırılmasa da, piyasacı ekonomi politikaların emekçilerin, emeklilerin ücretlerini, sosyal haklarını aşağı çekmesine, yoksulluğun yaygınlaşmasına tepkilerin başat rol oynadığını söyleyebiliriz.* Şili’nin başkenti Santiago’da geçtiğimiz Cumartesi günü 1 milyonu aşan kalabalık, 6 milyon nüfuslu Lübnan’da her 4 kişiden 1’inin gösteriler için sokağa çıkması, anılan protesto hareketlerinin kitlesel bir boyut kazandığını göstermektedir. Keza kalabalıklarda, Müslüman ülkeler de dahil, gençlerin ve kadınların ağırlığı izlenmektedir. Bir diğer ifadeyle, sıkıntıda olan kesimler, yaş, cinsiyet, din ayırımı olmaksızın taleplerini sokaklarda dillendirmektedirler.* Yaşanan bu kitle hareketlerinde öne çıkan liderler ve/veya örgütsel yapılardan söz edilmemektedir. Hatta sözcü bile bulunmadığı gözlenmektedir. Bu bağlamda Hong Kong’da en bilinen muhalif Joshua Wong hapisteyken, Katalonya’da Carles Puigdemont sürgündeyken bile gösterilerin boyutunun azalmamasını; Rusya’da önde gelen muhalif Alexander Navolyny’in gözaltına alınmasından sonra tepkilerin hız kesmemesini sayabiliriz.* Protestoların kitleselliği, katılanların kararlılığı ve boyutunun, merkezi yönetim egemenlerine geri adımlar attırdığı; Lübnan ve Şili’deki kitle hareketlerinin tetikleyicisi olan uygulamalar, tıpkı Fransa’da Sarı Yeleklileler’in karbon vergisini iptal ettirmesine benzer sonuçlar verdiği görülmektedir. Ancak bu münferit uygulamalar, sokağa çıkmış olan halkın daha kapsamlı taleplerinden vazgeçip, evlerine dönmesi için yeterli olmamaktadır.
SONUÇ YERİNEGlobâl çapta toplumsal bir memnuniyetsizlik ve ısınma boy göstermektedir. Hemen her yönden, gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden benzer işaretler gelmektedir. Verilen mesaj da, “bugünkü düzenin süremeyeceği” yönünde. Son birkaç aydır Hong Kong’dan, Şili’ye değin uzanan gösteriler, Brexit sürecinde yaşananlar, Trump’ın çaresiz tweet yağmuru, şimdilerde egemen olan “sağcı popülist dalganın” sonunun yaklaştığını göstermektedir.Toplumsal tepkinin temelinde, çatırdayan sistemi “küreselleşme” ve “neoliberaizm” uygulamalarıyla aşmaya çalışan, bu yolla siyasi otoriterleşmenin önünü alabildiğine açan popülist hareketler ve yaklaşımlar yatmaktadır. Bu uygulamaların sonucunda, alabildiğince “bozulan gelir ve servet dağılımı”, “işsizlik”, “işlevsiz demokrasi” ve yolsuzluk ağlarıyla yayılan “çürümüşlük”, küresel fotoğrafın ana unsurları olmuştur. Lidersiz ve örgütsüz bugünkü kitle hareketindeki arayışın ilham kaynağı “eşitlik” olarak durmaktadır.
Yazının DevamıBüyüme Amaçlı Bir Faiz İndirimi Daha
24 Ekim günü toplanan Merkez Bankası (TCMB) Para Politikası Kurulu (PPK)’ndan, “beklentilerin üzerinde bir faiz indirimi” geldi. TCMB, “politika faizi” olarak nitelendirilen “haftalık repo faizini” yüzde 16,5'tan yüzde 14'e çekti. Bu konuda piyasa beklentisi, 1 puanlık indirim yönündeydi. TCMB böylece Temmuz Ayı’ndan bu yana toplam 1000 baz puanlık (yüzde 10) faiz indirimi yapmış oldu.
KARARA İLİŞKİN TCMB AÇIKLAMASI
Yazının DevamıKüresel yoksulluk: Azalıyor mu?
Geçen hafta 17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü (International Day for the Eradication of Poverty)’nün 30’ncu yılıydı. Tema ise, bu yılın, 20 Kasım 1989’da ,İlk kez toplanan “Çocuk Hakları Kongresi/ Convention on the Rights of the Child (UNCRC)”nin 30’ncu yıldönümü nedeniyle “yoksulluğu sona erdirmek için çocukları güçlendirmek, aileleri ve toplumla birlikte hareket etmek (acting together to empower children, their families and communities to end povert” şeklinde belirlenmişti.Diğer yandan geçtiğimiz hafta Nobel Ekonomi Ödülü, küresel yoksulluğu azaltmak için çalışan üç ekonomiste verildi.Bu yıl dönümü ve Nobel ekonomi ödülünden hareketle, günümüzün sosyo ekonomik sorunlarının en başında “gelir dağılımında eşitsizlik” ve “yoksulluk” olgularının geldiğini göz önüne alarak, bu haftaki yazımızda “yoksulluk” konusunu ele aldık.YOKSULLUĞUN TANIMI Yoksulluk veya fakirlik, günlük temel ihtiyaçların tamamını veya büyük bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip olmama durumudur. Özellikle, yiyecek, içecek, barınma, giyim-kuşam gibi temel ihtiyaçlara zor erişmek veya erişememek yoksulluk olarak tanımlanabilmektedir. “Mutlak yoksulluk” olarak da adlandırılan bu olgu, hane halkı ya da bireyin, yaşamını sürdürebilecek asgari bir gelire sahip olmaması; temel ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli mal ve hizmetten yararlanamaması ya da asgari tüketim düzeyinden mahrum kalması durumudur. İnsanların temel gereksinimlerini karşılama olanağına sahip bulunmaması ve kişilerin yaşayabilecekleri en düşük yaşam standartlarına sahip olamaması şeklinde tanımlanabilecek yoksulluk olgusu, işsizlik, yoksunluk, ayrımcılık, sosyal dışlanma gibi olgularla hem iç içe, hem de etkileşim içindedir.Dünya Bankası tarafından yayımlanan yoksulluk göstergelerinde, 2011 yılı günlük Satın Alma Gücü Paritesine göre 1,9 $’ın altında gelir elde eden insanlar “açlık sınırı altında” kabul edilmektedir.GLOBAL YOKSULLUK ve EŞİTSİZLİKTEKİ SON GÖRÜNÜMYoksulluğun küresel çapta tedrici olarak azaldığı Dünya Bankası (DB) raporlarında da yer almaktadır. DB’na göre “globâl yoksulluk seviyesi”, 1999 yılındaki 28.6 sayısından 9.9 sayısına (2015) “düşmüştür”. Anılan bu orandaki düşüş, 1990 yılına göre yüzde 36 sayısına karşılık gelmektedir. Dünya Bankası verilerine göre, 25 yıldan az bir süre içinde 1,1 milyar kişi "yoksulluktan kurtulmuş, 1990 - 2015 yılları arasında, uluslararası yoksulluk sınırı (günlük geliri 1,90 doların altında) yaşayan insanların sayısı 1,9 milyardan 735 milyona gerilemiş oldu. Yani bu ölçüye göre, dünyadaki toplam nüfusun yüzde 36'sına denk düşen yoksul oranının yüzde 10'a düştüğü anlaşılmaktadır.Bu konudaki gelişmeleri, Çin, Hindistan ve küresel bağlamda aşağıdaki grafikte izleyebiliriz.
Credit Suisse tarafından yayınlanan 2017 yılı Global Zenginlik Raporu (Global Wealth Report)’na göre 280 trilyon Amerikan Doları ($)’na ulaşmış olan dünya geliri/zenginliğinin, yetişkinlikler arasında (gelir gruplarına göre) dağılımı aşağıdaki grafikte gösterilmiştir.
Yazının DevamıGelmeyen yabancı sermaye, kaldık yine sıcak paraya
Bilindiği gibi, 1990’larda başlayan uluslararası finansal bütünleşmenin (entegrasyonun) ardından sermaye akımlarında ortaya çıkan artışların, gelişmekte olan ülke ekonomileri üzerindeki olumlu etkileri, ekonomi dünyasının ana gündemidir. Net sermaye artışları bu ülkelerin ekonomilerini doğrudan etkilediği gibi, bu ülkelerde yarattığı “dış talep” yoluyla da gelişmiş ülkeleri ve netice de küresel ekonomiyi etkilemektedir.Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) tarafından yayınlanan 1 Ekim tarihli rapor verilerine göre, bu yıl gelişmekte olan ülkelere 96.5 milyar dolarlık “net sermaye girişi” beklenirken, en fazla girişin 67.4 milyar Amerikan Doları ($) ile Hindistan’a yöneleceği öngörülmektedir.* Türkiye’ye ise sadece 5.4 milyar $ tutarında “cüz’i” bir fon akışı beklenmektedir.GLOBAL PARASAL GENİŞLEME2008 ekonomik krizinden bu yana yaşanan “durgunluğu” tam olarak atlatamayan ve önümüzdeki dönem için yapılan tahminlerde de bu olgunun artacağı hesaplanan ABD ve Avrupa ülkelerinin merkez bankaları, yeniden “parasal genişleme sürecine” girdiklerini açıklamışlardı. Bir süredir “parasal daralma” politikasına geçen, bunun gereği olarak “faiz yükseltmesine” giden ve “hazine bonosu geri alımını durduran” Batı ülkeleri merkez bankalarındaki son politika değişikliğinin (faizleri yeniden düşürme ve hazine bonosu geri alımına yeniden başlama) başat sonucu, “küresel sermaye akışının da yön değiştirmesi” şeklinde olacaktır.Batı merkez bankalarının uyguladığı düşük ve negatif faiz politikalarının da etkisiyle, yılın kalan bölümünde “gelişmekte olan ülkelere net sermaye girişinin hız kazanması” beklenmektedir. Ancak, yazımızın sonraki satırlarında da görüleceği üzere, IIF tarafından bu konuda yapılan çalışmaya göre “Türkiye’nin, söz konusu akımdan yeterince yararlanamayacağı” ortaya çıkmıştır. IIF VERİLERİNE GÖRE NET SERMAYE AKIŞI Anılan Enstitü tarafından yapılan son çalışmaya göre bu yıl, ülkemizin de içinde olduğu “gelişmekte olan ülkelere 96.5 milyar $ tutarında net sermaye girişi” beklenirken, en yüksek girişin 67.4 milyar $ ile Hindistan’a olacağı öngörülmektedir.Gelişmekte olan ülkelere Ağustos Ayı’ndaki 30.9 milyar $’lık net sermaye girişinin ardından Eylül’de de 37.7 milyar $ tutarında fon akışının yaşanmış olması öngörülmektedir. Yılın “ikinci çeyreğinde toplamda 34.6 milyar $’lık para çıkışı” gerçekleştiği dikkate alındığında, söz konusu toparlamada, “gecikmeli talebin” etkili olduğu belirtilmektedir. Raporda, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşına ilişkin Mayıs Ayı’nda bozulan algının, ikinci çeyrekteki sermaye çıkışında etkili olduğu vurgulanırken; ticari geriliminin artması durumunda, sermaye çıkışlarının daha fazla uyarılacağına işaret edilmektedir.Yıllık ölçekte en fazla “net sermaye akışına” muhatap olacak ilk 15 ülkeyi aşağıdaki tablodan izleyebilirsiniz.
IIF tarafından, sermaye girişi yaşanması beklenen 17 ülkeye toplam 308.8 milyar $ fon girişi öngörülmektedir. Diğer yandan, sermaye çıkışı olacağı öngörülen 6 ülkedeki para çıkışının 212 milyar $’a ulaşacağı hesaplanmaktadır. IIIF’in tahminlerine göre G.Kore’den 59.7, Suudi Arabistan’dan 57.6, Rusya’dan ise 57.3 milyar $’ı bulan sermaye çıkışı yaşanması beklenmektedir. Yukardaki tablodan yapılacak bir diğer çıkarım da, Çin’in, net sermaye girişindeki (gelişmekte olan ülkeler arasında) liderliğini Hindistan’a teslim etmesidir. 2019 yılının sonunda gelişmekte olan ülkeler arasında “en yüksek sermaye girişinin Hindistan’a” yönelmesi beklenmektedir. Hindistan’a geçen yıl 62 milyar $’lık sermaye girişi yaşanmışken, bu yıl anılan sayının 67.4’e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Hindistan’ın ardından en fazla sermaye girişinin, 51 milyar $ ile ikinci sıradaki Çin’e olması öngörülmektedir.GELİŞMİŞ ÜLKELER İÇİNDE TÜRKİYE’NİN DURUMUYukardaki sıralamada da görüldüğü gibi, yakın döneme kadar Türkiye ile birlikte değerlendirilen Brezilya, Endonezya ve Meksika’ya sırasıyla 34.9; 34.6; 23.1 milyar $ tutarında yabancı sermaye girişi olması beklenmektedir. Yine aynı kategoride yer alan G.Afrika ve Kolombiya’ya da sırasıyla 14.6 ve 13.6 milyar $’lık giriş olacağı tahmin edilmektedir.Bu grupta yer alan Türkiye için hesaplanan ve 2019 yılında giriş yapması beklenen toplam yabancı sermayenin ancak yıllık 5.4 milyar $’a ulaşacağı öngörülmektedir.Ekonomik kriz içindeki Arjantin’e 18.6 milyar $, siyasi krizlerle boğuşan Ukrayna’ya bile 5.8 milyar $’lık hesaplanan sermaye girişi bile ülkemize girecek tutardan fazladır.Yabancı yatırımcı ilgisini betimleyen bu sonuç, şüphesiz ki Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve jeopolitik durumun bir yansımasıdır. Bir diğer anlatımla ülkenin ekonomik durumu, Ankara yönetiminin anlattığı, TÜİK’unun açıkladığı gibi değildir. Zaten bu olgu, uluslararası dereceleme kuruluşlarının notları, ülke riskini gösteren CDS sayıları, uluslararası kuruluşların ülke raporlarında uzun süredir seslendirilmektedir.Bu durumda bile ülke ekonomisi hâlâ, algı yönetimi, örtük IMF ilişkileri, kısa vadeli sıcak paraya cazibe yaratma, TVF eliyle şirket kurtarma, kamu bankaları vasıtasıyla “zararına kredi” ve TL’nın baskılanan değeriyle yüzdürülmeye çalışılmaktadır. Ekonomi kuramındaki “zaman değerini ve maliyetini” hesaba katan yok.(*): IIF Capital Flows Tracker: The Snapback, 1 Ekim 2019, https://www.iif.com/Publications/Members-Only-Content-Sign-in?returnurl=/publications/id/3581
Yazının Devamı