Son Yazıları

Doğadan Sanata Sesler

Türkiye'nin bitmeyen ve 2019 sonrası iyice artan ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlarıyla yüzleşirken, diğer tarafta Dünya'nın farklı yerlerinde insan, canlı, doğa katliamı sürerken, tepki göstermek dışında bir şey yapamayıp hayata devam ediyoruz. Bunca sorunun ortasında zorunlu çalışmalar dışında içimden bir şey yapmak gelmese de -ki Türkiye'de sanatsal çalışmalarımızı sunmak bile bir problem- sanat hakkında yazarak okuyucularımıza bir şeyler iletmeye çalışıyorum.

İki yıl önce Aydınlık’ta yayınlanan "Sanatsal ve Gürültü Ses Çevreleriyle İstanbul" yazımda, İstanbul'un "ses çevresi"ni ifade etmiştim. Bu yazımda da yine sesi bu defa daha geniş bir çerçevede ifade ettim.

Yazının Devamı

Göç meselesi sanata yansımıyor mu?

Geçenlerde internette bir yerde sanatçıların göç konusunu eserlerinde işlemediklerine, bu konuda bir şeyler söylemediklerine dair bir eleştiri gördüm. Ancak bu tür eleştirileri yapanların, yüzlerce sanatçı ve eserden nasıl böyle bir tespiti yapabildikleri belirsiz. Yapılan yersiz eleştiri, yapanın bilgi ve araştırma eksikliğinden kaynaklanıyor. Yüzlerce yıldır var olan göç de olmak üzere, insanlığa dair çok şey sanat eserlerine yansıtılmıştır. İlgisi olan araştırıp bulabilir. Yanı sıra, sanatçılar kendi istedikleri dışında her konuda konuşmak, her şeyi eserlerine yansıtmak zorunda değildir. Sosyal olarak aktif olan veya olmayan sanatçılar vardır. Kimileri sessizce eserleriyle, kimileri de eserlerinin yanı sıra, benim gibi sözlü ve yazılı olarak duygu ve düşüncelerini ifade eder.

Tüm sanatçılar aynı anda aynı konularla ilgilenmek zorunda da değildir. Kendileri hiçbir şey yapmayan insanlar, her şeyi sanatçılardan bekliyor. Sanatçıları eleştirmeden önce, Türkiye'ye toplu göç ettirilen insanları sigortasız ve asgari ücretin altındaki ücretle çalıştıranlar, evlerini yüksek ücretle göçmenlere kiralayanlar yüzleşsin kendileriyle. ‘Popüler olmayan (ciddi) sanat’ ile ilgilenmek, araştırmayı ve entelektüel seviyeyi gerektirir.

Yazının Devamı

Belediyeler ve sanat ilişkileri

İstanbul, endüstrileşme öncesinden başlamak üzere, yüzyıllardır sanat merkezi bir şehir olarak Türkiye’nin diğer şehirlerine göre çok öndedir. Yanı sıra, Ankara ve İzmir başta olmak üzere diğer şehirlerde İstanbul’daki kadar sanat hayatı olmadığı görülür. Sanatsal ciddiyet açısından ise Ankara başta gelir. İstanbul’da sanat çeşitliliğinin fazla olması olumlu olarak düşünülse de şehrin onca ulaşım aracına rağmen zorluğu, yine de bu sanat çeşitliliğine ulaşmayı engellemektedir. Hele günümüzde insanların önceliği iş hayatı, geçinmek, para kazanmak ve kalan zamanda da değişik etkinliklerde zaman geçirmek olunca, ciddi sanat etkinliğine zaman ve/veya para kalmamaktadır. Dijitalleşme de insanların sabit kalmasına yol açan bir başka etkendir. İstanbul’un 16 milyon üstündeki nüfusunda ciddi sanat alıcısı sayısı, sadece belirli zaman ve mekânlarda olmak üzere çok azdır. Diğer şehirlerde ise sadece ilgili çok az kişi görsel sanatlarla ilişkiliyken müzik ve sahne sanatları, sunulan mekânları doldurabilecek kadar kişiyle sınırlıdır. Bu sanat etkinlikleri İstanbul’da belediyeler, müzeler, dernekler, vakıflar, bankalar, şirketlerle geniş çeşitlilikteyken, diğer şehirlerde ise çoğunlukla varsa Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde etkinlikler ve belediyelerle sınırlıdır. Türkiye’de yeni yerel seçimler yapılmışken, bu yazımız belediyeler ve sanat ilişkisi üstüne odaklandı.

Başta yine belediye sayısı itibariyle İstanbul olmak üzere, diğer şehirlerde de belediyelerin düzenli olmasa da bir şekilde sanat etkinlikleri vardır. Ancak başta İstanbul’dakiler olmak üzere, belediyelerdeki sanat etkinliklerini sunacak sanatçıları kimin neye göre belirlediği ve kapsayıcı değil, ayrımcı olduğuna ilişkin çok örnek gözlemlenmektedir. Kişisel deneyimlerim, gözlemlerim ve bana iletilen bilgilerle bu ayrımcılık net olarak ortadadır.

Yazının Devamı

Yapay zekâ ile sanat yaratımının sınırları olur mu

Dijitalleşme öyle hızlı ilerliyor ki robotlar ve yapay zekâ (YZ) insanların yerine geçerse diye kimi sektörler için endişeli bir durum söz konusu. Bu yazıyı tamamladığım haftada dahi, bu konuda onca yeni bilgi ortaya çıktı. Ülkelerin yapay zekâ araçlarıyla yönetilebileceği de konuşulmaktadır. Bu yüzden, OpenAI aracılığıyla e-postaları ifşa edilen Elon Musk ve OpenAI İcra Kurulu Başkanı Sam Altman, YZ ilerleme hızının çok tehlikeli olduğunu ve önlem alınması gerektiğini vurgulamışlardır. YZ insanların çalışmalarına “yardımcı” araç olmanın ötesine geçmeye, insanların yerine “asıl” olmaya başlamıştır. Bu yazımda YZ araçlarının sanatla ilişkisini ve bu araçların kullanımının sınırlarını irdeledim.

Henüz sadece insanlar tarafından yönetilen robotlar ve YZ araçları, sanat yaratımında da kullanılmaktadır. Bu açıdan 'insanlar var oldukça dijital araçlarla da olsa sanat var olacaktır' diyebiliriz. Dijital yazılımlarla sanat yaratımı yıllardır zaten var. Bu defa insan zihni ve eliyle yapılan sanat yaratımıyla birlikte, robot ve/veya YZ araçlarıyla yaratılan sanat eserleri eş zamanlı olmaktadır. 1-3 Mart 2024'teki Art Dubai sergileri kapsamında YZ araçlarının da kullanıldığı benim de beğendiğim görsel eserler sunulmuştur. Bunlardan biri, Florencia Brück’ün Orta Doğu'ya özgü minyatür resim üslubuyla YZ yaratımını birleştirdiği eserleridir.

Yazının Devamı

Dijitalleşme sanatı yok ediyor mu?

Hiçbir zaman herhangi bir işi kutsamadım. Çeşitli sanatçılar kendi dallarını ve eserlerini kutsayabilir. Ama sanatın alıcısı için durum aynı değildir. Alıcı kutsamasa da ilgisi olan sanat dalları ve eserlerden geçici süre haz alabilir. Ama insanlar sanat olmadan da yaşayabiliyor ya da adını koymadan sanat dallarıyla farklı düzeyde ilgilenebiliyor. Sanatı sosyal yaşamın bir parçası ve kültürel gerekllik olarak benimsemiş, ekonomik açıdan da rahat toplumlar var. Bu yüzden, bir toplumun bir şeyi sosyokültürel olarak benimseyip benimsememesi de ayırıcı özelliğidir. Toplumun popüler olmayan sanata ilgisi de ayırıcı özelliğidir.

Bir toplumun çoğunluğu kendisine sonradan gelen gündelik yaşamında ihtiyaç duymadığı bazı sanat dallarıyla ne olursa olsun ilgilenmeyecektir. TV dizisindeki pavyon sahnesi daha çok ilgisini çekebilecektir. Bu yazıda, sanata dair ilgi ve ilgisizlik içinde dijitalleşmenin durumunu irdeledim.

Yazının Devamı

Atom bombasından ‘Nükleer Sanat’a

Dünya savaşlarının sonunda 1945 yılı sonrası postmodern (modern sonrası) dönem olarak kabul edilmektedir. Bu dönemden itibaren her şeyde olduğu gibi sanatta da yeni akım, teknik ve üsluplar ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın sonundan başlayan “çağdaş sanat” akımlarına yenileri de eklenmiş ve sonuncusu da “postmodern sanat” olarak anılmıştır. Çağdaş sanat diye günümüzde de sunulan birçok eserin sanatsallığı, estetiği ve çağdaşlığı tartışılabilir. Bunun için de Avelina Lésper'in “Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı” ve Ayşegül Sönmez’in “Çağdaş Sanat Var Mı?” güncel kitapları okunabilir. Asıl konumuz, bu çağdaş sanat hareketlerinden biri olup gerçek ve acı olaylardan yola çıkan “Nükleer Sanat”tır. Bu yazı, aslında 1 Ağustos 2023 tarihli Aydınlık’taki “J. Robert Oppenheimer ve Atom Bombasının Sanatla Temsili” yazımın da devamıdır.

Atom bombasının babası sayılan J. Robert Oppenheimer’ın öncülüğündeki ekibin hazırladığı, 6 ve 9 Ağustos 1945'te de sırasıyla Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasında kullanılan ilk nükleer bombalar, yaklaşık 500 bin insanın öldüğü gerçek bir olaydır. Bu olaydan sonra Japonya daha güçlense de atom bombasının yaydığı radyasyon, yıllarca o bölgedeki insanları olumsuz etkilemiştir. Sanatçılar hayal ya da gerçek her şeyden fikir alıp ya da etkilenip sanat eseri yaratırlar. İşte Dünya’daki bu ilk nükleer bomba ve olumsuz sonuçları da 1945’ten başlamak üzere birçok sanatçıyı etkilemiş, onlar da bu olayı kendilerince sanatın çeşitli dallarındaki eserleriyle ifade ve temsil etmeye çalışmışlardır. Önceki yazımda örneklerini verdiğim gibi, resimlerden sinema ve televizyon filmlerine, tiyatro oyunlarından şarkılara, heykellerden anıtlara sanatın tüm dallarında eserler mevcut olduğunu görüyoruz.

Yazının Devamı

Sanat ve sanatçılarla acının estetiği

Acı nasıl estetik (güzel) olarak sunulur ve kendisi varken nasıl yeniden üretilir? Bu yazıya öncelikle bu sorulara cevap vererek başlayalım. İnsanlar yaşadıkları acıları çeşitli biçimlerde dışa vurabilirler. Ağlamak, bağırmak, konuşmak, sessiz kalmak, çeşitli vücut hareketleri insanların acıyı dışa vurumuna dair örneklerdir. Acının bir ürüne dönüşümüne en yaygın örnek ölenin ardından yaratılan/söylenen ağıtlardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde yaratılan yerel ağıtlar, ezberlenip yayıldıkça halk edebiyatı ve müziğine dair estetik eserler olarak yayılmıştır. İşte acının estetiğine dair en yaygın örnekler ağıtlardır. Estetik kavramı, günlük yaşamda var olsa da daha çok sanatla ilişkilendirilmiştir. Bu yüzden de ağıtlarda olduğu gibi, acılar estetik olarak sanat eserleriyle yeniden yaratılabilmektedir. Ressamlar, oyuncular, müzisyenler, besteciler, kısaca farklı sanat dallarındaki insanlar acıyı bir şekilde eserlerle yansıtabilirler. Bu girişten sonra, “acının estetiği”nin sanat ve sanatçılarla ilişkisini değerlendirelim:

1-4 Haziran 2023 arasında sunulan ArtContact İstanbul 3. Uluslararası Sanat Fuarı’nda, Atölye Sanat Hayatı aracılığıyla benim de konuşmacı olduğum “Acının Estetiği” paneli düzenlenmişti. Değerli ressam Gözde Atlas’ın önediği bu panelin yola çıkışı da Şubat 2023’te 11 ildeki depremlerden sanatçıların etkilenip etkilenmedikleri, duyarlı olup olmadıkları ve eser yaratıp yaratmadıklarını irdelemek üzerineydi. Ben de bu konuyu, paneldeki konuşmamı da genişletip bu yazıda irdelemek istedim.

Yazının Devamı

Afet ve yas süreçlerinde önce müzik ve sahne sanatları mı göze batıyor?

Dünya savaşları başladığında, Avrupa'daki tiyatrolar, konser salonları ve opera evleri birkaç hafta kapandıktan sonra açılıp etkinliklerine devam etmiştir. Askerler cephede savaşırken, siviller de müzik ve sahne sanatları eserleriyle savaşın etkisini zihnen geride bırakmaya, psikolojik olarak güçlü olmaya çalışmışlardır. Aynı yıllarda Türkiye'de devletçe de ciddiye alınan müzik ve sahne sanatları etkinlikleri artarak devam etmiştir.

Özellikle son yıllarda "müzik" deyince akla nedense sadece "eğlence"nin geldiği, müzik ve sahne sanatlarının ciddi bir meslek olduğunun düşünülmediği Türkiye'de, her türlü olumsuz olayda resmi ve bağımsız müzik ve sahne sanatları etkinlikleri durduruluyor. Canlı müzik sunulan yemekli mekânlardan konser, opera, bale ve tiyatro sahnelerine her etkinlik, salgın veya afet gibi olumsuz olaylara göre "eğlence" olarak düşünülüyor. Özellikle bağımsız olarak tek işi müzik ve sahne sanatları mesleği olanlar duracak ama diğer her meslek dalı işine devam edecek diye düşünülüyor. Burada "eğlence" kelimesinin çok geniş ve toplumlara göre değişen anlamlarına girmiyorum. Merak edenler sözlüklere bakabilir.

Yazının Devamı

Sanatsal ve Gürültü Ses Çevreleriyle İstanbul

Ses bir fiziksel olarak ister istemez her yerde bulunmaktadır. Doğanın sesleri bir yana, insanlar tarafından üretilen sesler bir yana. Bu seslerin bazıları estetik olup insanlar tarafından dinlenebilirken, bazılarıysa gürültü olarak gelir insan ve hayvanlara.Gürültü de doğadaki bazı olayların çok yüksek sesli olanlarının dışında, çoğunlukla insanlar tarafından üretilen seslerden ortaya çıkmaktadır. İnsanların yaşadıkları apartmanların yakınında yapılan yeni bir bina inşaatından çıkan sesleri herhalde kimse estetik bulup dinlemek istemez. Bu açıdan sesler, doğadaki oluşlardan (yağmur, rüzgâr, gök gürültüsü, canlıların sesleri) doğal olarak üretilenler ve insanlarca üretilenler olarak düşünülebilir. İstanbul da her ikisine de örnek olabilecek bir ses çevresidir

Yazının Devamı

Sanatların dönüşümünde bireysellikten küresele elektronik sanattan kripto sanata

Bilindiği üzere, sanat dallarının hem sanatçılara hem çeşitli olaylara hem de birbirine etkisine bağlı kaçınılmaz değişimi yüzyıllardır vardır. Bu değişimler, yaratılmış bir sanat eserinin farklı formlara dönüştürülmesi olabildiği gibi, kullanılan teknikler ve araçlar yoluyla da bir dönüşümü getirebilmektedir. Bu konuları, Sayın Zafer Bilgin’in “2. Artcontact İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı” kapsamında düzenlediği ve benim de konuşmacı olduğum “Büyük Tarihsel Dönüşümler ve Sanat” başlıklı panelde de 26 Mayıs günü anlatıp değerlendirmiştik.

Bu yazıda, sanatlardaki bazı dönüşümlerin günümüzdeki yansımasına odaklandım. 19. yüzyılda elektriğin icadından itibaren, elektrik enerjisiyle çalışan çeşitli çalgılar (Telharmonium, Theremin, Ondes Martenot vb.) ve ilk ses kaydetme ve kaydedilen sesi (müziği) dinleme cihazı (fonograf) icat edilmiş, böylece müzik sanatında önceki elektronik olmayan (akustik) çalışmaların yanı sıra, elektronik müzik yaratımı ve seslendirilmesi de ortaya çıkmıştır. Bu çalışmalarla sanatta elektronik cihaz kullanımıyla “elektronik sanat” süreci başlamıştır.

Yazının Devamı

Türkiye’de çağdaş müzik ve Rus Ekolü

Ukrayna ile savaşı nedeniyle gündemde olan Rusya’ya yaptırımlar içerisinde bilindiği üzere sanat da bulunuyor. Temelde 19. yüzyıldan itibaren uluslararası alanda yer etmiş Rus sanatçıların eserleri, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bir siyasi yaklaşım olarak yasaklanmaktadır. 2 Nisan 2022 tarihli Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanan “Savaşların ve Siyaset Yöntemlerinin Sanata Yansımaları” başlıklı yazımda bunlardan bahsetmiştim. Bu yazıda ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki Türkçülük akımı ve ulus-devlet politikasının bir parçası olarak çoksesli dokudaki “millî mûsikî”nin oluşumunda Rus bestecilik ekolünün örnek alınmasından bahsedeceğim.

1877-1878 arasında “93 Harbi” olarak da adlandırılan Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda, 1880’lerde Azerbaycan’da yaşayan Türk aydınların başlattığı ve Osmanlı’ya da yansıyan Türkçülük akımının öncüsü olan bazı aydın ve yazarların gazete ve dergi yazılarında Rus ulusal besteci ekolü örnek verilmiş, Avrupa temelli çoksesli müzik temelinde Türklere özgü “ulusçu müzik” yaratılması düşünülmüştür. Rus Beşleri olarak anılan Mily Balakirev (1837-1910), Nikolay Rimsky-Korsakov (1844-1908), Modest Mussorgsky (1839-1881), Aleksandr Borodin (1833-1887) ve César Cui’nin (1835-1918) Rusya ve Kafkasya halk şarkılarından yola çıkıp çoksesli dokuda yarattıkları ulusçu Rus müziği tınıları gibi, benzer olarak Anadolu’dan derlenecek halk şarkılarının Avrupa temelli çoksesli müzikle sentezlenmesiyle, Osmanlı’nın eski sanat müziğinden, “Şark mûsikîsi”nden farklı olarak, çoksesli dokuda yeni bir Türk müziği yaratılabileceği değerlendirilmiştir. Aslında Rus besteciler Rus halk şarkılarının yanı sıra, Kafkasya’daki Türk halklarının şarkılarını eserlerinde kullanmışlar, oryantal etkiyi de müziklerine katmışlardır. Balakirev’in “İslamey” (İslam) adlı piyano eseri, Rimsky-Korsakov’un“Şehrazad” adlı orkestra süiti oryantal tınıdadır.

Yazının Devamı

Dramadan Karma Dramaya İstanbul’da Özel Tiyatrolar

İstanbul’da tiyatro deyince 1840’larda başlamak üzere, Fransızca oyunlar ve operetlerle Fransız Tiyatrosu ve İtalyan operalarıyla Naum Tiyatrosu öne çıkar. Sonrasında eski Beyoğlu’nda birçok tiyatro salonu yapılmış, müzikli ve müziksiz oyunların yanı sıra, opera ve operetler sahnelenmiş, konserler verilmiştir. Aslında o dönemde günümüzdeki gibi bir Devlet Tiyatroları olmadığından, Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu, devletin tiyatroları olarak düşünülebilir. Ancak diğer tüm özel tiyatrolar Osmanlı yönetiminin izniyle kurulduğundan, hatta bazı padişahların ekonomik desteği de olduğundan, her zaman devletle iş birliği olmuştur.

Tabii günümüzde tiyatro deyince iki kavramı açmak gerekiyor: Tiyatro, Yunanca “theatron” kelimesinin tam anlamıyla “izleme/gösteri yeri”dir. Yani tiyatro kelimesi öncelikle bir mekânı temsil eder. Günümüzde tiyatro terimi çoğunlukla “oyun” anlamında da kullanılmaktadır. Ancak, aslında “drama” terimi Latince ve Yunanca’da “oyun, gösteri” anlamındadır. Bu yüzden yukarıda adı geçen tiyatrolar mekân, içinde sunulan her türlü oyun da dramadır. Günümüzde hem tiyatro hem de drama kavramı özel tiyatroların adında da kullanılmaktadır.

Yazının Devamı

Çukurcuma’dan Taksim’e resim, heykel, fotoğraf sergileri

Sanata resimle başlayıp edebiyat, müzik ve sahne sanatlarıyla devam edip bir bütünlükle çalışan sanatçı ve akademisyen olarak, salgındaki karantinada sadece internetten takip edebildiğim sergileri, bu defa doğrudan galeride görebildim. Bu yazıda da sergi izlenimlerimi sizlerle paylaştım.

27 Kasım'da bulabildiğim boşluktan yararlanıp öncelikle planlı olarak ressam-heykeltıraş Adviye Bal’ın, Çukurcuma’daki Balaban Sanat Galerisi’ndeki “Sırdaş” başlıklı resim-heykel sergisine katıldım. Aslında Bal’ın bazı eserlerini -eşi Zafer Bilgin aracılığıyla- hem İstanbul’daki atölyesinde hem de Kadıköy Erkan Yücel Kültür Merkezi’ndeki karma sergide görebilmiştim. Bu defa eserleri toplu olarak izleme fırsatım oldu. Adviye Bal’ın yıllardır kullandığı çıplak kadın ve çocuk bedeni figürleri üzerine farklı boyut, renk ve tonlardaki resimleriyle ilgili kendisiyle de sohbet ettik. Sadece bu resimleri izleyenlerin hayal edebileceği farklı yer ve zamanlardaki onlarca kadın ve çocuk bedeni iç içe bu resimlerde bir aradadır. Adviye Bal’ın, alışılmışın dışında, resim ve heykellerine isim koymamasındaki amacının, düşündüğüm gibi, sanat izleyicisini yönlendirmemek olduğunu kendisinden de teyit ettim. Dünyadaki insanlar arasında farklılıklardan kaynaklı süregelen çatışmaların bir yerde biteceğine ve insanların birbirlerini olduğu gibi kabulleneceğine inanan sanatçı, aslında resimlerindeki kalabalık figürlerle de bunu anlatmaya çalışmış. Resimlerindeki kadın figürlerinin sırdaşlıkla birbirine güvenerek dayanışması, figürlerin birbiri içine geçmişliğiyle vurgulanmış. Resimlerin kadın figürleri üzerine kurulu olması, feminist dayanışmayla çatışmalara çözüm bulunacağını da düşündürmekte. Resimlerinde daha somut, heykellerinde daha soyut çıplak bedenler, sanatçının “yalın gerçeklik” düşüncesinin yansıması. Sanatçının heykellerinde kullandığı mermer dışındaki bazı taşları gezdiği yerlerden yani doğadan toplaması da yalın gerçekliği saf malzemeyle yansıttığını düşündürmekte.

Yazının Devamı

Yemeğin sanata yansıması

Ev dışında yeme içme, küresel boyutta etkinliğini yükselten bir sektördür. Bu sektör, lokantalar ve seyyar satıcılarla hep vardı. Ancak “fast food” (hızlı yemek) olarak da bilinen küresel burger işletmecileriyle birlikte, yeme içme sektörü ulusal ölçeklerde de etkinliğini yükseltmektedir. Televizyonlarda da görüldüğü üzere, bu yeme içme etkinliği, biyolojik ihtiyacın ötesinde, aşçılık yarışmaları ve yemek tarifi ve yapımı programlarıyla da gitgide sosyalleşme etkinliğine dönüştü. Hatta özel kurslar, akademiler ve üniversitelerde bölümlerle de aşçılık eğitimleri verilmektedir. Tüm yeme içme ürünlerini kapsasa da aslında nitelikli gıda ürünlerini vurgulayan gastronomi terimi, “iyi yemek yeme, pişirme ve yemekten anlama sanatı” olarak tanımlanmaktadır. Yeme içmenin sosyalleşme yönünü gösterme açısından gastronomi, turizmin bir parçası olarak da sunulmaktadır.

Gastronomi teriminin yanına bir de uluslararası alanda “mutfak sanatları” kavramı eklenmiştir. Bu da gastronomi terimiyle birlikte, nitelikli yemek yapımı ve sunumunun “yaratıcılığı” da kapsaması açısından, “sanat” kavramıyla ifade edilmesidir. Son dönem aşçılık eğitimi alan aşçılar, yaptıkları yemekleri bir ressam gibi tabakta sanat eseri gibi sunmaya çalıştıklarından, sanat kelimesi yemek içme sektöründe de kullanılmaktadır. Ancak tüketime yönelik ve ticari olması açısından, tabii ki yeme içme sanat değil, zanaattır. İçinde yaratıcılık olan her şey de sanat değildir. Yeme içmenin kendi içinde “sanat” kavramıyla temsil edilmeye çalışılması dışında, bu yazı aslında gastronominin herkesin bildiği sanat dallarıyla olan ilişkisiyle ilgilidir.

Yazının Devamı

Sanata ulaşmak nasıl engellenir?

24 Temmuz 2021 tarihli Aydınlık Gazetesi'ndeki "Sanat hayatı nedir?" başlıklı yazımda, sanatçıların yanı sıra, sanat dallarının alıcılarının da bir sanat hayatı olduğundan bahsetmiştim. Burada bahsettiğimiz tabii ki popüler olanın dışında "ciddi sanat"tır. Günümüzde canlı, kayıtlı, dijital ortamlarda sanat dallarına ulaşmak kolay gibi görünse de tüm sanatsal etkinliklerden haberdar olmak ve bunlara ulaşmak her zaman herkes için mümkün olmamaktadır. Çünkü, bunun bazı olumsuz nedenleri vardır. Temelde İstanbul, tarihsel olarak tüm sanat dalları açısından bir merkez olmuştur. Ancak günümüzdeki tüm imkânlara rağmen, her sanatçı ve sanat uygulayıcısı etkinliklerini sunabilecek yer ve duyurabilecek basın yayın organı bulamamaktadır. Çünkü, özellikle İstanbul'daki tüm belediyelerde her dönemde belirli ilişkilerle sadece belirli ve çoğunlukla aynı sanat insanlarına etkinlik imkânı verilmektedir. Yani belediyelere başvuran kendini kanıtlamış herhangi bir sanat insanına yer verilmemekte, dolayısıyla tüm sanat etkinliklerinin daha geniş kitlelere ulaşması da sanat insanları da engellenmektedir.

Belediyeler dışında, yıllardır kültür sanat işleri yapan bankalar, diğer özel sektör kurumları, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yunus Emre Enstitüsü gibi devlet kurumlarının yaklaşımları da sadece belirli sanat insanlarına yer verme üzerinedir. Tüm sanat insanlarının etkinliklerini topluma ulaştırma açısından kamusal görevi olan kurumların yanı sıra, aslında aynı görevi olan tüm basın yayın kuruluşlarında da sanat insanlarına yönelik ayrımcılıklar vardır. Bütün bu sayılan kurumların sanat insanı tercihleri, ciddi sanat içinde de sadece çok tanınmış, popüler olanlar ile siyasi, dinsel, ideolojik ve benzeri ilişkiler içinde olanlardır. Bu ayrımcılıklar, sadece dışarıdan gözlemlerim değildir. Çok yönlü akademik bir sanat insanı olarak hem ben hem de yakından tanıdığım ve tanımadığım birçok sanat insanı bu olumsuzluğu yaşamaktadır.

Yazının Devamı

Yunus Emre için oratoryo

Anadolu tasavvufu ile Türk dili ve halk şiirinde öncülerden biri olarak kabul edilen ve bu yıl da 700. ölüm yıldönümü nedeniyle anılan Yunus Emre’nin (1240?-1321?), insanlara dair şiirlerinde işlediği bir çok tema ve şiirlerinin bir çok sazlı ozanı ve besteciyi etkilediği, Anadolu Halk Müziği’nden Osmanlı’nın eski müziğine ve sonrasında da Türk Çağdaş Müziği’ndeki eserlerle de Yunus Emre’nin ve şiirlerinin uluslararası alanda müzikle temsil edildiğini, 26 Mayıs 2021 tarihli Aydınlık Gazetesi’ndeki “Yunus Emre besteleri gün yüzüne çıkarılsın” başlıklı yazımda belirtmiştim. O yazıda saydığım Türk Çağdaş Müziği eserinden biri ve en çok seslendirileni, hatta Yunus Emre’yi şiirleriyle en çok temsil edeni de Ahmed Adnan Saygun’un (1907-1991) bestelediği Yunus Emre Oratoryosu’dur.

Bir Türk bestecisi tarafından bestelenen ilk “oratoryo” olmasıyla da öne çıkan eser, yakın zamanda, Yunus Emre'yi anma etkinlikleri kapsamında, 11 Eylül 2021 akşamı İzmir’de bestecisinin adını taşıyan Ahmed Adnan Saygun Kültür Merkezi'nde seslendirilmiştir. Bilmeyenler için “oratoryo”, 16. yüzyılda Roma’da koro, solistler ve orkestra için dinsel temelli bir form olarak ortaya konulmuştur.

Yazının Devamı