Son Yazıları
Zamanı geldi, ya da veda!
“İster var olsun, ister yok; her şey
sözün avucunda muma döner.”
Yazının DevamıBaşka hayatlar
Hangi söz iklimi insanı insandan ayırır onu düşündüm.
Anlatılan öyküdeki burukluk her birimize dokunacak kadar içli, derin, sızılıydı. Her şey yerli yerindeyken düşen bir çığ, olan bir deprem, haince bir saldırı, çıkan bir tufan gibi bir ânda hayatımızı alabora edeni düşündüm karşılaşma ânımızda anlatılan o öyküyü dinlerken.
Yazının DevamıZamanımızın ruhu
Edebiyat dergilerine adım attığım yıllarda beni sevgiyle karşılayan Tarık Dursun K.’nın ilk öğütlerinden biri şuydu: Bu camiada çok üretirsen, iyi şeyler yaparsan, yaptığına sadakat gösterirsen çok düşman kazanırsın. Bunları göze alabileceksen, o zaman aramıza hoş geldin “taşralı çocuk”!
Ustam bildiğim Tarık Dursun K.’nın yüzünü kara çıkarıp çıkarmadığımı ona sormadım hiç. Dostluğumuz boyunca beni karşılayan sözlerini burada anacak değilim. İyi duygular iyi insanlar gibi bazen saklınızda kalmalı. Yaşama enerjinizdir, hayata olan inancınızı pekiştiren yanları vardır. Ama onun söylediklerindeki haklılık payını yaşayarak öğrenecektim.
Yazının Devamı‘Mecbur insan!’
Çocukluğumun namlı kabadayısı “Bacak Oktay”ı anarak başlamak istiyorum sözlerime.
1960’ların Erzurum’u. “Kabadayılık” sözünü o günlerde biraz da “külhanbeylik” olarak algıladığımı söylemeliyim. Henüz “mafya” kavramı ile karşılaşmamıştık. Francis Ford Coppola’nın “Baba” (1972) filminin öncesinde, özellikle Yeşilçam sinemasında yeraltı dünyasını anlatan öykülere sıklıkla rastlardık. Bunlar arasında galiba en belirgini Yılmaz Güney’in çizdiği karakterlerdi. Özellikle de “Umutsuzlar” (1971) filminin Fırat’ı.
Yazının DevamıNasıl bir edebiyat eleştirisi?
Ne zaman tartışma gündemine eleştiri gelse, benzer birçok kavramla birlikte eleştirmenlik kurumu, eleştirmenin kimliği sorgulanır, yazılıp edilenler bir yana bırakılarak; ‘eleştirmen mi, kimmiş o?’ gibisinden edalar takınılır. Yazılan yazılara dudak büküldüğü de olur. Gerçekten eleştirinin kurumsallaşamaması mıdır tüm bunların nedeni? Ya da şöyle soralım, çoğulcu toplumun kurumlarından biri olan eleştirinin bizde gelişememesinin sonuçları mıdır tüm bunları doğuran? Görünürde her ikisi de aynı kapıya çıksa, birbirini tümleyen bu iki sürecin ne/ler olduğunu görmekte yarar var, sanırız.
Sanayileşmenin olmadığı bir yerde modernleşme düşüncesinden, demokratikleşmeden söz etmek pek olası değil. Osmanlı’da başlayan Batılılaşma Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşma düşüncesini getirmiş; moderniteden, ancak 1950’ler sonrasında söz edebilmek mümkün olmuştur. Bu da, gündelik yaşama kültürüne yansıyan öğeleriyle belirginleşti. Özde bir yapılanma, değişimden söz edilemez elbette. Sanayileşme hamlesi bir başlangıçtır gene de. İçgöçle gelen dalgalanma, tarım toplumundan sanayi toplumuna yöneliş politikalarının toplumsal yaşamdaki belirtileri, kentleşme olgusunun gözle görülür atılımları; Batı’da olanı edinme olanaklarının dışında yeni bir perspektif getirmiştir kuşkusuz. Yoksulluk, eğitimsizlik, demokratik hak ve özgürlüklere bir türlü erişememenin sınırlarında gezinen ülkenin ‘ara rejim’lerle soluk alacağı, atılım yapacağı(!) sanılırken; 1960’la başlayan süreç yeni bir dönemecin de muştusunu verir. Doğu-Batı çatışması yerini yeni söylemlere bırakırken; modernleşme sürecinin toplumsal yaşamdaki biçimleyici öğeleri karşıtlıklarını da doğurur. Çatışma dönüşmeyi, dahası dönüştürmeyi öne çıkarırken; geleneksel yapının çözülme noktalarını da gösterir bizlere. Gene bu süreçteki sivilleşme hareketi birçok alanda sorgulayıcı bir anlayışı, kitlelerin uyanışını; taşra-kent ikileminin saflaşma, ayrışma düzeneğinin yolunu yordamını öne çıkarır.
Yazının DevamıÖvgülerden yergilere
Zaman aşındırıyor her bir şeyi. “Cevdet Bey ve Oğulları” okurun karşısına çıktığında, çok da ödüllü bir roman olarak görülmedi. İlk baskısının (Mart 1982, Karacan Yayınları) uzun macerasından sonra Can Yayınları’ndaki ikinci hamle (Temmuz 1983), Orhan Pamuk’u okuruna taşıdı. Her yanıyla inandırıcı, akıcı, kendini okutan bu roman okurda Orhan Pamuk penceresini açtı.
“Sessiz Ev” (1983) ise bir beklenti çıtası getirdi. Ara roman diyebileceğimiz “Beyaz Kale”dense (1985), asıl “Kara Kitap” (1990) Pamuk okurunu şaşırttı.
Yazının DevamıDil Bilinciyle yaşamak
Dil bilincinin oluşmasında yazılı kültürün katkısı yadsınamaz. Okuma çabamızın dönüp durduğu, bizi ulaştırdığı yer burasıdır. Sözden yazıya geçişin dönemecindeki ilk adımla süren uzun bir yolculuk.
Sözlü kültür, yazıyı var eden ana kaynak. Dilin belleği bir bakıma. Hayata dair her bir şeyin anlamını, karşılığını bulduğu söz ve yazı... Birbirini besleyen, geliştiren iki kaynak...
Yazının Devamıİbişlik zor zanaat!
Ahmet Hakan’ın İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bir “ihale”siyle ilgili değinisini okuyunca, 2015’te yazdığım yazıma döndüm. Buyrun okuyun, yorumsuz! Bir sonraki yazım: “Herkes Her Şeyi Biliyordu”da bugüne geleceğiz elbette!
Eee O dalaşmanın ekranda akıp duran cümlelerine göz atınca gülümsemiştim.
Yazının DevamıSahi, kirlenme nereden başlar?
“Bu toplum bundan böyle yalnızca kesin
olmayan, aydınlatılması mümkün olmayan
Yazının DevamıSahi, hiç mi merak etmiyorsunuz?
Gecenin bir saati, Ordu’dan bir okurum aradı. Düşünmüş düşünmüş, içinden çıkamamış, okuduğu son yazılarımdan birini hatırlayarak bana sorma gereğini hissetmiş.
Yazımdaki bir konuyla ilgili bir soruyu beklerken, bana:
Yazının DevamıMaya Fırın, Necip Mahfuz ve ülkem
Bir ülkenin bugününe, dününe ve yarınına nasıl bakarsınız? Dahası nedir sizi o “bakış”ı edinmeye yönelten?
Olaylar mı, geçmişinizdeki tarih mi, yoksa gelecek düşleriniz mi?
Yazının DevamıSöz ki dönüştürür...
Yolcu gibiydiniz, yönsüzlük oduna tutulmuş bir bekleyiş sabrı vardı halinizde. Gidip gitmemek, kalıp kalmamak telaşı vardı gözlerinizde. Yaşadığımız ikilemlerin kıyısında bekleyen herkesin benzer kaygısıydı bu aslında. Çünkü nereden bakarsanız bakın ikili olan her şey sürtünerek aşındırıyor insan ruhunu. Taşımadığınız, özenle beslemediğiniz sürece bir kördüğüme dönüştürüyoruz hayatımızı. Adına ne derseniz deyin, körelen yanlarımızı göstermeden yaşamaya özen gösteriyoruz bu kez de. Zaman zaman unutma, uzaklaşma, kanıksamanın adı oluyor. Alışkanlıklar ise bir başka körlüğün diline dönüşüyor. Arayış ve bekleyiş her zaman tükenişin ufkunda var. Gidip gidememek gibi…Bağlandıklarımızdan kopmak vazgeçmek anlamına geliyor ki; bu da çoğu kez göze almayı gerektiriyor.
Doğamızda var, yerinden oynamayı pek sevmeyiz. İşte o zorunluluk diye adlandırdıklarımız ya da gidememe halimiz çoğunlukla bundan kaynaklanır. Ya biri bizi çekip almalı oradan ya da biz göz almalıyız çoğu şeyi. İkili hayat dediğiniz şey, ruhumuzda saklı olanların çift yönüdür aslında; iyi ile kötünün çatışmasıdır bazen. Gitmekle kalmaktır kimi zaman. İstemeden yaptığımızla özleyerek sakladığımızdır. Görünenle görünmeyen…Susanla konuşan, dile gelenle gelmeyendir.
Yazının DevamıYazarak hayatı karşılamak
Yazının hayatımızdaki karşılığının ne olduğunu düşündüğüm olur sıklıkla. Yineleriz: Okuyan bir toplum değiliz!
Okumayınca yazamayacağız kesin. Yazmanın önünü açan bir uğraştır okumak. Bunun eğitiminde okuma biçimlerinin neleri içerdiğini gösterir, anlatırız okullarımızda, üniversitelerde. Başlı başına bir okuma/yazma eğitimi dersi olmasa da, uygulamalarla gösterir, genç insanları buna hazırlarız. Yayın dünyamızın görünümü, gazetelerin tirajı kadar içeriği okuma/yazma eğitiminde nerede durduğumuzu gösteren bir ölçü.
Yazının Devamı'Türkçe edebiyat' mı? (1)
“Türkçe edebiyat” konusu 2000’lerin başında gene tartışma gündemindeydi. 08.12.2005 tarihinde Dünya Gazetesi’ndeki “Açılımlar” köşemde birazdan okuyacağınız yazıyı yazmıştım.
Konu gene gündeme gelince, oradan başlayarak yeniden yazmak istedim. Sanırım birkaç yazıda buna değineceğim.
Yazının DevamıYüzümüz duvara karşı
Zamane algısına dönüştü yaşadığımız körlük.
Alacakaranlık sarınca her yanı kötülüğün dili egemen oldu duygularımıza. Sözcükleri bununla kirletmenin hüner sayıldığı bir çağdayız. Çürüme hayatın her alanında. Ayakların baş olduğu bir zamandan geçiyoruz. Sık sık yinelerim, göç geri dönünce topallar önde gider. Eksiklik bir şeydir elbette, ama gelin görün ki bir toplumu eğer kötürümleştiriyorsanız; demek ki iyi gitmeyen bir şeyler var. Eğitimde, ailede, adalet sisteminde, gündelik hayatın akışında…
Yazının DevamıMekân öğreticidir
Zamanın taşıyıcı yanını daha çok mekânlarda bulduğumu söylemeliyim. Bize yer ve aidiyet duygusunu yaşatması bir yana; geçmişi geleceğe bağlayan bir düşüncenin de çıkış noktası olarak görmek gerektiğine inanırım mekânları.
Yaşanan zamanın içinde veya dışında durmanın düş seyri, düşünce iklimi oradadır çünkü.
Yazının Devamı