Latif Bolat

Latif Bolat

lbolat@aol.com

Son Yazıları

Buraya nasıl geldik?

Başlıkta kullandığımız soru, aslında tüm insanlığın ve 200 adet devletin kendisine sorması gereken ama bir türlü beceremediği bir sorudur. Geçmişe takılıp kalmak her ne kadar kötü bir şey gibi ele alınsa bile, en azından gelecekte nereye gideceğimizi tahmin edip planlamak bakımından çok önemlidir. Ama maalesef hem kişiler hem de devletler bazında, insanoğlu bugünün hengamesinden kurtulup ta, doğru dürüst bir geçmiş muhasebesi yapmaktan çok uzaktadır. Hele de “anı yakalamak” adı altında, bugün olana bitene ve içinde bulunduğumuz zamana verilen aşırı önem, hepimizin ve hatta devletlerimizin bile, dünü doğru dürüst değerlendirip, bugünü ona göre yaşamamızı ve yarınlara daha verimli şekilde yol almamızı engellemekte.

Yazının Devamı

105 santimetrekarelik dünyalar

Aldık elimize cetveli ve ölçtük: bizim “akıllı” cep telefonumuzun genişliği 7, uzunluğu da 15 santimetre. Böyle olunca, ikisini çarparak telefonun ekranının genişliğini bulabiliyoruz. Toplam 105 santimetrekarelik bir yüzeyi varmış. Yani bu kocaman alemde, sadece 105 santimetrelik bir pencereden bakarak, dünyayı anlamak gibi bir talihsizliğe sahip hale gelmiş insanoğlu. Elbette genelden bahsetmekteyiz bu cümle ile. Bu eğilime direnip dünyalarını oldukça geniş tutanlar da var.

Hani deriz ya, “adam vizyon sahibiymiş, bravo” diye. Bu yargıdaki vizyon, kocaman dünyayı kocamanlığı ile görebilmek ve ona göre hayatını yaşamak anlamına gelmekte. Bu anlamdaki vizyon, elbette 105 santimetrekarelik bir delikten dünyaya bakarak elde edilemeyecektir. Hayat tecrübesi, eğitim, kendini yetiştirme, açık fikirlilik, meraklılık, başkalarının vizyonlarına saygı, herkesin özel tecrübelerinden öğrenme arzusu gibi bir sürü konudaki yetkinliği de kapsamakta, “vizyon” işleri.

Yazının Devamı

Ramayana’dan Rumiyana’ya

“Sayılı gün çabuk bitermiş” der atalarımız. Aynen de öyle oldu. Biz de 18 Şubat günü başladığımız Güneydoğu Asya konser ve konferans turumuzu bitirip, memlekete dönüş yolundayız. Hâlâ da varabilmiş değiliz ama. İki günümüz de bayram tatili nedeniyle uçaklar dolu olunca, zorunlu olarak Doha şehrinde geçiyor.

45 günlük bu Asya turumuzun en önemli gözlemi, “Asya’nın Uyanışı” oldu desek abartmış olmayız! Yol üzerinde uğradığımız Doha dahil, tüm Asya’nın kıpırdanışı ve derin uykulardan uyanması, şimdilerde büyük bir silkiniş halinde. Her taraf genç ve dinamik bir nüfus ile kaynamakta. Münih, ya da Frankfurt havaalanında çalışan Almanların, yaş ortalamasını ve yaşlarından dolayı öyle fazla kıpırdayamamalarını hatırlayınca, Asya havaalanlarındaki hemen hemen tüm çalışanların hem cevval hem de nazik olmaları, bize taze bir hava aldırtmıştı. Bunun tek istisnası, Doha Havaalanı’nda soru sormaya çalıştığımız ve gözünü ufuktan ayırmadan, “yardım masasına git ve sor” diye cevap veren, 3 yıldızlı polis komutanı oldu! Ona da sağlık olsun deyip geçtik.

Yazının Devamı

Batı’ya komşu olmanın laneti mi?

Asya’nın güney kalesi Hindistan’ın başşehri Delhi’deyiz. Zamanı oldukça Avrupa’da tatile giden Türk “turistlerine” inat, buralara konser ve konferanslarımız için her geldiğimizde, kendimizi evden daha çok evde hissetmekteyiz. Bunun sebeplerini düşünüyoruz bir aydır. Malezya’da, Endonezya’da ve Hindistan’da hissettiğimiz evde olma halini, aynı turda uğradığımız Singapur’da neden bir türlü hissedemedik acaba? Bugünkü yazımızın konusu bu olacak.

Tam tamına yüz senedir Atatürk’e mal edilen “muasır medeniyete ait olma” sözünü, tam tamına yüz sene sonra, Avrupa Birliği, Atlantik Cephesi, Biden tayfasına ait olmakla özdeşleştirebilen bir memleket haline gelebilme becerisini, çokta iyi becerdik gibi görünmekte şimdilerde. Memleketten kaçmayı düşünmek ve Türk olmaktan öyle fazlaca da övünç duymamak, hatta pişmanlık duyma modası, özellikle de  genç ve orta yaş gruplarımızda bir pandemi boyutunda. Bana bu noktada, hiç kimse “Ama Türkiye’yi yaşanamayacak hale kim getirdi?” diye de sormamalı! Üç askeri darbe, sayısız polis nezarethaneleri, uzun süreli sıkıyönetim, tüp ve yağ kuyrukları, haftada bir tane ancak yenebilen yumurta günlerini bizzat yaşamış birine sorulacak bir soru değil bu çünkü.

Yazının Devamı

Sağsan kralsın, yoksan hiç!

Yine yaratılan gündeme esir olmamaya çalışmaktayız. Hindistan’ın başkenti Delhi’nin bir kenar mahallesindeki ucuz otel odasında, Ekrem İmamoğlu’nun inanılmaz yükselişi ve inanılır düşüşüne dair düşünmekteyiz. Çünkü bu, Suriye’de olup bitenden bile daha acil hale getirilen, herkesin dedikodu malzemesi bugünlerde. Büyük çoğunluğumuz, milyonuncu kere, salim kafa ile ne olup bittiğini analiz etmek, son 10 senede bu konudaki gelişmeleri üstün körü de olsa gözden geçirmek zahmetine bile girmiyoruz. Futbol takımı siyasetçiliği, hâlâ en ihtişamlı günlerini yaşamakta memleketimizde. Birdenbire aklımıza, daha kasım ayındaki ABD ziyaretimizde, Biden’i eleştirmek “gafletinde” bulunduğumuz 40 yıllık arkadaşımızın, üzerimize yürüyüp elini kaldırdığı geliyor. Ve bu insan halinin, sadece Türklere değil tüm insanlığa ait olduğunu hatırlatıyor bize.

Yazının Devamı

Bir başka türlü hendek savaşları

Geleneksel Türk toplumunda su konusu çok önemli olduğu için, tek bir kelimeyle yetinmemiş atalarımız. Tarlaya, bahçeye ve hatta eve su getirmek zorunluluğundan dolayı, bazen hendek, bazan ark, bazan kanal diyerek, su yolunu azizlemiş biraz da. Şimdi bu kadar siyasi olan bitenlerin orta yerinde, bu “ark” konusunun ne alakası var, diyeceksiniz. Genellikle böyle oluyor çünkü. Basında ne öne çıkıyorsa, hemen herkes o konuda fikir beyan etmek zorunda bırakılıyor belli ki. Ama biz, kendi gazetemizde zaten çok yetkin kalemler, o konularda çok isabetli tahliller yazdıkları için, biraz daha değişik, ama o kadar da önemli konuları ele alıp, siyasete ve kültüre başka bir açıdan yaklaşmayı denemekteyiz yazılarımızda. Hayat, tek bir açıdan bakılacak kadar basit değil şunun şurasında. Gelelim bu “ark” işinin nerden çıktığına. Geçtiğimiz birkaç senede, bir sürü Türkiye ayarında memlekete ziyarette bulunduk. Karakterimiz icabı da, sıradan turistlik yapamadığımız için, oraları bizim memleketle karşılaştırma adetimiz doğdu. Yollar, parklar, binalar, trafik, marketler, insanların giyim kuşamları, bu karşılaştırmaların konuları oluyor her defasında.

Bu defa da, halen süren konser-konferans turumuz icabı, Malezya, Singapur, Endonezya ve Hindistan’da, etrafa alıcı gözüyle bakmaktayız. Son 30 senedir tüm cihana dayatılan “küreselleşme” kültürü ve ekonomisi sebebiyle, artık binalarda, yollarda, giyim kuşamda bir tekdüzelik oluştuğunu ilk elden görebiliyoruz, tüm gittiğimiz yerlerde. Yani İstanbul’un Kadıköy’ünde karşılaşacağınız bir yüksek bina, bir Starbucks, bir genç kadın ya da bir delikanlının görünümü, Jakarta’da da, Kuala Lumpur’da da, ve Singapur’da da hemen hemen aynı artık. Magazin kültürünün esiri yapılmış bir dünya nüfusuna, aynı tip pantolonu, aynı kazak modelini giydirip, gerçeği olmasa bile sahte Gucci çantasını taşıtabilmek, o kadar da zor bir şey değil artık. Toroslardan gelen bir köy kökenimiz de olduğu için, yol kenarlarında sıralanmış “ark”lar konusunda karşılaştırma yaparak, bahsedeceğimiz ülkelerin kültürlerini karşılaştırmak aklımıza geliyor. Ve şimdi de onu yapmaktayız zaten. Ark deyip geçmeyelim. Su, ne de olsa her milletin yaşam kaynağı. Ve yol kenarında oluşturulmuş “ark veya hendekler”, eldeki kısıtlı su kaynaklarının tüm şehirlere dağıtılmasında hayati bir rol oynadı, tarihte de bugün de.

Yazının Devamı

Jakarta’nın orta yeri shopping mall

“İstanbul’un orta yeri sinema” diyen Orhan Veli’ye nazire yaparak, biz de “Jakarta’nın orta yeri Shopping Mall” diye başlayalım yazımıza ve görelim nereye götürür bizi, aklımızda fır dönen düşünceler. Yine Orhan Veli’mize bir selam göndererek, onun “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” şiirini buraya uygulayıp “Jakarta’yı dinliyorum gözlerim apaçık” diye devam edelim açılışımıza.

Yazının Devamı

Teneke ve betona gömülen umutlar

Bu yazının konusunu çok uzun bir zamandır düşünmekteydik.  Özellikle de memleketimiz olan Mersin şehrindeki sosyal ve ekonomik değişimi ilk elden takip edince, ekonomistliğimiz tuttuğu için bu konuyu ele almayı düşünmüştük. Ama son bir haftadır ziyarette bulunduğumuz Malezya’da da aynı gelişmeleri görünce, bu haftanın yazı konusu olarak seçtik.

Bir ülkenin milli kaynaklarının ele alınışı ve vatandaşlarına dağıtılması konusu, ülkenin varlığı ve devamı için en önemli konu elbette.  Tarihe de bakınca, bunu çok açık örnekleri ile görebilmekteyiz.  Nice muazzam devletler, kaynaklarını çarçur edip boşa harcamaktan ve vatandaşlarına ekonomik imkân sağlayamamaktan dolayı, tarih sahnesinde büyük gürültülerle silinip gitmediler mi? Anadolu’nun her tarafını süsleyen tarihi kalıntılardan yola çıkarsanız, son 3000 senedir bunun sonuçlarını yaşayan antik şehirleri görebilirsiniz.

Yazının Devamı

Türk insanının 7 öğüt ile sınavı

Malezya’ya gitmek üzere aktarma yaptığımız Doha Havaalanı’nın soğuk koltuklarında geçirdiğimiz dokuz saatte, bu haftanın yazısı olarak neler ele alabileceğimizi düşünürken, birilerinin elinde gördüğümüz bir Mevlevi dervişi logosu ile, yazımızın konusuna karar vermiş olduk. Daha doğrusu, yazı kendine karar vermiş oldu böylece. Bazan kararı bizlerin dışında bir şeyler verir ya, bu da öyle bir an oldu herhalde.

Şimdi sorabilirsiniz, durup dururken Mevlâna hakkında bir yazının ne gereği olabilir ki? Burada ele alacağımız konular, artık Türk milletinin o eski günlerinde sahip olduğu, ama otuz sene gibi kısacık bir zamanda kaybettirildiği değer yargıları ve Türklük harslarından bir demet olacak. Bir bakıma eğer Mevlâna kendi zamanının Anadolu insanına da aynı şeyleri hatırlatmak zorunda kalmış ise, bu demektir ki, “Batı cephesinde yeni bir şey yok!” Yine de biz onun aracılığı ile, bu kaybolan değerlerimizi ve Türk milletinin karakter unsurlarını hatırlayalım da belki ise yarar geleceğimiz için.

Yazının Devamı

Veysel, kara toprağa neden sadık yârim demişti?

Hayat dediğimiz garip bir süreç vesselam. Yirmi-otuz sene önce hayalinizde bile yer bulamayacak şeyler, şimdilerde gerçek haline getirilince, insan boks ringinde kroşe yemiş boksöre dönüp, nakavt oluveriyor. Bunu hem memleketin solundan hem de sağından, bir zamanlar mangalda kül bırakmayan siyasilerin bugünkü geldikleri nokta açısından belirtiyoruz. Böyle olunca da tüm ülkenin genel kültüründe garip bir şeyler olduğunu, bir şekilde gelenek dumura uğrarken, yerine getirilen her neyse, onun bu hallere yol açtığını düşündürüyor insana.

Biraz maceracılık da yapsa solcunun solcu olabildiği, biraz faşistlik de yapsa milliyetçinin gerçekten milli olduğu zamanların evladıyız ne de olsa. O nedenle de ortalıkta “sol” adına veya “milliyetçilik” adına dolaşanları görünce ve neler savunabildiklerini duyunca, hayatta her şeyin mümkünatı var sonucuna gelip, tekrar tekrar hayretler içinde kalmaktayız.

Yazının Devamı

Avrupa mezarlarındaki kutsal Filistin toprağı!

Besbelli ki, Batı dünyası bize Haçlı Seferlerini her köşe başında ve her gün hatırlatacak. Bunun sorumluları ise yine kendileri olacak elbette. Trump’ın, Kapalıçarşı esnafının yaptığı pazarlıkta, yüksekten fiyat verip, daha azına kazık atması misali, Gazze için öne sürdüğü inanılmaz saçmalıktaki teklifi, yine 1095 senesini aklımıza getirdi. İnsanın “yahu bir gün de böylesine Haçlı kafası ile siyaset yapmayın da normalleşelim ve rahatlayalım” diyeceği geliyor.

Trump’ın Gazze’yi Filistinlilerden temizleyip, lüks deniz kenarı, Miami usulü şehirler yapma önerisi, 1095 Birinci Haçlı Seferi’ndeki Venedik ve Cenovalı tüccarları aklımıza getirdi. Trump bu haliyle, Papa 2. Urban’ın kutsal savaş çağrısı üzerine, gemileri ile zalim Haçlı askerlerini kutsal topraklara taşıma teklifinden dolayı, ellerinde kâğıt kalem, kar-zarar hesabı yapan gemi sahibi tüccarlar gibi.

Yazının Devamı

Stalin ile en tehlikeli okul yolları

Geçen haftaki yazımızda dünyamıza Dingo’nun ahırı gibi demiştik ya, son yedi gündür ortaya dökülen haberler, hem bizi haklı çıkarmaya devam etti, hem de dünyanın ahırlık dozunu artırdı. Hepsinin üzerine de yeni ABD Başkanı Donald Trump’ın Gazzelileri Mısır ve Ürdün’e zorunlu sürgün gönderme arzusu gelince, ortalık Teksas’taki kovboyların binlerce angusun pislediği ahırlarına dönüştü.

Biz de bu hengâme içinde, kendimize huzurlu bir köşe bulabilmek için, iki şey yapmakta karar kıldık. Birincisi uzun süredir okumak istediğimiz Stalin’in devrimcileşmesi süreci ile ilgili olan hayat hikayesini sesli bir kitaptan dinlemekti. (Devrimci Stalin: 1879-1929, Robert Tucker). Büyük bir zevkle onu yaptık ve çok da tavsiye ettiğimizi ifade edelim bu arada. Gürcistan’ın küçücük Gori şehrinden yola çıkan bir fakir çocuğunun dişi ve tırnağı ile Sovyet devriminin tam ortasında yer alması ve devrimin önderi olarak Sovyetler Birliği’nin en tepesine tırmanması öyle her gün rastlanabilecek bir hikâye değil elbette. 49 adet “sol” fraksiyona sahip olmakla övünmek mi, dövünmek mi gerektiğini hâlâ tartışan bir ülke olan Türkiye’de, devrimci siyaset nasıl yapılır konusunda, Stalin’in hayatı bir örnek hayat hikâyesidir bizce. Hatta Gürcü yazar Alexander Kazbegi’nin roman kahramanı olan Şeyh Şamil’in askeri Koba’nın adından, devrimci faaliyetlerinde kullanmak üzere ilham aldığını da eklersek, Stalin’in bizlerle olan bu ilginç bağlantısını da anmış oluruz.

Yazının Devamı

Dünyamız Dingo’nun ahırı mıdır?

Dingo’yu bilmeyiz. Zaten bilmemize gerek de yok.  “Dingo’nun Ahırı” artık Türk kültürünün içine işlemiş bir deyim halindedir. Önemli olan, Dingo’nun ahırı deyiminin, girenin çıkanın belli olmadığı, her şeyin karmakarışık olduğu yer, kuralsız bir mekân anlamı taşımasıdır. Bu deyime böylece bakarsak, 2025 yılının ilk günlerinde, dünyamızın hallerini belki de en iyi açıklayan bir anlama sahip olduğunu görebiliriz.

Mağaradan çıkıp da medeniyet yolunda karınca hızı ile yürüdüğümüz son 20 bin senede, geldiğimiz bu noktanın oldukça hayal kırıcı bir nokta olduğu konusunda, hemen herkes hemfikirdir. Aradan bu kadar süre geçmiş olmasına rağmen, Darwin’in evrim teorisine esas olan maymunlardan çok da fazla sayılamayacak bir farkımız olmadığını, her gün yollarda, işyerlerimizde, haberlerde ve ilişkilerimizde görebilmenin verdiği derin rahatsızlık içinde tüm dünya. Eğer Darwin’ci değilseniz bile, aradan geçen 20 bin uzun senede, hala ormanlardaki yaratıklardan çok da fazla farklı olmayan bir hayat yaşadığımızın açıklamasını yapmakta zorluk çekiyor olduğunuzu tahmin etmekteyiz.

Yazının Devamı

Herkes kendi Godot’unu beklerken

Siz neyi beklemektesiniz acaba? Neden mi soruyoruz? Çünkü, herkes bir şeyi beklemekte bizim memlekette. Sanki devran durmuş, herkes kafasına göre yarattığı bir kurtarıcının, ufukta beyaz atına binmiş halde, karanlıkları yarmasını ümit etmekte.

Kimi tek yolun devrim olduğuna inandığı için “devrimi”, kimi artık giderek lafı daha az edilen “Kızıl Elmayı”, kimileri tek yol İslam dedikleri için “kendi İslamlarını”, kimileri “demokratik özerklik aşığı” oldukları için doğrudan söyleyemedikleri “Kürdistan’ın bağımsızlığını” kendilerine sunacak birini… velhasılı, milletçe beklemedeyiz. Neyi ve kimi beklediklerini bile bilemeyen çoğunluğu da bu bekleme işinin içine katabiliriz kolaylıkla. Böylece de memleketin hemen hemen tamamı, kafasına göre bir beklenti yaratmış, onu beklemekte.

Yazının Devamı

Köye dönen Ferdi Tayfur ile John Denver

Türk milleti, ölenin ardından sadece “Allah rahmet eylesin” deme geleneğinden, ölenin öldüğü gün gerekli-gereksiz, genellikle de aleyhte sözler söyleyen bir kültürel değişime girmiş durumda galiba. Bunu en son Muazzez İlmiye Çığ ve Ferdi Tayfur’un ölümü ile başlayan tartışmalarla devam ettirmekte. Hiç istekli olmamama rağmen, bir iki söz de biz söyleyelim deyip, “Godot’u Bekleyen Aydın Tayfamız” başlıklı yazımızı haftaya bıraktık. Aslında arabesk şarkılar ile arabesk aydın kültürü arasında vazgeçilmez bir bağ olduğunu, Ferdi Tayfur’un ölümü bir kere daha tescil etmiş durumda. Birbirine zıtlarmış gibi görünseler de Kadıköy aydın kalabalığının dünyaya bakışı ile, arabesk şarkıların dünyaya bakışı, tıpa tıp aynıdır bizce. Bir çaresizlik, bir aşırı memnuniyetsizlik, bir öldük-bittik-yandık edebiyatı, bu iki zıt kutbu birleştiriveriyor, biraz yakından incelersek. Elbette, ne de olsa her iki kültürel yapı da Türkiye’nin bağrından çıktığı için, benzerlik te kaçınılmaz. Biz, yaklaşık 50 senedir Arabesk kültürünün gelişimine şahit olmuş ve müziğin hep ortasında bulunmuş bir müzik adamı olarak, yine de bu iki kutup arasında, arabeskin daha halk işi ve Türk işi olduğunu düşünenlerdeniz. Bunu biraz açıklamak gereği olabilir, başlayalım o zaman.

1980’li yılların kasvetli darbe sonrası günlerden birindeydik. Ankara Halk Tiyatrosu’nun müzik direktörü olarak, rahmetli Erkan Yücel ağabeyimize yardım etmeye çalışmaktaydık. Misyonumuz sadece tiyatro oyunları sergilemek olmadığı için, Ankara’nın ortasındaki Menekşe Sokağında yer alan salonumuzda, arada bir paneller ve konferanslar düzenlemek de bizim görevlerimizdendi. O günlerde, sanırım Orhan Gencebay’ın “Bir Teselli Ver” şarkısı zirvelerdeydi ve bundan dolayı panelimizin konusunu, Arabeskin Sosyal Temeli ve Geleceği gibi bir başlıkla seyircilerimize sunmuştuk. Panele, kendisi de Türkiye’nin en gelişmiş müzik adamlarından biri olan Ertuğrul Bayraktar, Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulundan Önder Şenyapılı ve sanırım Ünsal Oskay da katılmışlardı. Biz de “moderatör” olarak tartışmanın içindeydik. O panelde neler konuşulduğunun aslında fazla önemi yok. Çünkü aradan tam 45 sene geçmiş durumda. Burada bizi rahatsız eden gerçek, sanki Türkiye’nin çağdaş başka problemi yokmuş gibi, hele de önde gelen arabeskçilerden olan Ferdi Tayfur’un ölümünün ertesi günü, bu tartışmanın, hem de oldukça seviyesiz şekilde yeniden ortaya atılması oldu.

Yazının Devamı

Tarihe doğru taraftan bakınca: Öteki ABD

Siyasi, ekonomik ve kültürel olarak, kaldırdığımız her taşın altından kafasını uzatan bir varlık var, çok uzun senelerdir: Amerika Birleşik Devletleri. Genellikle Türkiye’deki bilinen adı ile Amerikan Emperyalizmi ya da çok kısaca ve yanlışça kullanımı ile Amerika. Yanlışlık, Arjantin’den başlayıp Kanada’nın buzullarında sona eren tüm kıtaya Amerika derken, her taşın altından çıkanın sadece ABD olmasında. Yani Bolivya’nın, Uruguay’ın veya Guatemala’nın bu işte bir parmakları olmazken, onların taşlarının altından çıkan da bu ABD.

60’li veya 70’li senelerde, üniversitede okuyan hemen herkesin dilindeki “Yankee Go Home” sloganının hedefi de aynı Amerika idi. Bizler, Ankara’nın sokaklarında ölümle mücadele içinde öğrencilik yapmaya çalışırken, El Salvador’un delikanlıları da Şili’nin isyankâr kızları da aynı siyasi hengâme içinde gençliklerini yaşayamadan yaşlanmaktaydılar.

Yazının Devamı