Son Yazıları
Kenan Evren nasıl kainat oldu
Tele1’de Mehmet Ali Güller’in programında Sayın İlker Başbuğ Atatürk ve dil devrimi üzerine konuşuyordu. Başbuğ arada bir önündeki kitaptan bir şeyler okuyor, sonra kendince yorumlar yapıyordu.
Atatürk, dil, dil devrimi üzerine söyledikleri sindirilmiş değil, ezberlenmiş bilgilerdi. Dil uzmanı değildi elbette Sayın Başbuğ, ama dil konularında bir birikimi de yoktu. Bir ara karşısındaki sunucu M. A. Güller, Kenan Evren’in Türk Dil Kurumunu kapattığını söyleyince, Paşa; “Oraya girmeyelim.” diye soruyu geçiştirdi.
Yazının DevamıGeçmişteki dil mezarlığında Arap alfabesinin payı
Bir kesim hâlâ dil devrimini yanlış anlatıyor, dilde özleşmeyi sözcük atma, sözcük temizleme hareketi gibi gösteriyorlar. Hayır, dil devriminin amacı sözcük türetme, sözcük üretme, sözcük bulma, kaybolanı arama, bunları topluma önerme hareketiydi.
Sadece önermekti işimiz.
Yazının DevamıBir sözcük iki sözcük olabilir mi?
Yazım kuralı ile bazı durumlarda bir sözcüğü iki ayrı sözcük yapma olanağı vardır.
“Tat” sözcüğü bana göre iki ayrı sözcüğü içerir.
Yazının DevamıBardağın köpüren kısmı
Atatürk’ün Hüseyin Namık Orkun’a verdiği bira bardağı örneğini ben çok severim.
Hani bardağın boş ya da dolu tarafına bakmak diyoruz ya, bu benzetme ondan biraz farklı. Atatürk, devrimlerin zaman zaman köpürebileceğini hoş bir benzetmeyle anlatır.
Yazının DevamıAnılar, düşler, düşünceler
Carl Gustav Jung, psikiyatrinin çok önemli bilginlerinden biri. 1875 yılında İsviçre’nin Kesswil kentinde dünyaya geldi, 1961 yılında Küsnacht kentinde öldü. Filoloji uzmanı bir papazın oğluydu. Eugen Bleuler’in yönettiği Burghölzli Akıl Hastanesindeki araştırmaları Jung’a psikiyatri alanında uluslararası bir ün sağladı.
Yazar olarak bizi edebiyattan, edebiyatçılardan sonra en çok besleyecek olan bilim dalının psikiyatri olduğunu hiç kuşku duymadan söyleyebilirim. Anılar, Düşler, Düşünceler (Can Yayınevi, 2024) kitabını okuyunca bu düşüncem daha da pekişti. DTCF’de Psikoloji Bölümü bizim edebiyat bölümünün bir kat üstündeydi. Kendi bölümlerini bir kale gibi, bir sit alanı gibi korumaya almış hocalarımız yüzünden çok istediğimiz halde bize yararlı olacak bu bölümlerden dersler alamazdık. Hâlâ öyle mi bilemiyorum?
Yazının DevamıBir güreş kurultayı düzenlenmeli
Öyküyü bilirsiniz. Napolyon kurmaylarını toplamış, “Biz bu savaşı neden kaybettik?” diye sormuş. “Üç nedeni var” demiş kurmayları. “Bir, barut bitti…” Napolyon, “Gerisini saymayın,” demiş.
Paris’te Türk güreşi bitti, diğerlerini konuşmaya gerek var mı?
Yazının DevamıŞirin Payzın’dan çok şirin cümleler
Bir insanın en son yapması gereken işi yapması ne kötü... Sunuculuk, televizyon ekranları Şirin Payzın’ın en son düşünmesi gereken bir iş olmalıydı bence. Her sözüyle, her cümlesiyle Türkçeyi katleden bir sunucu olur mu? Bizde oluyor, bizde neler neler olmuyor ki… “Türkiye toplumu”, “gazetecinin teki” gibi sözlerini geçiyorum…
İşte Şirin Payzın Türkçesinden bazı örnekler:
Yazının DevamıOlimpiyatlara bir hayalimiz eksik gidiyoruz
1936 Berlin Olimpiyatları’nda ilk altın madalyayı aldığımız gün Atatürk’ün en mutlu gününü yaşadığı anlatılır. Ulusal marşımızın yurtdışında ilk kez büyük bir kalabalığın önünde okunması ömrünün son günlerinde Mehmet Akif’in de en büyük mutluluğu olmuştu. Atatürk’ün Dolmabahçe’de Berlin’den dönen sporculara verdiği yemekte sohbet sırasında, “Çavuş sizi iyi karşıladı mı?” sorusunu ilk olimpiyat şampiyonumuz Yaşar Erkan yanlış anlamış, kendisinin çavuş yapılacağını sanmış. Ata’nın Hitler’den “Çavuş” diye söz ettiğini sonra öğrenmişler.
Güreş, olimpiyatlarda hâlâ Türk sporunun lokomotifidir, 1980 sonlarına dek olimpiyat kürsülerinin üst basamaklarında yalnız güreşçilerimizi gördük. Bu gün de en büyük altın umudumuz onlar. Adını Taha Akgül ile birlikte andığımız Rıza Kayaalp yazık ki bu yarışın dışında kaldı, bizi üzdü. Gerçekten yüz yılda bir karşılaşabileceğimiz usta bir güreşçi, büyük bir yetenektir Rıza, hem kişisel hem kurumsal anlamda büyük bir hatanın kurbanı oldu. Paris’teki madalya hayallerimizden biri eksildi.
Yazının DevamıFikirlerine pazar arayanlar
Geçen yazımda Yassıada tutanaklarına dayanarak Necip Fazıl Kısakürek’ten söz etmiştim.
Tutanaklar incelendiğinde örtülü ödenekten birçok yazarın para aldığı anlaşılıyor. Bunlar içinde en beceriklisi Büyük Doğu dergisinin sahibi Necip Fazıl Kısakürek’tir. 147 bin lirayla rekor ondadır. Peyami Safa’dan, Orhan Seyfi Orhon’dan, Yusuf Ziya Ortaç’tan, Burhan Belge’den başka Milliyet’in sahibi Ali Naci Karacan da örtülü ödenekten para alanlar arasındadır. Gene Yassıada duruşmalarından anladığımıza göre, örtülü ödenek dışında başka yollarla dergi vb. yayınlar çıkarma bahanesiyle birçok yazar, bilim insanı DP’den para koparmış.
Yazının DevamıNecip Fazıl Yassıada Tutanaklarında
Geçen yazımda DP’nin militan gibi kullandığı, yaşamı kitaplarıma da konu olan bir şampiyonun Yassıada’da biten hazin öyküsünü yazmıştım. Bir okurum yazımın altındaki yorumlarda bugünkü davalar gibi asıl azmettirenlerin cezalandırılmadığını yazmış. Yassıada mahkemeleri bugünkü siyasal davalara hiç benzemez. O mahkemelerde tersine asıl azmettirenler büyük cezalar aldılar, Menderes’le birlikte üç kişinin yaşamı darağacında son buldu. Sahte belge, ıslak imza, gizli tanık tartışmaları yoktur bu mahkemelerde. Ayrıca sanıklara karşı ifade veren tanıkların çoğu DP’lidir.
Necip Fazıl Kısakürek’in Yassıada’daki bazı davalarda Büyük Doğu gazetesindeki kışkırtıcı yazılarından dolayı sık sık adı geçer. Onun örtülü ödenekten aldığı (147.000 TL) yardım dolayısıyla Bayar’ın, Menderes’in ifadelerine de başvurulur.
Yazının DevamıSiyasetçilerin bitirdiği şampiyon
Büyük şampiyonlarımızın yaşamına ne edebiyatımız ne sinemamız ilgi gösterdi. Onların öykülerini araştırmaya başladığımda; “Kimse güreş seyretmiyor, romanını kim okur?” diyenler oldu. Kimse boks seyretmiyor ama Muhammet Ali’nin filmleri, kitapları hepimizin ilgisini çekiyor, dedim. On yılı bulan araştırmalarımın sonunda olimpiyat şampiyonlarımızı yazdım, olimpiyat ateşinin ışığını edebiyatımıza tutmaya çalıştım.
Yazdıklarınızın yazınsal değeri varsa kimi yazarsanız yazın okunur. Bir sitenin yaptığı ankete göre, Sessiz Şampiyon’u hayatında hiç güreş seyretmemiş kadınlar daha çok okumuşlar. Mutluluk duydum bundan. Yaşamı Almanya’da trajik biten Ahmet Bilek’in hayatı bir güreş romanı olmaktan öte, psikolojik bir romanın kapılarını açtı bana. Bu romandan sonra çıkan Cumhuriyet Sporunun Zafer Abideleri’nde de en geniş bölümü ona ayırdım, Sessiz Şampiyon’da yazamadıklarımı da yazdım.
Yazının DevamıÖzeleştiri zamanı
Geçen yazıma yıllar önce Sayın Faruk Bildirici ile aramda geçen bir sohbete değinerek başlamıştım. Bildirici’den sert bir yanıt geldi. Onun yanıtından önce kendisiyle ilgili yazdıklarımı buraya bir daha almak istiyorum:Vaktiyle Faruk Bildirici Hürriyet’teyken röportajlar yapardı. Pazıl biçiminde bir kurgusu vardı o yazıların, hoşuma gitmişti. Bir gün bana randevu verdi, kitaplarımı alıp gazetedeki bürosuna gittim. Önce bazı sorularla yokladı beni, bir röportaj yaparsak neler konuşacağımızı anlamak istedi. Kendisine imzaladığım Toprak Kovgunları, Çürük Kapı, Veresiye Defteri benim Ankara gecekondularını konu aldığım romanlarımdı. Akdere gecekondularında yirmi yılımın geçtiğini, oraları iyi bildiğimi anlattım. Gecekondulardaki değişim, dönüşüm üzerine konuşacaktık. O basit yapılar apartmanlara dönüştükten sonra neler olduğundan, nelerin değiştiğinden söz ettim. Bu gözlemlerimden biri de apartman kapılarına o yıllarda bedava bırakılan bir gazeteyle ilgiliydi. Hatırladınız değil mi o gazeteyi? Dönüşümden önce, yani evler gecekonduyken buralara bedava gazete girmezdi. Kendimce ilginç bulduğum bu gözlemimi de Faruk Bildirici’yle paylaşınca yüzü birden değişiverdi:“Kemal Bey ne var bunda, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dedi.“Siz niye Hürriyet’i bedava dağıtmıyorsunuz?” dedim. Elimdeki kalemi gösterdim: “Ya da biri şu kalemi bize niye bedava vermiyor? Bunun bir maliyeti yok mu, nasıl dönüyor bu çark, değirmenin suyu nereden geliyor? Hangi amaçla o gazeteler bedava dağıtılıyor?” diye sordum. Faruk Bey sustu, yanıt vermedi. Bizim röportaj da olmadı tabii.Şimdi Sayın Faruk Bildirici’nin bu satırlara yanıtı: “Sayın Ateş, benimle ilgili yazdıklarınız külliyen yalan. İçinizde nasıl bir kin biriktirdiyseniz bana iftira atmışsınız. Aramızda öyle bir konuşma geçmedi. Yıllar önce siz benimle görüşmek istediniz, ben sizi tanımıyordum. Kendinizle ilgili anlattıklarınız ve kişisel öykünüz bana ilginç gelmediği için de söyleşi yapmadım. Bu kadar… Sözünü ettiğiniz gazeteyi de hayatımda hiç desteklemediğim gibi dağıtımını da normal bulmadım. Elinize bir kalem ve bir köşe geçmiş olması size beni karalama, töhmet altında bırakma hakkı vermez.”
Ne diyeyim, Faruk Bey bir kez daha şaşırttı beni. Böyle bir konuşmayı hatırlamıyorum demiyor, yanlış da demiyor, yalan diyor. Hızını alamıyor iftira diyor, karalama diyor, hatta kin beslediğimi de söyleyebiliyor ki aman Allah’ım!.. Yılların gazetecisi hiçbir törpü kullanmadan baruta bulanmış gibi bir dille seçebileceği en sert, en kötü sözcükleri seçerek yazmış. Yıllar önce, şu 17-25 Aralık olaylarından epey önce yapılmış görüşmede, 45-50 dakika süren söyleşide genellikle ben konuşmuştum. Çok az konuşan Faruk Bildirici’nin, “Ne var bunda Kemal Bey, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dediğini çok iyi anımsıyorum. Faruk Bey ortada bir bellek sorunu, hatırlama sıkıntısı olabileceğine küçük bir olasılık tanımıyor, tartışmayı bir bellek şu bu sorunu olmaktan çıkarıp bir kişilik sorununa dönüştürüyor ki çok şaşırdım!.. Aradan geçen on-on dört yıl içinde belleği yıpratan çok acılar, kayıplar yaşanmıştır, odanıza her gün gelen pek çok kişiyle yaptığınız konuşmaların her cümlesini nasıl hatırlayabilir ve böyle kesin, keskin bir dille yazabilirsiniz?
Yazının DevamıGecekondu kapılarına bırakılan gazete...
Vaktiyle Faruk Bildirici Hürriyet’teyken röportajlar yapardı. Pazıl biçiminde bir kurgusu vardı o yazıların, hoşuma gitmişti. Bir gün bana randevu verdi, kitaplarımı alıp gazetedeki bürosuna gittim. Önce bazı sorularla yokladı beni, bir röportaj yaparsak neler konuşacağımızı anlamak istedi. Kendisine imzaladığım Toprak Kovgunları, Çürük Kapı, Veresiye Defteri benim Ankara gecekondularını konu aldığım romanlarımdı. Akdere gecekondularında yirmi yılımın geçtiğini, oraları iyi bildiğimi anlattım. Gecekondulardaki değişim, dönüşüm üzerine konuşacaktık. O basit yapılar apartmanlara dönüştükten sonra neler olduğundan, nelerin değiştiğinden söz ettim. Bu gözlemlerimden biri de apartman kapılarına o yıllarda bedava bırakılan bir gazeteyle ilgiliydi. Hatırladınız değil mi o gazeteyi? Dönüşümden önce, yani evler gecekonduyken buralara bedava gazete girmezdi. Kendimce ilginç bulduğum bu gözlemimi de Faruk Bildirici’yle paylaşınca yüzü birden değişiverdi:
“Kemal Bey ne var bunda, bedava gazete veriyorlar ne güzel!” dedi.
Yazının DevamıGüneş Her Şeyin Farkındaydı
Bu kitap tanıtma yazısı için bilgisayarın başına oturduğumda öğrendim Yarbay Gökhan Ünyeli’nin intiharını. Sözünü edeceğim kitapta anlatılanlardan çok farklı, çok uzak değil onun yaşadıkları da, geride bıraktığı mektupta işini kaybeden bir insanın trajedisini okuduk. Bir intihar mektubu değil de bir kurul elinden çıkmış, derslerle dolu bir bildiri metni gibiydi her satırı.
Hayatım çeşitli fakültelerde iyi bir yazının nasıl yazılacağını öğretmekle geçti. İyi yazmayı öğretmek çok zordur. Sırrını hâlâ tam çözemediğim bir işi öğretmek için yıllarımı verdim. İyi yazı yazanların beyninin içinde bir kurul vardır sanki, onlar her şeyi çok yönlü düşünürler, birkaç kişinin aklıyla ince ince düşünürler, birkaç kişinin aklıyla yazarlar. Tıpkı intihar eden Yarbay Gökhan Ünyeli gibi, tıpkı KHK’lı öğretmen Acun Karadağ gibi.
Yazının DevamıRıza Kayaalp ya da bir an, ahh o bir an!..
Üç sporu kulüp disiplini içinde lisanslı yaptım. Güreş, judo, futbol… Üçünü de erken bıraktım. Hem de iyi giderken, kendimce iyi sonuçlar alırken, gençler arasında birincilik kürsüsüne bile çıkmışken, birden bıraktım. Bir daha dönmemecesine, spor salonlarının, futbol sahalarının yanından yöresinden geçmemecesine bıraktım. En çok da güreşi bırakmak zor geldi bana. Celal Atik, Bayram Şit, Halit Balamir gibi hocalarımız vardı, Tevfik Kış, Ahmet Ayık, Mahmut Atalay, İsmail Ogan, Hüseyin Akbaş gibi şampiyonlarla aynı mindere ter döküyorduk. O ter kokusu, kas demetleri arasından çıkan gücün kuvvetin ince buğusu burnumda, gözlerimde uzun bir süre tüttü durdu. Minderde oyun yaparken ya da hakem elimi kaldırmış galibiyetimi ilan ederken çekilmiş güzel fotoğraflarım vardı, sevgilisinden ayrılan ergen gibi, bir daha aklım çelinmesin diye o güzel fotoğrafların hepsini yırttım. Yıllar sonra o günlerimden kalan elimdeki tek fotoğrafı Fahrettin Çankaya’nın kardeşi Aşur’dan aldım.
Su dolu havuzdan çıkmayan çocuklar gibi, minderden ayrılamazdık. Birden nasıl bıraktım ben de anlayamadım.
Yazının DevamıKöy enstitülü bir çınar
Yaklaşık on-on üç yıldan beri Ahmet Bilek üzerine önce gazetelerde, dergilerde yazdım, sonra “Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü” başlığıyla çok farklı yerlerde konferanslar verdim. Köy enstitülerinden yetişen bu ilk ve tek olimpiyat şampiyonu vesilesiyle güreş sporunun hiç konuşulmadığı, yazılmadığı yerlerde ata sporumuzu konuştuk, yazdık. Cumhuriyet gazetesinin eki Bilim Teknik, Bilim ve Ütopya, Varlık dergisi, Sincan İstasyonu gibi şimdiye değin sayfalarında tek bir satır güreşe yer vermemiş olan yayın organlarında Ahmet Bilek’in yaşamöyküsü etrafında köy enstitülerini ve güreşi yazdım. Başta TRT olmak üzere Halk TV, Ulusal Kanal, Kanal B gibi televizyon kanallarında köy enstitülerini ve Ahmet Bilek’in şampiyonluk öyküsünü anlattık. Ahmet Bilek’in başarı öyküsü, Mülkiyeliler Birliği’nde, Köy Enstitüleri Vakfı’nda, Ulusal Eğitim Derneğinde, Beden Eğitimi Öğretmenleri derneğinde çok farklı kesimlerden gelen katılımcıların ilgisini çekti.Dinleyenlerden en çok işittiğim söz şuydu:“Biz köy enstitülerinden bir de olimpiyat şampiyonu yetiştiğini bilmiyorduk!..”En çok da köy enstitüsü mezunlarından duydum bu sözü. “Olimpiyat Kürsüsünde Bir Köy Enstitülü” başlığıyla verdiğim bu konferanslarda farklı kesimlerden katılımcıları, birbiriyle nerdeyse hiç yan yana gelmemiş insanları bir arada görmekten ayrı bir mutluluk duydum. Köy enstitülü şampiyon, bu toplantılarda şairlerle, romancılarla, öğretmenlerle, bilim insanlarıyla, Ahmet Ayık, Tevfik Kış, Gürbüz Lu, Adil Güngör gibi büyük şampiyonları bir araya getirdi, hep birlikte onu andık, onu konuştuk. Değerli yazar, köy enstitülü çınar Cemil Sönmez’i de sekiz-dokuz yıl kadar önce bu toplantılardan birinde tanıdım. Ankara’da, İzmir Caddesi’nde Beden Eğitimi Öğretmenleri Derneğindeydik. Beni dinleyenler arasında Ahmet Bilek’in Kızılçullu’dan sınıf arkadaşları da vardı, şampiyon olduğu yıllardaki takım arkadaşı güreşçiler de... Hayatım bu tür etkinliklere katılmakla geçti. Türk güreşinin devleriyle şairleri, yazarları, bilim insanlarını, öğretmenleri ilk kez bu etkinliklerde yan yana gördüm. Konuşmam bittikten sonra Cemil Sönmez elinde bir kitapla yanıma geldi, Ahmet’in Kızılçullu’dan okul arkadaşı olduğunu söyledi, imzaladığı kitabını uzattı. Ağzımdan öyle çok da düşünmeden çıktı şu söz: “Yahu siz köy enstitülüler, hepiniz mi yazarsınız?” deyiverdim. Köy enstitülü olup da eli kalem tutmayan, derdini iyi anlatamayan ya da yazamayan birine rastlamadım. Binbir güçlükle Ahmet Bilek’in yazılarını da bulmuştum, iki yazısını Sessiz Şampiyon’a aldım. Onun anlatımı da iyiydi. Evet, gerçekten köy enstitülülerin hepsi iyi yazıyor… Pehlivanları da öyle… Ahmet Bilek’in okul arkadaşı Cemil Sönmez 92 yaşında, hâlâ yazmaya devam ediyor. Kitaplarını saymakla bitiremem burada. Yapıtlarından birkaçı Atatürk Kültür Merkezi yayınları arasından çıktı. Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınlarınca basılan Tahta Bavullu Öğretmen adını verdiği yeni çıkan anı kitabını bir solukta okudum. Bu anılarda öğretmenimizin kendi kişisel öyküsü etrafında Anadolu’daki aydınlanma savaşımını buldum. Cemil Sönmez’in göreve başladığı yıllarda binlerce köyde öğretmen yoktu. İlk göreve başlamasını şöyle anlatıyor: “1955 yılı Eylül ayında ilk görev yeri olarak Mardin’in Midyat ilçesinin Site köyüne atandım. Atanmamla birlikte Mardin Milli Eğitim Müdürlüğünün kayıtlarında Site köyünün karşısına kayıt düşüldü: Öğretmenli Köy…” “Öğretmenli köy” olmak ne kadar önemli… Binlerce köy bu ayrıcalığı köy enstitüleri sayesinde kazandı, kayıtlara “Öğretmenli Köy” diye geçti. Köy enstitülerinin nasıl yıpratıldığı konusunda çok yazıldı. CHP’den kopan DP’liler en çok bu okullarla uğraştılar. İftiralar, belden aşağı vurmalar başladı. CHP döneminde verilen ödünler DP’nin niyetini değiştirmedi. “Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem!” diyen zihniyet 1950 yılında tümüyle iktidar olunca, işe ilkin köy enstitüleriyle başladılar. Bir Taliban zihniyetiyle önce kız ve erkek öğrencileri ayırdılar, enstitülerdeki sağlık bölümlerini kapattılar. O sağlık bölümleri ki, bizim kuşağın etine batırılan ilk enjektörü tutan sağlık görevlileri buralardan yetişmişlerdi. Bana alfabeyi öğreten ilk öğretmenim de, koluma iğneyi batıran ilk sağlık görevlisi de köy enstitüsü mezunuydu. 1954 yılında DP köy enstitülerini tümüyle kapattı. Köy enstitülerini bir de o tahta bavullu öğretmenlerden Cemil Sönmez’in kaleminden okuyun. Haftanın kitabı: Leonardo Padura, Hayatımın Romanı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2022.
Yazının Devamı