Son Yazıları

Aşk bir güneşe

Bak bakalım Yunus ne diyor: “İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer / Aşkı olmayan gönül sanki bir taşa benzer / Taş gönülde ne biter, dilinde ağı tüter / Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer.” Ne kadar yumuşak söylense de savaş konuşmayı düşün. Hem bahar geldi ey okur, bahar! Aşktan da konuşmak gerek. Nâzım bir şiirinde “bahardı sevgilim bahardı / ve bahtiyar olmak için, / toprakta, havada, suda her şey vardı sevgilim / her şey hazırdı, her şey vardı” der.

Aşk kelimesine bakalım önce. Işk’tan gelir, bir bitki, bir tür sarmaşık: Aşeka: Önce yaşamak için tutunur ağacına, büyür sonra; büyüdükçe suya, toprağa gereksinip etrafındaki bitkileri kurutur. Ne kadar büyüyeceği, tutunduğu ağaca bağlıdır. O ne kadar yüceyse aşeka öyle büyüyecektir.

Yazının Devamı

Otobüs: Türkiye

O, kimdi? Şu Ak Parti kongresine giden otobüsteki kadın. Sadece kadın mı ya diğerleri, otobüstekiler ve diğer her yerdeki herkes...

Milliyet Kitap ekinin, çoğu şiirle alakasız, Radikal 2’ci liberal rakı arkadaşlarına sorup oluşturduğu listeden, yaşayan en büyük Türk şairi olarak seçilen kişi tabii ki Gülten Akın olmayacaktı, yaşamıyor Akın. Zaten o listeden ancak “Türkiyeli” şair çıkar. Neyse, Akın, bir şiirinde “yanlış mı belledim, insan sorumluluktur” diyordu, belli ki kimileri hiç duymamış bunu. “Uzun sürebilir, kötü şeyler olabilir, nergis uyanmayabilir” diyordu. İnsan, sorumluluktur.

Yazının Devamı

Koynumuzdaki Ceset: Narmanlı Han

Bugün de Beyoğlu’na çıktığımda önünden utanarak geçtiğim, varlığına ihanet ettiğimizi düşündüğüm, 1831 yılında yapılmış, bence çoktan öldürdüğümüz bir bina var: Narmanlı Han. 1917’de Rus Devrimi ile birlikte şehir kalabalıklaşır. Devrimden kaçanların uğrak yeri... Hatta Nabokov ailesi de İngiltere’ye kaçarken İstanbul’da bir gece kalır, ihtimal burada bir odada yatıp uyurlar. Bir yere uğradılar mı acaba Beyoğlu’nda. Ünlü misafirlerinden biri de Troçki’dir. Beyefendi buralara gelir de peşinden siyasi polis gelmez mi? Onlar da, bizimkiler de düşer Narmanlı’ya. İşte buyur, eksik bir tarih daha...

Doksanlarda da fakir oralardadır tabii. Siyasi polis veya aranan olarak değil, bizimkisi şairlik. Doksanlar, plakçı ve sahaf Deniz Pınar var Narmanlı’da; Namık Denizhan’ın heykel atölyesi var. Sonra bahçedeki kafesi anımsıyorum, içinde keklikler. Gençtim, Sait Faik’i çok seviyordum, okuldan kaçıp bira içtikten sonra Beyoğlu’nda, hanın nefis avlusunda bulurdum kendimi. Edip Cansever’in Adam Yayınları basımı turuncu kapaklı toplu şiirler kitabından kaçmıştı sanki, bir halı tamircisi. Sonra kediler, bahçede, güneşte yalanıp dururlardı. Pek kedi meraklısı değilim, yazmıştım. Ama çiçek! Akasyalar, mor salkımlar; bayılırım. Beyoğlu’nun orta yerinde çiçekler, keklikler olduğunu hayal et! Çekilip gitti hepsi yavaşça.

Yazının Devamı

Bir kitabın peşinde

İyi de hangi kitap diyeceksin. Birkaç kuşağın çocukluğunda iz bırakmış bir kitap. Belki çocukken okumuşsundur. Aydın insan okuldan önce kitaplardan mezundur.

1900’ler. İstanbul merkezli Saadet Gazetesi. Okuma yazma oranları yüzünden gazete okunan nadir yerlerden İstanbul. Dedelerin mezar taşı o tarihte de her yerde okunamıyor. Bir imparatorlukta sıradan halkın fazla okuması gereksiz zaten. Tanrının yeryüzündeki gölgesi, onlar adına okuyor. Saadet Gazetesi’nde, Bir Çalgıcının Seyahati diye bir eser tefrika edilir. Okuma bilen mutlu azınlık çok sever hikâyeyi. Çok ilgi görünce eser 1907’de kitap olarak yayımlanır. Otuz ikişer sayfalık fasiküllerden ibaret bu baskı sonradan ciltlenir. Ciltli kapakta “Almancadan çeviren Mehmet Tevfik” ibaresi var. Fakat Mehmet Bey kimden çevirdi, belli değil.

Yazının Devamı

Lebaleb

İkinci hece biraz uzun, kısa geçme. Pamuk şeker kıvamında olacak, lebağ gibi başla; sonunu da sakın TDK sözlüğüne uyup dudaklarını incelterek p diye bitirme öyle; normal bırak, birleştir, bı dercesine; Dil Derneği bu konuda da doğru yine: Lebağleebb. Böyle çıkmalı. Tını kahverengiden vişne çürüğüne doğru gitmeli. Hatta insanın gözünde bademezmesi ya da eski bir ilkokulun, pazar sabahı bomboş koridorları canlanmalı.

Leb dudak demek, leb-a-leb dudak dudağa. (Sonu niye lep olsun sayın TDK?) Leblerin mecruh olur dendanı sini bûseden diye dizesi var Nedim’in, şairler böyle, bakma onlara pek. Farsça lab dudak, Hint Avrupa dillerine de leb diye yürümüş gitmiş kelime. Lip İngiliz dilinde dudak oluyor, lip stick vesaire var ya, hep aynı aileden. Aynı zamanda kıyı da demek lip; lebiderya’nın da denize kıyısı olan daireler için kullanıldığını düşünürsek. Bir de tabii o daireler neden dörtgen sorusunu düşünmek gerekiyor, adı daireyken. Pazar pazar delirtmeyelim kimseyi.

Yazının Devamı

Buyrukçu’yu hatırlamak

Bayram ama nöbet dümeniyle yarım gün çalıştırmışlar, iş bitince tez ayak çıkmış daireden Buyrukçu... Karaköy’den kalkan Fatih dolmuşu, dökülen bir Ford, şoför de pehlivan, iki kişilik yer kaplıyor, ön sıra tedirgin. Düşmüş yola. Unkapanı’nda iniyor.

Yazının Devamı

Oktay Rifat’i Hatırlamak

Evvelce dostumdu O, sonra düşman, sonra hiç. Yirmi yıl önce... Bir yılbaşı, yılın ilk sabahı. Nasıl da severim böyle devleşmiş pazar günleri gibi görünen sabahları. Pazarları sevmem ama... Sevdiğim, özellikle yılın ilk günüdür. Bir başlangıcın temizliği hep. Herkes uykudadır. Tüm şehir sana, sencileyin erkencilere kalır.

Öyle bir gündü, birlikteydim Öteki ile. O’nun evine davetliydik. Kadıköy’e vapurla geçildi. Yılın ilk vapuru, ilk gününde. Ardından dolmuş, Üsküdar. Her yer nasıl da bomboş, bizimdi. Gençtik ve mutluyduk, belki de sadece ben mutluydum... O’nun Salacak manzaralı, kitaplarla dolu evinde kuşluk vakti. Behçet Aysan’ın şiirleri gibi bir vakit, dışarda “tozup giden bir ilk kar”... Bir kitaplığa, bir önümdeki kahveye, bir dışarıdaki manzaraya bakıyordum şaşarak. Ben hep güzellik karşısında şaşkındım; güzel olan her şeye tutkun. Yeter ki çevremde bir güzellik olsun, olup bitenleri umursamazdım. Gençtim yani... Şaşarak bembeyaz kara kışa, Öteki’nin güzel kitaplarına, incelikle hazırladığı sofraya bakıyordum. Deniz uğulduyordu kar altında. İçtiğim kopkoyu kahve, gelecek günlerin habercisiydi belki. O ve Öteki, bensiz de mutluydu çünkü, benim dışımda. Dışarda bırakılmayı iyi bilirim bu yüzden. Dışarda olmak demek, illa sokakta kar altında olmak demek değildir.

Yazının Devamı

Marquez’i hatırlamak...

Ölünce biz de iyi adam oluruz, der Orhan Veli. İyi adam olur muyuz bilmem de yazarlar ölünce daha çok sevilir, eminim. Hatta bizde yazarlar ölmeden sevilmez. Marquez de öldü öleli hem dünyanın en iyi adamı hem de artık daha çok seviliyor. Darılacak şey değil, bu iş böyle.

Tomris Uyar, günlüğüne 6 Ağustos 1975 tarihinde Marquez için yazıyor bak: “Yüzyıllık Yalnızlık’a başlamalı en iyisi. Marquez'in kapaktaki fotoğrafı, sıcak bir yazardan çok hergele bir ayakkabı boyacısını andırıyor. Ama kısa sürede alıştım fotoğrafa. Anaç, doğurgan bir yazar Marquez. Şimdi sayıları çok az, ama gün geçtikçe hızla artacağını sandığım bir erkek türünden. Açıklaması güç, bir deneyeyim: Doğuramamalarına yandığınız erkekler vardır. O güzel, korkunç sancıyı yiğitçe çekmek, sonra o büyük tada varmak hakkı onlardan esirgenmiştir doğaca. Hele haksız yere, salt dişiliklerinden ötürü ana olabilen bazı kadınları düşündükçe, neredeyse öfkelenirsiniz o yasaya. Marquez doğurgan bir erkek diyorum işte...”

Yazının Devamı

Tarık Dursun K’yı Hatırlamak...

Besbelli yaz günüydü ama kaç sene önce, ne zamandı, anımsamıyorum, yalnızdım herhalde, edebiyat bir yalnızlık oluyor zaten gitgide: Ağaçlar Ayakta Ölür diye bir kitap vardı elimde. Çantamdan çıkarıyorum, uçakta bir parça okumuşum. İlk kez okumuşum üstelik. Ne büyük kayıp, neler kaçırmışım diyerek, hayıflanarak. Okunacak ne çok iyi hikâye, kitap, roman, şiir var. Nasıl yetişecek diye bunlara diye telaş ederek. Yaşamak değil, diyordu Orhan Veli, beni bu telaş öldürecek.

Uçaktan iniyorum. Sonra tren. Alsancak Garı’na devriliyorum, Bela Çiçeği şiirindeki gibi Kaptan’ın... Kaptan demek biraz İzmir’dir değil mi! Ne zamandı tüm bunlar... Neden İzmir’deydim, fuar, söyleşi, imza mı vardı, öylesine mi? Ne kadar özledim, bir yıl oldu eve kapanalı. Bazen rüyamda eskiden kaldığım otellerin pencerelerini görüyorum bu aralar, bazen bir uçak alçalarak memleketimin sevdiğim şehirlerinden birine iniyor. Antep olur, Ankara olur (Bahir abi aranacak muhakkak), ne bileyim Konya’ya inersek üniversitedeki genç arkadaşları arayacağız, arabayla Amik Ovası’nın oralar... Özlüyor insan.

Yazının Devamı

Sağ Sol İşleri...

Sol, eski Türkçe bozuk. Moğolca solı ters çevirmek (ayaklar baş olsun gibi), bozmak anlamına gelir. Sözcüğün son anlamı “çap”raz (zıt, ters) olmalı belki; zira Farsça çap: Ters, sol. Eski Roma'da da sol anlamına gelen kelime uğursuzlukla ilgili. Fransız da aynı bakmış: Etre gauche yani solaklık, maladroit yani beceriksizlikle yakın. Bunca kötü mü bu sol! İngilizce karşılığı left, eski İngilizcede kullanışsız, zayıf anlamında lyft kelimesinden.

Arapça sol, şum; o da İbranice sarımsakla karşılanıyor. Şum’dan şom ağızlıdaki şoma geliriz. Yani uğursuz. Bir hüsnü tabirle bizim Osmanlı talihli, kolay anlamına gelen yasar’dan, yesari’yi türetmiş, böylece Osmanlıda solak - uğursuzluk ilişkisi rafa kalkmış. Yoksa, solun olumlu anlama geldiği yer yok gibi. 1750’lerin ünlü hattatlarından Mehmed Esat Efendi, sol elle yazdığından Yesari lakabıyla anılmış. (İbnülemin Mahmud Kemal İnal de Ketebe Yayınları’nın büyük özenle yıllar sonra yeniden bastığı Son Hattatlar’da bahseder bu beyden.) İşte o Yesari’den torunları Afif Yesari ve Mahmut Yesari çıkıp geliyor kuşaklarca solak...

Yazının Devamı

Biraz da Eski Türkiye

Ülkemiz aşıya kavuşunca aşılama süreci başladı son hızla. Önemli! Yok efendim Çin aşısı, yok Sinovac firmasının internet sitesi açılmıyor gibi Amerikalı huysuz apartman çocuğu şımarıklığı çekilmiyor bu süreçte. Olmuyorsan olana ses etme; otur evinde!

Arada, efendim eski Türkiye’de böyle miydi, yenisinde bak aşı veriyoruz size vesaire denildi. Yavaş gelmek lazım biraz, yavaş... Sen başka milletin ürettiği aşıyı parayla satın alıyorsun, dikkat. Burada övünülecek şey aşılama hızıdır ancak. Fazla gaza gelip eski Türkiye’ye vurmaya kalktın mı zarar edersin o işten. Bence sen gel, ayırma Türkiye’yi eski yeni diye... Geçmişi doğru dürüst bil, bizden sonrakiler de birlikte onarsın geleceği. Türkiye, eski Türkiye ile kavgalı çok kişiyi tarihin sayfalarına kaydedip geçti, kendisi ayaktadır çelik gibi. Yenisi de eskisi de bizim deyip sahiplenirsen herkes için daha iyi...

Yazının Devamı

Pamuk, Türkçe biliyor mu?

Pek bilmiyor! Böyle yazınca homurdanıp sen çok mu biliyorsun diye köpüren var. Ben çok iyi biliyorum demedim, o bilmiyor dedim. Fakiri geç, Tahsin Yücel usta bile yazdı: B i l m i y o r. Bir İstanbullu olarak şehrine turist gibi baktığı fotoğraf derlemesi Turuncu’nun tanıtımı şöyle başlıyor: “Kafama uzun siperlikli bir boyacı takkesi geçiriyor, İstanbul’un en ücra, en uzak sokaklarına, en tehlikeli mahallelere gidiyor ve hiç kimse beni tanımıyor ve durduramıyordu...”

Uzun siperlikli boyacı takkesi nedir diye sormadı mı hiç Türkçe bilen entelektüel, aydın okur! Ne takkesi arkadaş, demedi mi! Yazar kasket demek istemiş ama becerememiş, görmediler mi! Bir de o “takkeyle” İstanbul’un hangi tehlikeli mahallesine gitti merak ediyorum, Pamuk için ücra mahallelerin tehlikesi nasıl bir tehlike? Ayrıca cümlenin sadece başı değil, tamamı beter: Nobelli yazar “kafama takke ‘geçiriyor’ diye başlayıp hiç kimse beni durduramıyordu diye bitiriyor. Takke hızlandırıyor demek! Sahiden kimse rahatsız olmadı mı okuyunca! Üslup deyip geçtiler mi acaba? Evet Valéry üslup pahalıya patlar der ama iyi ki okumadı Pamuk’u!

Yazının Devamı

Cemal Süreya için notlar...

Süreyya diye yazılmıyor, şu y’lerden birini sil. Ülkü Tamer ile tavla oynarken kaybettiği harfi, oraya kim yeniden koyabilir? İmzasında gizlenen şapka çiçekle dolu... İnternette adına en çok saçma sapan söz (şiir değil onlar zira) yazılmış şair Cemal Abi. Sev beni seveyim seni yazıp altına Cemal Süreya iliştir, ona bile inanırlar. Ölmüş Cemal. Hem de otuz bir yıl önce dün... Ölür mü deme, üstü kalsın dese de insan bazen ölüyor işte. Düşünde balıklar uyur şimdi. Yıkıcı aşkların içinden geçmiş, parasız yatılılardan... Ölmüş de duruyor öyle, bakıyor geçen zamana. Çapraşık yüzyılları geriye atıp savurmuş, ince Karac’oğlan, Erzurumlu Emrah’ın bacanağı. Çağının en güzel gözlü maarif müfettişi değilse de en yakışıklı darphane müfettişi... Ne söylemişti daireyi teftişe gelen bakana? Hani bakan dosyada, defterde kusur bulamamış, “ortalık yeterince temiz değil” buyurmuştu da ne cevap vermişti Cemal Abi, şair: “Varlığınızla kirlenmiş olabilir beyefendi!”

Cemal Abi. Bir tül kadar beyaz anası çok küçükken ölmüştür, babasıysa binlerce yıl önce. Doğum günü hiç olmadı, çok sonraları tarih seçer kendine. Bir ara 10 Ağustos der, biriyle yan yana kutlasın diye, sonra 4 Mart. Sonra Türkçe tabii: “Bu dil yorganımdır benim: Biraz haşhaş, biraz balık kokar. Biraz da zeytin tadı...” Sütünü hep Kerem ile Aslı’yı dinleyerek içti. Yüreğin yaban argosu... Sonra trenler, Erzincan’dan Bilecik’e, sürgün (binerken ayakkabılarını çıkardı mı acaba). Askeri okulun önünde ağaçlar. O zamanlar modadır sarı kurdelem sarı türküsü. Babası, sobada patlatırken yüzüne sıçrayan kestaneler... Aklında hep arkadaşlarıyla oynarken ellerinde ölen, bahçenin ucundaki helaya attıkları kedi yavrusu. Ama hep kulaklarında o bitimsiz ses, annesinin sesi: “Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem.”

Yazının Devamı

Yunus, Can Yunus...

Yücelerden yüce gördüm buğday yüzlü Yunus’u; eğmiş başın akıp gidiyor öksüz, su gibi; su da çünkü öyle aziz; eğip başını geçer her yerden ama tertemiz. Ne varlığa sevinir Yunus, ne yokluğa yerinir, süt dişleriyle Türkçenin... Elif okumuş, pazar eylemiştir; tartar gül ile gülü...

Bir uçurumda yatar Yunus. Yüksek tepelerden inilir yattığı yere, uçurum kıyısından seyre durur çocuk Anadolu’yu. Gece yarısı yaylı arabalar, korkulu yollar, sarsıla düşe varılır kıyısına, dolanıp bütün yukarı illeri. Toz dumandır, yarasına büyülü sözler basar. Acır mı? Acır tabii. Daha Pir Sultan gelecektir, menevişli; Cemal Süreya’nın şiirince sütbeyazdır Ayvaz, kan kırmızı Köroğlu. Boğazında düğümlü şiiriyle Yunus: Bir kuru ekmekle doymuş, ötede dertli dolap dönmekte, eğirip zamanın iplerini. Çıkmış karı kocalıktan, mal mülkten, para puldan; çıkmış posttan dervişten, kapusundan Taptuk’un, yapayalnız; Âşık Paşa’nın oralardan, Oğuz lehçesiyle. Sıtmadan ölen çocuklar köylerde, kızamıktan; kızamuk derdi Atuf Kansu, bildin mi; oralarda Yunus. Erik ağacına çıkıp üzüm yenilen yerde. Olur mu deme; varlık, işaret eder her varlığı başka hallerde.

Yazının Devamı

Sol Sefalet: Türkçe Edebiyat

Geçen hafta Ersoy İrşi’nin fakire de danışarak yüklendiği bir tartışmanın fitilini ateşledik. Kültür dünyamız taciz dışında başka şeyi uzun süredir tartışamadığından insanlar özlemiş böyle işleri!

Neden buna gerek duyduk? T24 adlı sıkıcı sitenin daha sıkıcı kültür şeysi K24’te gördüğüm, Cemal Süreya’ya da Türk edebiyatı mı diyeceğiz yollu bir cümle yüzünden. Sen istersen elma de; biz Süreya’ya öyle diyoruz; o da öyle diyor kendine; senin ederin ne ki adamın rahatsız olmadığı etiketi değiştiriyorsun dedim içimden. Fakat durum ciddiydi. Üstelik sorun sadece benim sorunum değil. Genişçe incelenmeli; edebiyatımız savunulmalıydı. Zaten Türk edebiyatı ile Türkçe edebiyat arasındaki fark, birinin bu topluma; diğerinin ne idüğü belirsiz bir kitleye ait oluşuydu. Türk, Türk demek; Türkçe ise Türk gibi...

Yazının Devamı

Irkçılık hakkında

Fakir futboldan anlamaz, sevmez de! Tek bildiği, futbolun yalnız futbol olmadığıdır; onu da geçen hafta sevgili Gaffar Yakınca yazdı. Oradan söz alıp ırkçılık işine değineyim. Hani Başakşehir teknik ekibinden Pierre Webo, hakem Sebastian Coltescu'nun kendisine karşı ırkçı ifadeler kullandığını söylemişti, saha karışmıştı hani; sonra oyuncular maçı bıraktı. Müthiş hareketti.

Birden ırkçılığa hayır sesi yükseldi memleketten. Harika! Derken içimizden kimileri, asıl ırkçının Türk halkı olduğu yollu döküldü sosyal medyanın yokuşlu taşlı yollarına. Fakir biraz, halka ırkçı diyenlerin sırtını yasladığı Batı’nın, varlıksal temelini kibirde bulan ırkçılığın doğum yeri olduğunu anlatsın.

Yazının Devamı