Ethem Gönenç

iegonenc@igemportal.org

Son Yazıları

Yıldız Kenter ile Şükran Güngör’ün aşkı

Birkaç gün önce 90. yaş gününü kutlayan büyük sanatçı, gururumuz Yıldız Kenter hanımefendiye ithaf olunur...Yirmi sekiz yaşlarındaki Yıldız, otuz yaşlarındaki Şükran’ı ilk olarak 1956 yılında Ankara’da Küçük Sahne’de, Şükran’ın rol aldığı ‘Dünkü Çocuk’ oyununu izlerken tanır. Nereden bilsin ki oyunculuğundan etkilendiği bu adam, sekiz yıl sonra eşi olacak... Sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’nda bir araya gelir ve birkaç oyunda birlikte sahne alırlar. İlk dostluklar biraz çekişmeyle başlar ya, onların da aralarında tatlı tartışmalar yaşanır. Bu yıllarda Yıldız, Nihat Akçan ile yaptığı ve yedi yıl süren evliliğini bitirmektedir. Bu evlilikten Leyla adında bir kızı olmuştur. Bir gün Muhsin Ertuğrul, Yıldız’a iki oyun önerir, Cadı Kazanı ve Öfke. Öfke’yi kabul eden Yıldız, Şükran’la yeniden aynı sahneyi paylaşacaktır. Ondan sonra da dost olurlar. “Aşk değildi ilk hissettiğim” diyor Yıldız Kenter; “Düzensiz, kaypak bir yaşamdan sonra güveni, huzuru, hoşgörüyü, anlayışı, saygıyı arayan iki insandık. Bizi bunlar yakınlaştırdı. Aşk, sonradan geldi.” Ama Şükran hemen ilk günlerde âşık olmuştur Yıldız’a... İkisi de zorlu hayatlardan süzülüp gelmişler. Aşkı, ihaneti, ayrılığı tatmış, yenmiş, yenilmişler. Demini almış iki insanın birbirinde anlayışı, huzuru, saygıyı bulması... İlişkiyi ağırdan alması, aşka vakit tanıması... Sonunda aşklarını itiraf ederler ve evlenmek isterler. Ancak her ikisinin aileleri de karşıdır bu evliliğe. Yıldızın annesi Olga kızının parasız, pulsuz, çulsuz adamla evlenmesini istemez. Şükran’ın ailesi de evlenip boşanmış bir kadına çok sıcak bakmamaktadır. Ancak onlar kararlıdır. 1964 yılında bir gece “Pembe Kadın”da birlikte oynar, oyun bitince de Teşvikiye’de bir dost evine gidip kimseye haber vermeden, gösterişsiz bir törenle nikâhlanırlar. Nikâh çıkışı ikisi de kendi ailelerinin evine giderler yatmaya, kimse bir şey anlamasın diye... Bu, uzun süre böyle devam eder. Ne var ki, evliliklerinin gizliliği çok sürmez ve herkes öğrenir. Ama sonunda sulh olurlar aileleriyle...MUTLU YILLARBu arada kendi tiyatrolarını kurup borç harç bir bina inşa ettirirler. Tabii sıkıntı çekerler, borç yüzünden tiyatroları kapanır, evlerine haciz gelir. Hatta bir ara geçim derdi yüzünden Şükran, Zeki Müren’in alt kadrosunda uduyla sahneye çıkıp şarkı söylemeyi bile düşünür. Ama birlikte, omuz omuza verip aşarlar bu zor günleri... Bu mutlulukları 2001 yılında Şükran Güngör’ün vefatıyla son bulur. Şükran, Bodrum Turgutreis’te denize karşı yatmaktadır artık... Mezar taşının üzerinde, kendi imzasının hemen yanında bir imza daha, Yıldız’ının imzası vardır... Yıldız, Şükran’ını yitirdiğinden beri her fırsatta ona karşılıksız mektuplar yazar:“.... Kafamda, yüreğimde, önümde, ardımdasın. Hep yanımdasın. Çiçeklerde, esen rüzgârda, doğan güneşte, incecik beliren ayda, dolunayda hep sen varsın. Seni duyuyorum, seninle yaşıyorum, konuşuyorum, dertleşiyorum. Sana uzanmak, o şefkatli ellerine dokunmak istiyorum. Dokunamıyorum... Ağlıyorum. Yıldız.”Dile kolay; aynı sahne üzerinde, evde, stüdyoda, sette tam kırk altı yıl birlikte aşkla yaşamak, birlikte yaşlanmak... Ne diyeyim, haydi rastgele size!

Yazının Devamı

Suyla yolculuk 232 - Cahide Sonku

Koca İbrahim Paşa’nın torunu, Yüzbaşı Necati Bey’in kızı olarak, 1916 yılında Yemen’de dünyaya gelmişsin. Adın Cahide Serap imiş. Yemen’den İstanbul’a geldikten bir süre sonra, babanın çapkınlıklarına dayanamayan annen ondan boşanmış. İşte senin şöhretten sefalete uzanan hayat hikâyen de böyle başlamış...

Önce Halkevleri Tiyatrosu ve İstanbul Belediye Konservatuarında oyunculuğa başlamış, ardından da 1932’de -Muhsin Ertuğrul’un seni keşfetmesiyle- Darülbedayi’de “Yedi Köyün Zeynebi” ni oynamışsın. Hemen sonra Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Söz Bir Allah Bir” filmiyle, daha on altı yaşındayken sinemaya adım atmışsın. Tam da, batılı bir anlayışla sinema yapmaya çalışan Muhsin Ertuğrul’un elinde yoğrulacak bir hamurmuşsun. Gizemli, soğuk, güzel, sarışın Cahide’m, artık Yerli Marlene Dietrich olarak anılıyor ve Sonku soyadını alarak zirveye tırmanıyormuşsun.

Yazının Devamı

İhsan Raif

Bugün sözleri, ezgileri sizi alıp götüren şarkıların bestecisi İhsan Raif hanımın öyküsünü anlatacağım... İhsan; 1877 yılında Nazır Köse Mehmed Raif Paşa’nın kızı olarak doğmuşsun. O günlerde Şişli’de “Taş Konak” diye bilinen konakta yaşamaktaymışsınız. Konağınız şiirin, musikinin, sanatın, edebiyatın mekânıymış... Sen de bu ortam ve ailen sayesinde iyi bir eğitim almışsın. Bir gün ablan Belkıs ile konaktaki odanızda oynarken, odanızın kapısı birdenbire açılmış ve o güne kadar hiç görmediğiniz bir adam girmiş içeriye. Niyeti seni kaçırmakmış! Ama sizin çığlıklarınızla korkmuş ve koşar adım kaçarak gözden kaybolmuş. Sonradan bu davetsiz misafirin Mehmet Ali adında bir adam olduğunu ve evdeki hizmetkârların yardımıyla seni kaçırmaya kalkıştığını öğrenmişsiniz. Baban bu hadiseyi kafasında büyütmüş de büyütmüş; ona göre bu bir namus meselesiymiş ve mutlaka temizlenmeliymiş. Nihayetinde, senin ve diğer aile fertlerinin ağlamalarına, yalvarmalarına aldırmayıp daha 13 yaşında seni bu adamla evlendirip İzmir’e göndermiş. Sen ailenden, sevdiklerinden, çocukluk masumiyetinden ayrılmanın hüznünü ve hayal kırıklığını yaşarken, bir de hiç sevmediğin bir adamın karısı olmuşsun böylece. İşte bu ruh hali içindeyken, kendini bekleyen karanlık geleceğe dair kâğıda haykırdığın o şiirini yazmışsın; “Kimseye etmem şikâyet ...” Sonradan Kemancı Serkisyan’ın bestesine güfte olmuş bu şiir... Her şeye rağmen, bir dişi kuş içgüdüsüyle yuvanı sahiplenmişsin. Ancak kocan çapkın yaramaz bir adammış, içkiye ve gece hayatına düşkünmüş, bazen günlerce eve uğramazmış. Nihayet 14 yıl sonra, seni hayattan bezdiren bu hayırsız kocadan boşanmana izin çıkmış ve sen 27 yaşında, üç çocuk annesi bir genç kadın olarak dönmüşsün İstanbul’a. Bir süre sonra ikinci evliliğini yapmış, ama ilk gecenizde sana zorla elini öptürmek isteyen bu adamı hemen ertesi gün boşamışsın.MUTLU YILLAR1914 yılında, yazar-çizer Şahabettin Süleyman ile üçüncü evliliğini yapmışsın. Artık sen de dönemin tanınmış kadın şairlerinden biri olduğundan, eviniz Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e devrin edebiyatçılarının toplantı mekânı olmuş. Balkan Savaşı sırasında Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetinde gönüllü hemşirelik yapmış, Milli Mücadele’nin de ateşli destekçilerinden olmuşsun... Sen yalnızca şiir yazmakla kalmaz, şiirlerini besteler, zaman zaman da piyanonun başına geçip onları seslendirirmişsin. Güfte ve bestesi sana ait 19 yapıtın saptanmış, ayrıca başkalarının bestelediği şiirlerin de varmış. Ne yazık ki senin ilk ve tek büyük aşkın olan eşin, bir Avrupa seyahatinizde İspanyol gribine yakalanarak hayatını kaybetmiş. Eşinin böyle beklenmedik şekilde ölmesi, senin tekrar karanlığa gömülmene yol açmış. Ama bunu çabuk atlatıp, bu zor döneminde hep yanında olan Strasburglu şair Bell ile dördüncü evliliğini yapmışsın. Bell, sana aşkından dinini değiştirerek Hüsrev adını alsa da, bu son evliliğin Türkiye’de pek hoş karşılanmamış. Bu nedenle İsviçre’de yaşamış ve çeşitli Avrupa ülkelerine seyahat etmişsiniz kocanla. Son yolculuğun ise tedavi için gittiğin Paris’e olmuş. Orada geçirdiğin bir apandisit ameliyatı sırasında daha 49 yaşında hayata veda etmişsin...Haydi, ışıklar yoldaşın olsun, rastgele sana İhsan hanım

Yazının Devamı

S. Pınar ile A. Jale Aşkı

Ahhh, yurdumun iki güzel unutulmaz sanatçısı; Afife Jale ve Selahattin Pınar! Siz ne büyük aşk yaşamışsınız öyle, anlatmalıyım yaşadıklarınızı okurlarıma...

Selahattin,1902 yılında doğmuşsun. Baban eski Denizli Milletvekili Sadık Beyimiş. Senin hukukçu olmanı isterken, sen Ticaret Mektebi’ni bırakıp müziğe başlamışsın. Adamcağız dövünür dururmuş, oğlum çalgıcı oldu diye. Sonundabir gün tartışmalardan bıkıp, evi terk etmişsin. Kapıdan çıkarken de babana demişsin ki;

Yazının Devamı

Hayata serenad

Bu hafta; sivil toplum örgütlerinin yılmaz savaşçısı, kültürel birikimi müthiş bir kitap kurdu, arkeolog Müşerref Güneş Tabanoğlu ile romanımla ilgili söyleşi yapmak için İstanbul Kalamış limanına demir attım. Beni karşıladı, bir kahveye oturduk ve hemen anlatmaya başladı.... “Ethem bey, romanınızın baş kahramanı Ayşe kız ile başlayan yaşam öykünüz, kitabı okumaya başladığım andan itibaren beni çok etkiledi. Sizin de alıntıladığınız, kitabınızdaki o Kızılderili atasözünde olduğu gibi; “Bilgi tohumdur, bire yüz verir. Verdiği yüzün her biri bir tohumdur ki; sana bilgelik, torunlarınıza ilham verir,” diyerek, bilginin kesintisiz akışında yaptığınız içsel yolculuğunuzda, küllerinden yeniden doğan Anka Kuşu gibi yeni bilgeliklere, sanata, doğanın güzelliklerine, aşka kanat çırpmanızdı beni etkileyen! Etkilendiğim bir başka nokta ise; 68 kuşağının duyarlılığını ve mücadelelerini yaşamış genç bir adamın, bu kuşağın üzerine inen balyozun paramparça ettiği ruhunun yaşadığı acılara rağmen, yaşamı seyretmeyi bırakıp mücadele ederek, hayatın tam da içine dalıp, bu acı gerçekliği aşkın, sanatın sihirli gücüyle adeta serenad yaparak aşma çabasıydı.

KİTAP MI MASAL, MASAL MI KİTAP?

Yazının Devamı

Fosforlu Cevriye

Neriman Köksal ve İzzet Günay

Gözlerinden bellidir CevriyemSende kara sevda var!Morede fosforlumSende kara sevda var!

Bu şarkıyı hatırlayanınız ve unutulmaz “Fosforlu Cevriye” filmini görenleriniz vardır. İşte o filmdeki, bir zamanların Afet-i Devranı Neriman Köksal’ın aşkını anlatacağım bu hafta sizlere...1999 yılının ılık bir Ekim sabahıdır. “Surp Agop Hastanesi’nin dahiliye koğuşunda, Türk sinemasının yarı “vamp” yarı “abla” karakteri, sizlerin bildiği adıyla Neriman Köksal yatmaktadır. Sinemamızın unutulmazlarından Sadri Alışık’ın eşi Çolpan İlhan yatağa oturmuş, son anlarını yaşayan bu muhteşem kadının ellerini tutmaktadır. Neriman’ın kesik kesik şu cümleler düşer kurumuş dudaklarından:“Onu bana getir, son defa göreyim...”“Tamam, getireceğim onu. Sen şimdi dinlen, yorma kendini...” der Çolpan hanım. Hemen yataktan kalkar, gözlerinden süzülen yaşları siler ve hızlı adımlarla hastanenin girişindeki telefon kulübesine gidip bir numara çevirir;“Merhaba Ediz, ben Çolpan, Neriman’ın yanındayım, durumu hiç iyi değil. Son bir isteği var...”Telefonun ucundaki kişi, sinemanın romantik yakışıklısı Ediz Hun’dur. Birkaç saniye yutkunduktan sonra cevap verir: “Anladım! Şimdi gidip onu evinden alıp oraya getireceğim...” Neriman için bu kadar önemli kişinin, Neriman’ın “Kimse Fatma Gibi Öpemez” filminde birlikte rol aldığı ve aşık olduğu İzzet Günay olduğunu anlamıştır. Zaten sinema dünyasında herkes bilmektedir bu umutsuz platonik aşkı...HAYAT SÜRPRİZLERLE DOLUDUREdiz, İpek hanımla evli olan İzzet’i almaya evine gider. Ama “Hayır, eşime ayıp olur, gelemem” der İzzet arkadaşının kulağına usulca, İpek’in salonda olmadığı bir anda. Ediz ısrar etse de İzzet son sözünü söylemiş, yapacak bir şey kalmamıştır. Evden üzüntüyle ayrılır, birkaç saat sokaklarda dolaşır, Çolpan’a da haber veremez. Nasıl diyecektir ki “Gelmiyor” diye! Akşama doğru toparlanır hastaneye gider, merdivenleri çıkarken zorlanıyordur. Ama zor da olsa söylemelidir Neriman’a... Ancak odanın bulunduğu koridora gelince büyük bir şaşkınlık yaşar! Neriman’ın odasının kapısının önünde iki kadın durmaktadır; biri sevgili dostu Çolpan İlhan, diğeri de İzzet’in karısı İpek Günay. İkisinin de yüzünde buruk bir tebessüm vardır. Çolpan; “İzzet içerde...” der, hafifçe gülümseyerek ve sözlerini sürdürür: “Sen evden ayrıldıktan sonra İpek, İzzet’e ne olduğunu sormuş. İzzet başta söylemek istememiş, ama ısrar edince anlatmış ona.”“Evet” der, araya giren İpek Günay. “Duyunca çok üzüldüm ve İzzet’e, gitmesi için rica ettim. Baktım hâlâ tereddüt içinde, sen gitmezsen ben gidiyorum dedim! Onu da anlıyorum, beni kırmak istemiyor. Ama bu tek taraflı bir aşk ve saygı göstermek zorundayız. Sana çabaların için teşekkür ederim Ediz. Gerçek bir dostsun...”İzzet uzun süre baş başa kaldığı, karşılık veremediği aşkının odasından çıktığında çok üzgün ve bitkindir. Ediz’i selamlar ve İpek hanımla hastaneden ayrılır... Bu olaydan üç gün sonra, 22 Ekim 1999 günü Neriman mutlu bir şekilde gözlerini hayata yumar...Haydi, ışıklar yoldaşın olsun Fosforlu Cevriye!

Yazının Devamı

Zeynep ile Kamil

Bugün sizlere aralarında çok sayıda ünlü ismin de bulunduğu milyonlarca doğumun gerçekleştiği bir hastanenin öyküsünü anlatacağım. Malatya’nın Arapgir’in de doğan Yusuf Kamil yoksul bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta yetim kalması üzerine amcası Osman Paşa onu yanına alır ve okutur. Zeki, yetenekli, becerikli, bilgili, dürüst ve çok çalışkandır. Daha 21 yaşında Divan-ı Hümayun Kalemi’ne kâtip olur. Birkaç yıl İstanbul’da çalıştıktan sonra Mısır’a, Vali Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın sarayına atanır.Hidiv Sarayı’nın prensesi Züheyla Zeynep ise, M. Ali Paşa’nın üç kızından biridir. Güzel mi güzel, duygusal, narin ve merhametlidir. Kahire’nin yoksullarına yardım etmekte, herkesin derdiyle ilgilenmektedir.Kamil kısa sürede Paşa’nın güvenini kazanır ve bir süre sonra Mısır Hazinesi’nin kâtibi olur. Yeni görevi nedeniyle sık sık Hidiv Sarayı’nda Paşa’nın huzuruna çıkmakta ve bu sırada Zeynep’i de görmektedir. İkisi de birbirinden fevkalade etkilenmiştir.Kamil zamanla Paşa’nın evladı gibi olur. Ve bir gün Paşa Kamil’i yanına çağırır; “Zeynep ile birbirinize yakışıyorsunuz, kızımı sana nikâhlıyorum” deyiverir. Dillere destan bir düğünle evlenirler. Ancak bu evliliğe karşı çıkan çoktur. Kim oluyor da bu sıradan halk çocuğu Kavalalı ailesinden kız alıyordur. Nikâh öylesine tepki almıştır ki, Paşa ortalık yatışsın diye Kamil’i kısa süreliğine İstanbul’a göndermek zorunda kalır. 1845 yılıdır, Sultan Abdülmecid, kızı Adile Sultan’ı evlendirmektedir. Kamil bizzat Sultana Paşa’nın düğün hediyelerini sunar. Sultan ile aralarında sıcak bir dostluk oluşur. Mısır’a geri döndüğünde ise Mısır’ın ileri gelen eşraf ve devletlûlarının kendisine cephe aldığını görür. Bir süre sonra da önce M. Ali Paşa, ardından yerine geçen oğlu İbrahim Paşa ölür. Yeni vali Abbas Paşa, Kamil’e diş bileyenlerin başında gelmektedir. Koltuğa oturur oturmaz Kamil’e “Boşanacaksın Prensesimizden” der. Kamil direnince de Asvan’a sürgüne gönderilir. Orada da “Ya boşanacaksın, ya zindanı boylayacaksın” diye tehdit edilir. Tam zindanı boylayacakken, Zeynep’in ona gönderdiği terliği alır. Terliğin astarına gizlenmiş mektupta; “Hastasın, zindana girme, seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim” yazmaktadır. Kamil bunu okuduktan sonra gönül rahatlığıyla boşanma belgesini imzalar. MUTLU SONKamil’in sürgünde üç ayı dolmuştur, bir yolunu bulur Sultan Abdülmecid’i durumundan haberdar eder. Olan bitene çok kızan Sultan, Abbas Paşa’ya “Bizzat kendin Asvan’a gidip, Kamil’i sağ salim buraya göndereceksin” yazılı sert bir ferman gönderir. Ferman padişahındır, hemen Kamil İstanbul’a gönderilir. Sıra prenses Zeynep’tedir. Kamil yine derdini Sultana açar. O da Abbas Paşa’ya yine bir ferman yollar; “Tez elden Zeynep hanımı İstanbul’a gönder” der.Yıllar sonra nihayet Kamil ile Zeynep ikinci kez nikâh kıydırıp birbirine kavuşur. Ve aşk dolu yıllar birbirini kovalar, ancak bir türlü çocukları olmamaktadır. Onlar da hayıflanmak yerine Üsküdar’da bir arsa alıp, 1862 yılında bahçesi, külliyesi ve camisiyle hastaların ücretsiz yararlandığı yüz yataklı bir hastane kurdururlar. Hatta zamanı geldiğinde yan yana yatacakları türbeyi de yaptırmayı unutmazlar. O günlerden bu yana hastanede dünyaya gelen tüm kız bebeklerin göbek bağları Zeynep, erkek bebeklerin ise Kâmil adıyla kesilmektedir.Haydi, rastgele size Zeynep ile Kamil!

Yazının Devamı

Can Yücel

Bir önceki Pazar günü ölüm yıldönümü olan büyük usta Can Yücel’in yaşamını anlatayım da, onu bir kez daha sevgi ve saygıyla anmış olalım. Hasan Ali Yücel ile Refika Hanım’ın ikiz çocuklarından biri olarak, 21 Ağustos 1926 günü dünyaya gelir. İkizi kızdır ve adı Canan’dır. Daha sonra Gülümser adında bir kardeşleri daha olur. Can, babasına büyük bir tutkuyla bağlıdır. Ancak ikiz kardeşiyle sürekli kavga ettiğinden üçüncü sınıftan itibaren yatılı okula gönderilir. Daha on yaşından itibaren, babaannesinden öğrendiklerinin etkisiyle şiir yazmaya başlar. Babasının Milli Eğitim Bakanı olması nedeniyle Ankara’ya taşınmışlardır. 1941’de Ankara Erkek Lisesi’ne girer, burada Nazım’ı ve Dünya Edebiyatı’nı tanır. Liseyi bitirdikten sonra da Ankara Üniversitesi DTCF Klasik Filoloji Bölümü’ne devam eder. 1946 yılında, çok partili düzene geçişle birlikte sol kanattaki sanatçı ve politikacılarla yakınlaşır. Bütün bunlardan haberdar olan Hasan Bey, onu İngiltere’ye Cambridge Üniversitesi’ne yollar. Cambridge’deki eğitimi esnasında sınıf arkadaşlarının kendisinden çok daha ileride olduklarını görür ve bu yüzden bir süre sonra Linkfield’e geçer. Burada Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Hanım’la beraber yaşar. Londra’da tarih öğrenmek için de “Courtauld Institute of Art”a gider. Aldığı öğrenci bursu yetersiz kaldığında incik boncuk satar, bazen de sırtına bir reklam panosu takıp sokaklarda dolaşır... Yaşantısından memnundur, lakin babası onu Türkiye’ye çağırmaktadır. Böylece üniversite eğitimi bir diploma alamadan sona erer.Askerliğini 1953’te Kore’de yapar ve savaşın kirli yüzünü görür. Askerden döndükten sonra bir süre iş bulamaz. Ancak 1956 yılında DSİ Gen. Md Süleyman Demirel’in onayıyla iki yıl boyunca DSİ’nin Bornova merkezinde çalışır.EVLİLİK VE SONRASIBu yıllarda Bedri Rahmi’nin öğrencisi olan Güler Hanım’la tanışır ve hemen âşık olurlar birbirlerine. 1956 yılında da, Güler Hanım eğitimini yarıda bırakır ve evlenirler. Bu evlilikten Yeni Hasan, Güzel ve Su adını verdikleri üç çocukları olur. Evlilik sonrası tekrar yurtdışına gidip, Londra’da BBC Türkçe Yayınlar Bölümü’nde spiker olarak çalışmaya başlar. Bu yıllarda İngiliz şiirinden birçok çeviri de yapar. Nazım Hikmet’in ölümü hayatında bir dönüm noktasıdır. 1963’te BBC’den ayrılıp Türkiye’ye geri döner. Bir süre Marmaris ve Bodrum’da turizmde çalışır, sonrasında ise yazıları ve kitaplarından aldığı teliflerle geçimini sürdürür. 12 Mart 1970 döneminde çevirdiği bir kitap yüzünden on beş yıl hapis cezasına mahkûm olur. Ancak iki buçuk yıl hapis yattıktan sonra 1974 affıyla serbest bırakılır. Şiirlerinde; en yakası açılmadık küfürlerden en acılı ağıtlara ve en yoğun sevdalara, en afili sokak ağızlarından en yalın, en sade söyleyişlere kadar her şeye yer verir büyük ozan.Sonunda Datça’ya yerleşir. Can Yücel Datça’yı, Datça onu çok sever. Datça’daki yaşamı onun en güzel şiiridir. 1998 yılında kansere yakalanır. Bir yıla yakın tedavi görse de sonuç alınmaz ve 12 Ağustos 1999’da ışıklara yürür... Işıklar yoldaşın olsun, haydi sana rastgele Can baba!

Yazının Devamı

Manastırda bir taş eksilecek

Ne güzel, saf, temiz, çocuk ruhlu insanları var yurdumun... İşte onlardan biri; Mardin’den on dört kilometre uzaklıktaki “Bine-bil köyü”nden Bahe Binebil. Ona #tarihikentmardin #arkeoloji_dunyasi sayfalarında rastladım. İşte Bahe’nin öyküsü!

Tren istasyonunda hamallık yapan “Hanna Süryani” ile “Vedia hanım” çiftinin 1928 doğumlu çocuğudur Circis Kaplan, namı diğer Bahe Binebil. Annesi Circis’e “Bahe” lakabını takmıştır. Mardinliler de Süryanice bülbül manasına gelen ve doğduğu köyün ismi olan “Binebil” lakabını buna eklerler. Böylece artık “Bahe Binebil” olarak anılmaya başlanır.Bahe’nin ailesinin maddi durumu pek iyi değildir. İlk bebeklik yıllarında ailesi, özellikle ablaları tarafından çok sevilir. Bir buçuk yaşındayken annesi onu bir kuyunun yanındaki yatağa yatırır. Uyurken, aniden yanına yanaşan bir çılgın horozun saldırısına uğrar. Çığlığına annesi yetişir. Yüzü gözü yara bere içindedir. Kalıcı izler bırakmıştır bu olay Bahe’de. Dört yaşına kadar pek bir şey belli olmaz, ancak daha sonra zihinsel olarak da izler kaldığı ortaya çıkar. Bahe artık çocuk gibi kalacaktır; saf bir çocuk. Ayrıca konuşma ve anlama güçlüğü çekecektir yaşadıklarından dolayı. Bahe altı yaşında iken babasını kaybeder. Anne Vedia çaresiz kalır çocuklara bakmakta. Baba evine dönmekten başka çözümü yoktur, ama Bahe’yi götüremeyeceğini bilmektedir. Yüreği sızlayarak, gözyaşları içinde Bahe’yi Delrulzafaran Manastırı’na bırakır. Manastırın kapısından girip ona son defa sarılır ve “Biz geleceğiz oğul,” der. Sonra kapıya koşar ve hıçkırarak: “Biz geleceğiz Bahe... geleceğiz,”diye çığlık çığlığa tekrar edip durur... YETMİŞ YILLIK BEKLEYİŞKız kardeşi onu; “Hem çocuk hem de saf biriydi kardeşim ve biz onu Manastıra bırakmıştık çaresiz. Manastırdakiler onun hem annesi hem de babası oldu. Manastırın kapısı her açıldığında canım Bahem koşar, ilk o açarmış kapıyı, anam geldi diye bağırarak” diye anlatır. Bahe uzun yıllar manastırda kalır, çobanlık, bahçıvanlık gibi çeşitli işlerde çalışır. Yaklaşık yetmiş yıl manastırda kalmasına rağmen bir türlü Süryaniceyi konuşamaz. Sadece annesinin ona öğrettiği Arapçayı bilir ve onu konuşur. Manastırdakiler; “Bahe amca bu manastırın bir taşı haline geldi. Allah göstermesin Bahe amca ölürse manastırda bir taş eksilecek” diyecek kadar çok alışmışlardır ona. Yıllar yılları kovalar, ama Bahe hep annesinin yolunu gözlemektedir. Yaşlanmasına rağmen çocuk gibidir ve hâlâ annesinin geleceğine inanmaktadır. Mardin Kırklar Kilisesi Başpapazı Gabriel Akyüz; “Annesi altı yaşında iken kendisini Delrulzafaran Manastırı’na bırakıp gitti. Bugün, yani yetmiş altı yaşına bastığı bugünlerde bile o hâlâ annesini bekliyor” diye anlatır. İşte tam yetmiş yıl annesini bekleyen Bahe’nin kalbi daha fazla bu hasrete dayanamaz ve 2014 yılında ışıklara yürür. Böylece Deyrulzafaran Manastırı’nda bir taş eksik kalır. Haydi ışıklar yoldaşın olsun Bahe Binebil, rastgele sana!

Yazının Devamı

Çiğdem ile Melih

İçimden geldi, bu hafta aşkın çok ötesinde yaşayan Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ı anmak ve yazmak istedim.Çiğdem, 31 Ekim 1939’da edebiyatçı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişsin. Robert Koleji bitirdikten sonra filoloji eğitimi almış ve on yedi yıl bir özel okulda İngilizce öğretmenliği yapmışsın. Mutsuz bir evliliğin olmuş, ama bir kızın olduktan sonra boşanıp şarkı sözü yazmaya başlamışsın.Melih, sen de 6 Eylül 1951 günü İstanbul’da doğmuşsun. Baban, “Asfalt Osman” lakaplı ünlü İzmir belediye başkanı Osman Kibarmış. Sekiz yaşında İstanbul Belediyesi Konservatuarının Piyano Bölümü’ne girmişsin. İlk profesyonel müzik çalışmalarına 1969 yılında başlamış, 1970 yılından itibaren de Timur Selçuk’la birlikte olmuşsun. Bu yıllarda aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde kimya mühendisliği eğitimi almışsın.Çiğdem, kader 1975 yılında, sen otuz altı yaşındayken, 24 yaşındaki Melih’i çıkarmış karşına. Hemen kaynaşmışsınız ve başlamışsın Melih’in bestelerine şarkı sözü yazmaya... Öyle görür görmez âşık olmamışsınız birbirinize. Gün be gün gelişip, şarkılarınızda kendi kendini büyütmüş aşkınız... Birlikte festivallere gitmiş, TV programlarına, konserlere çıkmış ve çok sayıda ödül almışsınız. Sonra Melih’in yüksek lisans yapmak için Londra’ya gitmesiyle zoraki bir ayrılık yaşamışsınız. Ama aşk bu, mesafeleri dinler mi? Sevdiğin adamı görebilmek için her fırsatta Londra’ya uçmuşsun. Çok mutlu günleriniz olmuş orada...1976 sonunda İstanbul’da buluşup, yeni yılı Tarabya’da bir restoranda birlikte karşılamışsınız. İlhan İrem ve Erol Evgin ile birlikte Melih sana demiş ki;“Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen / Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem / Şarkılara can veren ilham meleğimizsin sen.”Ama aradaki yaş farkı hep duvar olmuş aşkınıza. Saray terbiyesiyle yetişmiş sen çok korkuyormuşsun, “Kocaman kadının çıtır sevgilisi var” demelerinden. Sonunda dostça ayrılmışsınız, ama birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürmüşsünüz. Sekiz senede 270 şarkı yapmışsınız.ŞARKILAR ÖKSÜZ KALDI1980’lerin başında “Göğüs kanserisiniz” demişler sana. Geç konulmuş bir teşhismiş bu. Tedavi için Londra’ya gidip geliyormuşsun. Neşeli görünmeye çalışıyormuşsun ama hastalık bir türlü geri adım atmıyormuş. Hastane masrafların çok artmış, ama ünlü şarkıcı dostların yetişmiş imdadına. Bir araya gelip sana destek için “Çiğdem Talu’ya Selam” adıyla bir konser düzenlemişler. Ama sonunda lanet hastalık yapmış yapacağını ve 28 Mayıs 1983 günü gazeteler: “Şarkılar öksüz kaldı,” diye manşet atmış.Senin ölümünden sonra Melih de kapkaranlık bir sessizliğe bürünmüş. Artık eskisi gibi beste yapamıyormuş. Son olarak piyanosunun başına geçmiş ve “Sessiz Veda” bestesiyle selam göndermiş sana...Ya, sonra mı? Melih de kansere yakalanmış ve 7 Nisan 2005 günü kapamış gözlerini, sana kavuşmuş. Tıpkı senin gibi, yoldaşlarınız Bebek’ten sonsuzluğa uğurlamışlar onu da...Haydi, ışıklar yoldaşınız olsun muhteşem âşıklar, rastgele size!

Yazının Devamı

Picasso’nın ilham perisi

Bu hafta sizlere Picasso’nun ilham perisi ve ilk eşi Olga Khokhlova’nın hayatını anlatacağım. 1891’de Ukrayna’nın Neznih kentinde doğan Olga Khokhlova 1912’de bir bale ekibine katılır, 1915’te bale sergilemek için ülkesini arkada bırakıp kumpanyayla birlikte seyahat etmeye başlar. Hemen iki yıl sonra gerçekleşen Rus devrimi yüzünden de ailesini bir daha hiç göremez.Picasso 1917’de Parade balesinin dekorlarını yapmak üzere İtalya’ya gider. Burada Olga ile tanışır ve 1918 yılında Paris’te evlenirler. Bu evliliği Olga’yı Rusya devrimine şahit olmaktan kurtarır, ama 1917-1920 arasında ailesinden haber alamaz. Mektuplar geldiğindeyse babasının ve erkek kardeşlerinin karşı tarafta savaşırken öldüğünü, annesi ve kız kardeşinin ise Gürcistan’a gittiğini öğrenir. 1921’de ilk çocukları doğar, adını Paulo koyarlar.EVLİLİK YILLARIOlga, Picasso’ya kafa tutabilen pek az kişiden biridir ve evlerinden kavga gürültü eksik olmaz. Bu yıllar Picasso’nun ününün katlanarak arttığı, çiftin sosyal basamakları hızla çıkıp yüksek sosyeteye katıldıkları yıllardır. Olga resmi toplantılardan, etkinliklerden, eğlencelerden çok hoşlanmaktadır. Başlangıçta Picasso’nun çok işine yarayan bu ilişkiler, bir süre sonra ona sıkıcı gelmeye başlar. Picasso ressam doğası gereği bohem bir yaşam tarzını tercih etmektedir. Hırslı Olga’nın artık zengin olan sanatçıyı evcimenleştirme tutkusu çok geçmeden ilişkilerini etkiler ve Olga giderek daha çok şüpheci olmaya, kıskançlık nöbetleri geçirmeye başlar. Picasso ise ona aldırış etmeden bildiği gibi yaşamayı sürdürür. Ama ne kadar sadakatsiz olursa olsun, “Bir erkek asla karısını terk etmemelidir” anlayışı yüzünden Olga’yı terk etmez.1927 yılına gelindiğinde, Picasso o zaman sadece 17 yaşında olan ve sanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan Marie-Therese Walter ile tanışır ve hemen sevgili olurlar. Picasso, Olga ile evliyken yaşadığı bu ilişkiyi rahatça sürdürebilmek için, genç sevgilisine evinin karşısında bir daire tutar. Marie ressama deli gibi âşıktır. Bir gün onunla evleneceği umuduyla yaşasa da bu hiç gerçekleşmez. 1935’te Maya adında bir kızları olur ve tam da o sırada Olga, Marie’nin varlığını öğrenir. Derhal boşanmak ister, ama Picasso bunu kabul etmez. Nedeni ise Olga’dan vazgeçememesi değil, Fransız yasaları gereği yapmak zorunda olduğu mal paylaşımına yanaşmamasıdır. Pratikte ayrılsalar da, resmen hiç boşanmazlar. Olga, Picasso’yu ayrılığa razı etmek için her yolu dener, yıllarca ressamı nefret mektupları bombardımanına tutar, gördüğü her yerde hakaret yağdırır, sevgililerine sataşır. Picasso da Olga’nın resimlerini gaddar imajlara dönüştürür. Marie ile ilişkileri sekiz yıl sürer, sonunda da Picasso Marie’yi de Dora Maar için terk eder. Marie, Picasso’nun 1973 yılında ölümünden dört yıl sonra kendini asarak intihar eder.Olga ayrılıkları sonrası Picasso’nun resimlerinde sadece bir metafor olarak kalır. Ancak ikili Olga’nın 1954 yılındaki ölümüne kadar resmi olarak boşanmazlar. Haydi, ışıklar yoldaşın olsun, rastgele sana Olga Khokhlova!

Yazının Devamı

Helen Keller

Baktığını gören bir kör, işittiğini duyan bir sağır ve kendini çok iyi ifade edebilen bir dilsiz; başardıklarıyla milyonlarca insan için esin kaynağı olan Helen Keller. İşte onun yaşam öyküsü...1880 yılının 27 Haziran’ında, ABD’nin Alabama eyaletinin küçük bir kasabasında, Tuscumbia’da sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelir. Ancak henüz iki yaşını doldurmadan geçirdiği yüksek ateşli bir hastalık nedeniyle görme, işitme ve konuşma yeteneklerini kaybeder. Ailesi, birdenbire huysuz bir çocuğa dönüşen, sık sık sinir krizleri geçiren Helen’in durumunu fark ettiğinde, onu sağır ve dilsiz çocuklar için öğretmenler yetiştiren bir okul açmış olan, telefonun mucidi Dr. A. Graham Bell’e götürürler. Bell, onlara kendi okulundan mezun olmuş bir özel öğretmen tutmalarını tavsiye eder. Onlar da okuldan yeni mezun olan yirmi yaşındaki öğretmen Anne Mansfield Sullivan ile anlaşırlar. Aslında Anne’nin kendisi de çok az görme yeteneğine sahip bir engellidir. Böylece yedi yaşındayken Helen’in yaşamına giren Anne, sabrı ve sevgisiyle bu küçücük çocuğa yıllarca karanlıktan aydınlığa giden yolda rehberlik yapar.HER ŞEY SU İLE BAŞLADIAnne, öncelikle işaret dilini ve Braille alfabesini öğretir Helen’e. Nesneleri öğretmek için Helen’in eline adlarını yazıp, nesnelere dokunmasını ve böylece onların ne olduğunu algılamasını sağlar. İlk öğrettiği sözcük “su” olur. Tulumbadan su çeker, Helen’in elini suya tutarak hemen ardından eline “su” yazar. Anne Helen’e sadece bunları öğretmekle kalmaz, onun normal bir eğitim almasını da sağlar. On yaşına geldiğinde, artık işaretlerle derdini anlatabilen Helen koleje kaydolur. Yanından hiç ayrılmayan Anne, derslerini hazırlamasında onun biricik yardımcısıdır. Helen bu yıllarda yaşam öyküsünü yazmaya başlar. “Hayatımın Öyküsü” adlı bu kitabı, sonraki yıllarda bir klasik olur ve elli dile çevrilir. Kitabın yayımlanmasını sağlayan tanınmış sosyalist eleştirmen John Albe?t Macy ile çok iyi dost olurlar ve çok geçmeden Anne onunla evlenir. Helen de onlarla birlikte yaşamaya başlar. John sayesinde sosyalist düşünce ile tanışır ve çok sayıda makaleler yazar. Helen ve Anne bundan sonraki yıllarını konferanslar vererek geçirirler. 1918’den itibaren de bir “vodvil” sergilemeye başlarlar. Bu gösteri öyle ilgi çeker ki, Hollywood’dan film teklifi bile alırlar. Böylece 1919 yılında Hellen’in hayatını anlatan bir film çekilir. Ancak film beklenen maddi kazancı getirmeyince ikili yine vodvil turnelerine geri döner. Bu vodvil turnelerinde kazandıkları paraları “Amerikan Görme Engelliler Vakfı”na bağışlarlar. 1936’da Anne Sullivan vefat eder. Onun ölümünden sonra Helen, sekreteri Polly Thomson ile birlikte, çalışmalarını tüm dünyadaki görme engellilere yaymak için çeşitli ülkeleri dolaşır. 1961’de ilk kalp krizini yaşayan Helen, sosyal yaşamdan uzaklaşır. Ancak unutulmaz ve 1964’te ABD’nin en büyük sivil madalyası olan “Özgürlük Madalyası”nı alır. 1 Haziran 1968’de hayatını kaybeden Helen’in külleri Anne ve Polly’nin yanına gömülür.Haydi, rastgele dünyamızın tüm Helenlerine!

Yazının Devamı

Mermerlere götürülen çiçekler

Bu hafta, yoldaş Efkan Ötgün’ün “Son Nokta” adlı romanından alıntıladığım bir öyküyle karşınızdayım. O, ODTÜ Mimarlık Fakültesinden mezun olduktan sonra İstanbul’a yerleşmiş ve kendi işini kurmuştu. Şansı oldukça yaver gitmiş, kısa sürede tanınmış ve yüklü miktarda paralar kazanmıştı. Bir süre sonra da ofisinde çalışan, meslektaşı bir bayanla evlenmişti. Mutlulardı, birkaç yıl arayla dünyaya gelen çocukları da hanelerini şenlendirmişti. Sevgili eşi işini bırakmış, tamamen çocuklarını büyütüp, yetiştirmeye adamıştı kendisini.Çok lüks bir sitede oturuyorlardı. Güzeller güzeli eşi, çocuklarından artan zamanında, hemen site girişine bakan balkonunda oturur, bir taraftan kahvesini yudumlarken, bir taraftan da kitabını okurdu. Akşamüzerleri başını kaldırıp aşağıya baktığında ise içi burkulur, derinden bir ah çekerdi. Bunun nedeni; sitenin bahçesine girip arabasından inen hemen her erkeğin kucağındaki demet demet çiçeklerdi. Bir gün olsun eşinin, evlilik yıl dönümünde bile kendisine çiçek getirdiğini görmemişti... SEVGİNİN SIRRIAradan yıllar geçmiş çocukları üniversite çağına gelmişti. Eşinin artık kendisine ayıracak bolca zamanı vardı. Bir gün komşusu Sevgi Hanım onu ve diğer komşuları akşam çayına davet etmiş, o da memnuniyetle kabul etmişti. Çaylar içilmiş, pastalar yenilmiş, sohbetler edilmiş, sonunda herkes gitmiş, ama o biraz daha oturmayı tercih etmişti. Sohbete devam ederlerken Sevgi Hanım birden “Bizim bey geldi”, diyerek kapıya yönelmişti. Oysaki kapının zili çalmamıştı. Sevgi Hanım kapıyı açar açmaz kocasına; “Hoş geldin canım, nasılsın? Günün nasıl geçti?” diye hoş sorular yöneltmişti. Kocası ise, “Teşekkür ederim balım, her şey mükemmeldi. Bak sana bu gün de bir orkide aldım”, diye yanıt vermişti. Adam odasına çekildiğinde, o merakla Sevgi hanıma; “Ne kapı zili çaldı, ne de telefonunuz. Nasıl bildiniz eşinizin geldiğini?” diye sormuş, Sevgi hanım da; “Yıllardır, artık ben onun ayak seslerini hisseder oldum. Uzun süredir kapının ziline bastığını hatırlamam”, diye cevap vermişti.O alacağı dersi almış, evine döner dönmez de yemekler hazırlayıp, sofrayı donatmış ve kocasının gelmesini beklemişti. Kapıda eşine aynen Sevgi Hanımın sözlerini tekrarlamış, ancak eşi alışık olmadığı bu ilgiye çok şaşırmış ve “Ne oldu, bir durum mu var?” diye içini burkan kaba bir cevap vermişti ona. Ama o yılmamış, yıllarca her gün ayni şeyleri tekrarlayıp durmuştu...Bir gün ağrılar içinde kıvranarak uyanmış, eşi apar topar onu hastaneye kaldırmıştı. Maalesef ileri safhada göğüs kanseriydi. Doktorlar lenf bezlerine sıçramış olan kanserin hiçbir şekilde tedavi edilemeyeceğini söylemişlerdi. Nitekim o üç hafta hastanede yattıktan sonra, bu dünyadan göçüp gidivermişti... İşte o günden sonra ünlü mimarımız, her gün eşinin mermerden yapılmış görkemli mezarına çiçeklerle gidiyor ve boğazı düğümlenerek; “Hayattayken sana veremediğim çiçekleri, artık mermerlerine bırakıyorum” diye ağlayarak sesleniyordu ona...Haydi, rastgele eşine çiçek götürenlere!

Yazının Devamı

Nesimi Çimen

Ah Anadolu’nun bağrından kopan, pala bıyıklı, kara yağız, sazın, sözün ustası Nesimi! Türküler derleyen, Avrupa’da albümler çıkaran, dünyanın en önemli müzikhollerinde sahne alan, Türkiye’de ise ha bire gözaltına alınıp işkence gören, ama asla yılmayan kahraman ozan... 1931 yılında Adana’nın Saimbeyli ilçesinde doğmuşsun. Daha sonra tüm aile Kayseri’nin Sarız ilçesine yerleşmiş ve sen bir ağanın yanında maraba olarak çalışmaya başlamışsın. Bu sırada ağanın güzeller güzeli kızı Dilber’e âşık olup, birlikte Elbistan’ın Sevdili Köyü’ne kaçmışsınız. Buradan işçi olarak Almanya’ya gitmeye çalışmış, fakat nefes darlığın olduğu için başaramayıp, Osmaniye’nin Kadirli ilçesine göç etmişsiniz. Orada Yaşar Kemal ile tanışıp, onun yardımıyla İstanbul’a göçmüş, bir gecekondu kiralamış ve bir fabrikada işe girmişsin. Ancak fabrika greve gidince kovmuşlar seni. Sen de dokuz yaşından beri çaldığın curana; “Artık ekmeği senden çıkaracağız,” deyip, ozanlığa başlamışsın. Tek kelimeyle müthişmişsin, anında tanınmış, giderek de bir efsaneye dönüşmüşsün. Vee 2 Temmuz 1993 günü, arkanda yüzlerce eser bırakarak, Madımak Oteli’nin yakıldığı Sivas Katliamı’nda hayatını kaybetmişsin. MAZLUM ÇİMENOğlunun adını “Mazlum” koymuş ve henüz bebekken eline curayı tutuşturuvermişsin. Sizi dinlemek için, o tek göz oda gecekonduna devrin tüm ünlüleri gelip gider olmuş. Onlardan biri de Can Yücelmiş. Can baba bir gün, Mazlum oğluna bakmış ve sana “Bu çocuğu Konservatuara göndersene birader,” demiş. Sözünü dinlemiş ve oğlunu sınava sokmuşsun. Tabi doğuştan kabiliyet, İstanbul Devlet Konservatuarı’nı birincilikle kazanmış ve hemen keman bölümüne kaydı yapılmış. Ancak ciddi bir sorun varmış; oğlunun akşamları evde ders çalışması pek mümkün olmuyormuş. Tam eline kemanı aldığında, sofra kuruluyor, eş dost türkü söylemeye başlıyor, Mazlum da kemanı bırakıp curası ile onlara eşlik ediyormuş. Eee böyle olmayacak, sonunda oğlun on dört yaşında ev ödevi olmayan Bale bölümüne geçiş yapıvermiş. Buradan mezun olup, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne girmiş. Bir yandan dans ederken bir yandan da ünlü türkücülere besteler verir, film müzikleri yaparmış. BALE AYAKKABISINesimin’in oğluyla ilgili ilginç bir öykü anlatılır. Bir gün Nesimin’in yolu Paris’e düşmüş. Bir başına sokaklarda dolaşırken, sokak çalgıcılarının müzik yapıp para topladıklarını görmüş. O da hemen bir köşeye çöküp, başlamış curasını tıngırdatmaya. Ne güzel tesadüf ki, oradan geçerken, durup onu dinleyenler arasında Abidin Dino da varmış. Onun kalacak yeri olmadığını öğrenince hemen evine götürmüş. Yemekte sohbete koyulmuşlar. Laf lafı açmış, Nesimi bir ara demiş ki; “Beni yarın çarşıya götürür müsünüz?” Onlar da “Hayrola, ne lazımsa biz sana alalım,” demişler. Nesimi; “Bale ayakkabısı alacağım,” deyince Dino’lar şoke olmuş. Nesimi de gülerek “Kendim için değil yahu, benim oğlan balet de, ona göndereceğim,” deyince basmışlar kahkahayı.Haydi, rastgele sizlere Anadolu’mun tüm ozanları!

Yazının Devamı

Halikarnas Balıkçısı

Seni gidi yaramaz balıkçı seni... Hayatın boyu ne muzurluklar yapmış, ama eserlerinle halkın gönlünde yer etmişsin. Dur, anlatayım seni okurlarıma...

Esas adın Cevat Şakir Kabaağaçlı ve 17 Nisan 1890 yılında, Kabaağaçlızadeler olarak bilinen köklü bir ailenin çocuğu olarak Girit’te doğmuşsun. Baban M. Şakir Paşa, Osmanlı komutanlarından ve tarih yazarlarındanmış. Ünlü ressamlarımız Fahrelnisa Zeid ve Aliye Berger senin kız kardeşlerinmiş.

Yazının Devamı

Tel kırma

Bu hafta suyla yolculuğumuzda Çanakkale limanına demir attım. Doğduğu Çanakkale, Bayramiç ilçesi, Türkmenli köyünde, emekli öğretmen eşiyle tam bir köy hayatı sürdüren, tel kırma sanatçısı Sezgi Beceren Kaya hanımefendiyle söyleşi yaptım.

Tekneyi bağlayıp buluşacağımız kahveye doğru yürüdüm... Beni bekliyordu, merhabalaşıp hemen sohbete başladık. Önce tel kırmanın tarihçesini anlatmasını istedim ondan. Hemen de anlatmaya başladı:

Yazının Devamı