Son Yazıları
Bir akıl tutulması: Doğatanımazlık
Yazılı kültür birikiminin alüvyonları üzerinde bir tarihsel bellek ve tarih bilincini henüz oluşturmaktayken, 12 Mart ve hemen ardından 12 Eylül darbeleriyle yeniden adım adım cehaletin karanlığına sürüklenen Türk toplumu, 1999 Marmara Depremi öncesinde, başta İhsan Ketin ve Aykut Barka olmak üzere birçok deprembilimciden gelen uyarılara zerrece aldırmıyordu. Deprem sonrasında on binlerle sayılan can kaybı ve milyar dolarla ölçülen mali zarar karşısında, depremi takdiri ilahi olarak görenlerin bile dilinden düşürmediği "doğayı tanımak gerekir" ve "doğa, ondan çalınanı geri alır" gibi beylik sözler dillere yapışmış, deyimiyle söylemek istersek, dillere pelesenk olmuştu. Daha önce, hemen 1997'de, Susurluk için söylenen ve toplumsal belleğe kazındığı duygusunu veren ama hemen de unutuluveren "hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" sözü, bu kez de deprem sonrasında dillerden düşmüyordu.
Oysa 1950 sonrası ülke yöneticilerinin talana dayalı, bilgi yoksunu ekonomi ve tarih anlayışını kalıplaştırarak toplumsal alışkanlığa dönüştürme niyetleri yaşamda kök salmaya yüz tutmuş, 1939 Erzincan depreminin izlerini belleklerden silme çabaları gitgide etkili olmuştu. Böylece Cumhuriyet hükümetlerinin depreme karşı bilgili ve hazırlıklı toplum oluşturma amaçları yerine, onu takdiri ilahi görüp deprem korkusunun ve kendini allaha emanet etme sorumsuzluğunun yerleşmesine özellikle çaba harcanmış; dahası ne Varto, ne Adapazarı, ne Gediz depremlerinden ders alınmıştı. 1999'da tüm deprembilimcilerin ve yapı uzmanlarının ısrarlı uyarıları sonrasında DASK'ın da kurumsallaşmasıyla toplum, korkuyu henüz atamamakla birlikte, geleceğe azıcık da olsa güvenle bakmaya yönelmişti.
Yazının DevamıŞiirin yenilmezliği
Eski dünyalıdır şiir, ama hep yenidir. İlk sözcükteki bilinci lekeleyen ses odur. Duyarlığımızın uzayıp giden ışık çizgisinden, yaşadığımız her şeye can veren izler bırakan yine o.
Bu, doğasından gelir şiirin. İlkin kendiliğinden bir varoluşu vardır. Eskiliğinin kaynağı buradadır. Kendi için vardır, terler, hakkeder ve yaşar. Öylesine içtendir. Ve bu yüzden özveriye, içtenliğin dayattığı, onun kıldığı vazgeçilmez bir ereğe; geleceğini omuzlarında taşımaya yazgılıdır, yenilenmekle yükümlüdür. Bu demektir ki, şiir salt kendinin aracıdır. Bu ona yeter.
Yazının Devamıİyonların yansıttığı gerçekler
Geçen yılın sonunda, beni çılgına döndüren, ansiklopedik boyutta bir kitap yayımlandı: Ege Kıyılarının Bilge Sakinleri İonialılar (haz.: Yaşar Ersoy - Elif Koparal, YKY / Tüpraş, XVIII + 526 sayfa, Aralık 2022). Sayfa düzeni, konu sıralaması, haritalar, arkeolojik fotoğraflar ve yazılarla yapıta emek veren 40’ı aşkın kişinin adının geçtiği anıt kitap, gerçek bir yayıncılık mimarisi olarak görkemli bir yapıt... Bütün bu özellikleriyle ilk anda çarpıldığım kitapta mutluluktan çılgına döndüğüm öbür olayların başında, kitabın adındaki İonialılar / İyonyalılar sözcüğü geliyor. Zaten yazar yazmaz, sözcüğün altına Google’ın da ünlü tırtıklı kırmızıyla uyarı çektiğini görüveriyorsunuz. 1960’ların hemen başlarındaki tarih kitaplarında bile, Batı Anadolu’da çok önemli bir uygarlık kurucu kavim ve halk olarak adı geçen İyon / İyonlar’ın hangi tarihsel ve akademik kaygıyla olduğunu çözemediğim biçimde İyonyalılar olarak adlandırılması demek ki gerçekten de akla zarar...
Siz bir Alman’a Deutsche yerine sosyolojik, politik ya da akademik hangi bağlamda olursa olsun Deutschland’lı deyin bakalım Bremen mızıkacılarını bile ayağa kaldırmanın ötesinde alnınızın karışlandığıyla kalmıyor musunuz? İyonya, bugünkü söylenişleriyle belirtirsek yukarda Foça ile aşağıda Milas arasındaki kıyılarda İyonlarca kurulan bir düzine kent devletinin merkezde yer aldığı bir uygarlık havzasının adıdır. Nitekim kitapta (s. 72) "İon Göçü" başlıklı çok özlü yazısında Naoise Mac Sweeney de bölgeye adını veren İyon varlığından söz etmek zorunda kalır. Tersi apaçık tarihi çarpıtmak olur: İyonya var, İyonyalı var, İyon ve İyonlar yok! Emperyalist tarih yazıcılığı işi buralara vardırdı sonunda: Yalnızca günümüz tarihi çarpıtılmıyor, bütün bir tarihin taşları sökülüp yerine akademik çimentoların döküldüğü bir tarih dayatılıyor.
Yazının DevamıŞiirin zıvanadan çıkışı
Usta, 1968'deki yazısında şöyle diyor: "Yeditepe dergisinde çıkan bir yazıdan (Oktay Akbal yazmış), Sovyetler Birliği'nde Türk yazarlarının 1953 - 1968 yılları arasında hangi yapıtlarının yayımlanmış olduğunu görüyoruz. Verilen liste bütün durumu kavrıyorsa, roman ve hikâye konusunda bu işin, her şeye rağmen, gereğince yerine getirilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Türk romanının ya da hikâyeciliğinin temsilcileri eksiksiz diyemezsek de, uygun bir ölçüde Sovyetler Birliği'ndeki okura sunulmuştur. Sabahattin Ali'nin ve Aziz Nesin'in başını çektiği listede Reşat Nuri Güntekin'in, Orhan Kemal'in, Orhan Hançerlioğlu'nun, Oktay Akbal'ın, Samim Kocagöz'ün, Ömer Seyfettin'in, Kemal Tahir'in, Yaşar Kemal'in, Fakir Baykurt'un, Suat Derviş'in, Fahri Erdinç'in, Melih Cevdet Anday'ın, Haldun Taner'in, Cengiz Tuncer'in, Ercüment Ekrem Talû'nun romanları ve hikâye kitapları var. ... ayrıca şu yazarlar da değerlendirilmeye çalışılmıştır: Reşat Enis, Bekir Sıtkı, Sait Faik, Necati Cumalı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Sadri Ertem, Cevdet Kudret, İlhan Tarus, Tarık Dursun K., Faik Baysal. ... bu liste Sovyetler Birliği'nde Türk yazarlarının hikâye ve romanlarının yayımını başarılı bulmamıza yetecektir."
Usta orada kalmıyor, şiire geçiyor: "... Türk şiiri konusunda Sovyetler Birliği'ndeki ilgililer bu işin oldukça dışında kimselerdir. ... kişioğlu, Sovyetler Birliği'nde yayımlanmış 'Bugünkü Türk Şiiri' antolojilerindeki kayıtsızlığı, gelişigüzellikten de öteye giden zavallılığı, tutarsızlığı, bilgisizliği görünce birden zorunlu olarak şu sonuca varıyor: Sovyet yurttaşlarından, Türkolojiyi uğraş alanı olarak seçmiş yoldaşlar, nedense, Türk şiiriyle uğraşmaktan çok Türkiye'deki bazı Türkologlara benzemek için çaba gösteriyorlar, bunda da azımsanamaz ölçüde bir başarı düzeyi tutturuyorlar."
Yazının DevamıCemal Süreya imbiğinde
Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği'nin bu yıl "Cemal Süreya Aramızda: Çık gel bir kez daha yıkıntılardan" temasıyla düzenlediği anma etkinliği, şairin sevenlerince yine 3 yıl önce olduğu gibi ilgiyle karşılandı. Pınar Saraçoğlu'nun "Gecemiz, kadına yönelen genelleşmiş şiddet tehdidine karşı Cemal Süreya'nın 'Çık gel bir kez daha yıkıntılardan' çağrısını çıkış noktası alıyor" sözleriyle sunduğu etkinlikte, rahatsızlığı nedeniyle video mesajı ve yazılı anılarını gönderen Ataol Behramoğlu, "Cemal Süreya şiiri Türkçemizin ışık saçan zekâsının ürünüdür. Bu şiir her kuşak tarafından keşfedilerek aşkı, umudu aydınlatmayı sürdürecektir" dedi.
Ataol Behramoğlu'nun büyük ekranda yayımlanan mesajı şöyleydi:
Yazının DevamıCemal Süreya aramızda
Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği, küresel salgın kısıtları nedeniyle dar alanlardaki buluşmalarla andığı Cemal Süreya’yı Cumhuriyet’in 100. Yılı’na girerken, 9 Ocak 2022 Pazartesi akşamı yine CKM’de, “Çık gel bir kez daha yıkıntılardan” adlı etkinlikte konuşmalar, şiirler ve ezgilerle anmak üzere dernek üyeleri, şiirseverler ve şairin tutkunlarıyla buluşuyor. 2023’ü Cumhuriyet’in 100. Yılı olarak değerlendirmek üzere, yıl boyunca her sayısında Atatürk Devrimi’ni BFS (Bilim Felsefe Sanat) kapsamında çeşitli açılardan değerlendiren yazılara yer verecek olan Üvercinka Dergisi de, her türlü düşünsel çalışma ve etkinliğin yanı sıra yazıların çıkış noktasını ve ereğini Atatürk’ün şu sözleriyle çizme tutumunu izleyecek: “Ben, manevi miras olarak hiçbirnass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim veakıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevî mirasçılarım olurlar.”
CEMAL
Yazının DevamıKim o, ölüm döşeğinde?
Gerçek tek olmakla birlikte her kişinin yaşamında ve zihninde ortak biçimler, durumlar, yönelimler, olgu ve edimler hiç de bire bir aynı sonuçlara bitişmez; gerçeğin varlık ve nesnelerde var oluş ve nitelikleri her insanda farklı algı ve yansımalarla ortaya çıkar. Bu, hem toplumsal ve sınıfsal düzlemde, hem de bireysel bağlam ve kesitlerde böyledir. Gerçeğin toplumlara ve bireylere ilişkin ayrıntıları onun şu ya da bu ölçüde kavranmış düzeyini ve kapsamını oluşturur. Kavrama, içselleştirme ve edinme süreci, varlığın kendinde yoktur; varlığın doğalaşması, bilinç edinmeyle başlar. Ne ki, farenin ya da örümceğin bilincinde duyuların içgüdüsel yönlendirmeyle edindiği gerçeğin bilgisi, hiçbir zaman aşma ve yaratıcı nitelik kazanamaz. Varlığın doğayla aşılması sonrasında, insanın doğayı aşma düzeyine sıçradığı anda etkinliğimizin bilimsel aşamaya taşınmasından söz edebiliriz. Bu şu demektir: Bilim, doğada kendiliğinden yoktur; insan etkinliğinin gerçeğe usduyuyla varabildiği deneyim ve bilginin bileşkesidir. Nitekim varlığa ve doğaya ait hep bütünsel ama hep eksik gerçeklerin yalnızca insanca edinilip içerilmiş kesiti hakikat olarak tanımlanır. Bilim ve teknolojinin her saniye değişim ve dönüşümler yaşadığı dijital çağda, gerçekliğin edinilmiş hakikat olarak bilincimizde içerilmesi çok zorlu süreçler gerektiriyor. Bilim ve teknolojinin bu aşamada gerçekten ayrılmaksızın ilerlemesi, çok çileli bir hakikat işçiliği gerektiriyor.
Sanayi Devrimi sonrasında bilim ve teknolojinin gereksinimlere göre yön kazanması, politik amaçlarla biçimlendirilmek üzere araçların hakikate basınç oluşturacağı koşulları ve ortamı dayatmaya varır. Hele 20. yy'da bilim ve teknolojinin tümüyle emperyalist yayılma ve hegemonyanın çıkarlarına göre tasarımı işi çığırından çıkarır. Bilim bir yandan kitle iletişim ve bilişim araçlarına herkesin ulaşabilmesi sayesinde topluma mal olmuş, öte yandan kitlelerin bilincinin belli odaklarca oluşturulması ve yönlendirilmesi kolaylaşmıştır. Neyse ki emperyalist merkezlerle savaşı kesintisiz sürdüren, emekten yana siyasal ve toplumsal güçlerin yanı sıra, emek saflarında yer almayı insani varoluşunun temel gerekçesi gören aydınlar, yani bilginler, düşünürler ve sanatçılar, gerçekliği edinme sürecinde gönüllü ve ödünsüz hakikat işçiliğiyle çağımızın Promete'si olarak insanlığa aydınlığı taşımaktan yorulmaksızın didiniyorlar. Bu aydınlık çabaların en özgür ve tutarlı ortamlarından birini Bilim ve Ütopya oluşturuyor. 12 Eylül'le yasaklanarak günlük yayınına ara veren Aydınlık, Aziz Nesin'in Onbinler girişimiyle birleşerek yeniden günlük çıkmaya başladıktan bir süre sonra haftalık Bilim ve Ütopya eki de vermeye başlar. O günden bu güne tam 28 yıldır çıkmakta olan yayın, başlangıçtaki ek niteliğinden aylık dergi niteliğine dönüşerek, ülkenin aydın birikimini verimli ve canlı tutmayı, bilimi emek saflarının gelecek tasarımıyla yaşamın tüm dokularına taşımayı sürdürür.
Yazının DevamıAcemi Büyücüler
Duyular ve akıl bileşkesi olarak usduyunun gerçekliğe erişimde yetersizliğini tarih boyunca araçlarla gideren insan, 20. yy. başlarında artık tam tersine, dille birlikte her türlü aracın gerçekliği doğru kavramada olduğu kadar, yanlışa yöneltmede kullanıldığını görür. Fotoğraf ve sinemanın gerçekliği çok açık sergileme olanağı, aynı zamanda gerçekliği bozma gücünü kanıtlar. Teknoloji; düşleyen için etkili bir donanım sağlar. Dünya ile insanın, nesne ile öznenin oluşturduğu arakesit, başta dil olmak üzere tarihin en eski düş olanağının ortamı olmaktan çıkarak tekniğin işgal ettiği bir alana dönüşür. Sözcüklere, insanın dayattığı ses ve renklere direnen varlık, düş ve hayallerin araçlarla zoraki biçimlendiği durumları olumsuzlamak yerine, ona boyun eğer.
Günümüzde "düş-kuran"ın konumu ve gücü, Bachelard'ın 1940'larda saptadığı ortam ve düzeyle bugün çok daha örtüşük bir noktadadır; dahası düşkuran, kullandığı araçlarla tüm varlığı teslim alma, başka özneleri yönlendirme ve kullanma konumundadır: "Düş-kuranın varlığı, kendisine dokunanı istila eder, dünyaya dağılır. Dünya ile insanı ayıran ara bölge, gölgeler sayesinde dolu bir bölgedir ve bu, yoğunluğu düşük bir doluluktur. Varlık ile varlık-olmayanın diyalektiğini işte aradaki bu bölge yumuşatır. Hayalgücü, varlık olmayanı bilmez. ... gölgeler bölgesine adım atmak için yeterince yalnız kalmış filozof, hiçbir varlığın hayır demediği, engelsiz bir ortama dalar. Düşleme sayesinde, varlığıyla, yarı-varlığıyla homojen olan bir dünyada yaşar. Düşleyen insan, bir hacmin mekânında yer alır hep: ... her
Yazının DevamıBüyübozan gerçekçilik
20. yy. başlarında teknoloji, insanı olumlu yönden bütünleyişinin yanı sıra, onu olumsuz yönlendirme, eksiltme çabalarının da aracı olur; bilimin aydınlatıcı gücü, karartma ve saptırma amaçlı kullanılarak zihinsel bulanıklık ve körelmeye yol açabilecek bir nitelik kazanır. Bu olguya direnen düşünür ve sanatçılar, zaman zaman hem kitlelerin hem iktidarların düşmanca tutumlarının hedefi olur. Bu; kimi sanatçıları anlamdan kaçışa zorlarken, gerçekçileri Zola'dan başlayarak, doğa ve bilimlerle daha uyumlu, bütünleşik anlatım yöntem ve teknikleri aramaya yöneltir.
Marx'ın öngörüsüyle özdeş tutum izleyen nice sanatçı, Ekim Devrimi'yle birlikte, gerçekliği toplumsal ilişkiler üzerinde yansıtmakla kalmayıp dönüştürmek üzere gerçekçilikte kılavuz yöntem arayışına girer. Ancak bu, elbette bilimsel ölçüt ve kalıplar üzerinde değil; Gorki, Picasso, Brecht, Aragon örneklerinde görüldüğü üzere, sanatçının gelenek ve yenilik bileşkesini özne olarak en özgün koşullarda kurması ilkesiyle ilerler. Ne ki, Nâzım ve Neruda dahil, Mayakovski'den beri tüm yetkin sanatçılar, yapıtlarını örerken, burjuvazinin baskı ve sansürü karşısında yaratıcılığın güvencesi olarak gördükleri Parti'nin müdahalesine uğramaktan da kurtulamamıştır. Bu olgu, sürecin hem sanatçı hem de sosyalist gerçekçilik ve Parti adına zedeleyici biçimde ilerlemesine yol açmış, devrimci sanatçıların gitgide uzaklaşmasını doğurmuştur. Gitgide emperyalizmin istediği doğrultuda gelişen çözülme, gerçekliğe kendi bireysel söylemiyle yaklaşma tutumunu seçenleri kararsızlık ve belirsizliğin yanı sıra, "büyülü gerçekçilik" adı altında bulanık anlatımlara götürmüştür.
Yazının Devamı68 Ruhu ve Sönmez Targan
Sönmez Targan’ı sağlığında sosyalizmin yorulmayan savaşçısı, tırmanırken düşünen, düşünürken tırmanan devrimcisi olarak görürdüm. Bu öz onun hem dağcılığında hem savaşçı yürüyüşünde var. Nitekim gündelik yaşamında da öyleydi. 10 yılı aşkın bir süredir ayaklarında hiç ara vermeyen ağrılara karşın birden aklına gidilmesi gereken bir yer ya da kişi gelir, hemen oraya yönelirdi. Çünkü ne kavgası biterdi ne de aşkı... Say ki çağın örgütçü Yunus'u... Yanlışı görünce hemen öfkelenir, kavgaya tutuşurdu. Sıra işe gelince, hakkıyla yalnızca onun yüklenip üstesinden geleceği görevi, az önce kafa göz yararca tartıştığına bakmaksızın, o kişiye yüklerdi.
Aydın kişiliğiyle militan kişiliğinin aynı beden ve ruhta tekleştiği ender kişilerdendi. Gramsci'nin organik aydın tanımının eyleme dönük ve savaşçı yönü daha önde, militan aydın kişiliği baskın bir sosyalistti. Aziz Nesin'in yazar olarak üstlendiği işi, o, 68'li bir devrimci olarak üstleniyor; hiçbir yapıcı örgütlenmeyi itmeksizin, tüm devrimci örgüt ve çevrelerle diyaloğu, 68'liler Birliği'nin esinleyici gücüyle, pratiğe dönük, derin ve etkili ilişkilerle yayarak sürdürüyordu. 68 Arşivi niteliğindeki yüzlerce yazısının içinden tam da bu proleterleşmiş militan aydın kişiliğini dosdoğru yansıtan birçoğunu seçip yayımlamaya karar verdik 2010'da. Ortaya Mıntıka Temizliği adıyla bir tür eylem kılavuzu çıktı (Ocak 2011).
Yazının DevamıÜvercinka'nın kesintisiz savaşımı
Oligarşinin küresel salgın saldırısı yüzünden 3 yıl boyunca dostlarıyla, nice genç yazarı ve okurlarıyla yalnızca dergi sayfalarında buluşabilen Üvercinka işte yeniden okurlarını ve yazarlarını TÜYAP'ta yüz yüze getiriyor. 20 Mart 2020'de oluşan Üvercinka İmecesi, oligarşinin dokunmasız yaşam dayatmasını etkisiz kılmak üzere, dergiyi basılı sürdürme kararını yazarların okurlarla elden buluşturması sürecine taşıdı. Çağımızın en etkili ve gözü kara düşünürü Agamben'in de bir süre sonra, küresel oligarşiye karşı hukuk savaşı başlatması, gitgide bütün dünyada insanların eve kapatılma cezasına kitlesel olarak direnmesini getirdi, Üvercinka'nın tutumunun aydınlık bir tavır olduğunu dosta düşmana gösterdi.
Postmodern yavelerle edebiyatımızı ve kültürümüzü tüketme gayretkeşliğine karşı aralıksız savaşını Aralık 2022 sayısında yeni bir aşamaya taşıyan Üvercinka, Cumhuriyet'in 100. yılına girerken, Ocak 2023'te yayımlanacak 99. sayısında Cemal Süreya'yı ölüm yıldönümünde güçlü etkinliklerle anma hazırlığını sürdürüyor. Bu ayki kapak yazısında kültürün son 40 yıldır küresel ölçekte özelleştirilmesi sürecine eğilen Üvercinka, sanata ödüllerle postmodern yozlaşmanın dayatılışını vurguluyor. Seyyit Nezir, konuyu Yunus Nadi ödülünün bizzat Cumhuriyet gazetesinin orta sayfasında makasa alınışı üzerinden değerlendiriyor. Osman Çutsay, ödülün art niyetli kullanımının Türk Edebiyatındaki Bayağılıklar'a yeni örnekler pompaladığını dile getiriyor. Çutsay, reklamla şişirilmiş düzmece kişiliklerle oluşturulan putlara yıkıcılar gerektiğine, ama gerçek düzeyde savaşçı ve çaplı yazarların yokluğu yüzünden kitsch'in alabildiğine abartılı biçimde güçlü gösterildiğine dikkat çekiyor. "Günümüzün çürüyen kapitalist gerçekliğinde" toplumun yanılsamaya uğratılması programında kitsch ve ödül olgularının birbirinin arka yüzü oluşunu sergiliyor.
Yazının DevamıÖdüllerin sisi ve süsü
Sermayenin özellikle 1980'lerde sanat emeğine ve ürünlerine yönelerek bu alanda yoğunlaşma süreci, neoliberal ve özelleştirmeci yaygaranın yükselmesiyle hızlandı. Sanatta özelleştirme tohumlarının atıldığı ve doğduğu ekonomik ve siyasal ortamın başlıca kavramlarını yansıtmak üzere, "devletin küçültülmesi", "devlet eliyle düzenlemenin kaldırılması", "özelleştirme", "sermayenin serbest dolaşımı" terimleri yükselen değerlerin en tepelerinde uçuşuyordu. Olguyu laboratuvar çalışması yöntemleriyle yakından izleyip inceleyen Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi kitabında, "şirket kültürü" kavramıyla birlikte gelişen postmodern yozlaşmaya, dönemi her yönüyle sergileyen etkili ve canlı anlatımıyla ışık tutuyordu (çev.: Esin Soğancılar, İletişim Y., 2005): "Kültür; Atlantik'in iki yakasında çeşitli biçimlerde ve düzeylerde dillerden düşmeyen sözcükler ve siyasetin harcıâlem ideolojik malzemesi haline geldi." Kitap; paranın tüm değerlere ve sanata yönelik topyekûn saldırısının büyülü yöntem ve biçimlerle, tam da Andy Warhol'un sözlerini ve tutkusunu doğrulayan bir akışla gerçekleştiği dönemi çok güçlü tanıklıklarla yansıtıyor. Şöyle diyordu Warhol: "İş hayatı sanattan bir sonraki adımdır... İş hayatında iyi olmak en büyüleyici sanattır... Para yapmak sanattır."
Neoliberal ve Postmodern saldırıların kültüre yansımasının kapak konusu olarak işlendiği Aralık sayısı için Bilim ve Ütopya dergisine yazı hazırlarken, bütün bir süreci başlıca dönemeçleriyle tek tek ve yeniden gözden geçirmek nasıl da yıpratıcı ve kahredici bir iş: Broy çevresindeki şair ve yazarlar Yenibütün bildirisinin çağrısıyla (1988) etkili bir direnç noktası oluşturma çabası içindeyken, nice gözde şair, yazı ve sanatçı bankamatik yayıncılığın kapısında kuyruğa girmişlerdi. Tüm kamusal alanlar gibi, Bilim Felsefe Sanat (BFS) alanları da geleneksel dokunulmazlıkları yok edilerek sermayenin fethine ve talanına açılıyordu. Sanatın yüceliğine toz kondurmayan galeriler ve yayınevleri, sponsor arayışı içinde ülkemizde de, Batı'yla al takke ver külah, akıl almaz işlere girerken, kara para aklamak için yayıncılığı kullanarak hem siyasette hem kültürde mafiyoz ilişkilerin tutunup meşrulaşmasını ve gitgide yaygınlaşmasını nasıl da kolaylaştırdıklarının farkında bile değillerdi. Neoliberal politikaların çılgınca uygulanmaya başlandığı günlere on dakikalığına geri dönmek bile görünmeyeni görünür kılmaya yetiyorsa da, olayı bugün bile görmek istemeyenlere doğrusu söylenecek söz kalmadı.
Yazının DevamıBir zamanlar Yeni Dergi vardı
Şu an gibi anımsıyorum: Edebiyat tutkunluğunun yanı sıra emeğe ve sosyalizme sevdalı bir genç öğretmen adayı olarak 17 yaşında Kepirtepe’yi bitirip Bursa Eğitim’de yeni ufuklar aramaya yöneldiğimde, kente indiğim gün Heykel’deki büyük kitabevinin vitrininde görüverince çılgına döndüğüm Yeni Dergi, içimde çok taze, ama keyifli bir hasret acısıyla büyüyen aşkın uzun aralıklı nice rastlantılardan sonra denediği bir kavuşma duygusu yaşatmıştı bana. Hemen her cumartesi okuldaki öğle yemeği sonrası Duaçınar’dan yollara dökülüp ucu ucuna yetiştiğimiz sinema ya da tiyatro matinesinden çıkar çıkmaz uğradığım kitabevi, 1967’nin son günü, bir yılbaşı armağanı olarak Yeni Dergi’yi yine vitrindeki baş köşeye oturtmuştu. Eniştesi Metin Yasavul’un sahipliğinde çıkardığı derginin 40. sayısında yayın yönetmeni Memet Fuat, gerçekten bugün bile erişilemeyecek kapsam ve çeşitlilikte bir konu zenginliği sunuyordu.
Ertesi gün pazardı; yalnızca yiyip içtiğimizin ayrı gittiği sınıf ve -8 kişilik- yatılı koğuş arkadaşlarımdan ne Mücahit Gültekin, Sedat Altunlu, Mehmet Kiper, Lütfi Dinçer, Münir Şimşek, Doğan Gülmez, ne de öğle aralarında kestane altı şiir söyleşilerinde buluştuğumuz Nermin alıp götürebildi beni Bursa’da yılbaşı kutlamasına; akşam yemeği sonrasında gece bekçisinin önünden gezi çantası içinde kaçırdığım 100 gram kaşarla Güzel Marmara şarabı eşliğinde geçirdim geceyi gözlerim kapanıncaya kadar Yeni Dergi dostluklarıyla:
Yazının DevamıÖdül aydınlanmaları
Geçen hafta Cumhuriyet gazetesinin 2022 Yunus Nadi Şiir Ödülü'nün Güray Öz ve Tuğrul Tanyol arasında paylaştırılmasının sosyal medyadaki yansımalarını ele almış ve son cümlede şöyle yazmıştık: Ödül meselesinin iğneden ipliğe saçılıp dökülmesinin vaktidir.
Epeyi gocunan oldu da gelin haberi Tuğrul Tanyol'un Face duvarından verelim: "Bitsin, arkamızda bırakalım diyorum olmuyor. Seyyit Nezir mal bulmuş Mağribi gibi konuyu deşmeye çalışıyor.
Yazının DevamıÖdülle cezalandırma
Her yıl Cumhuriyet gazetesinin çeşitli dallarda vermekte olduğu Yunus Nadi Ödülleri'nin bu yıl 77'ncisi verildi. Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan, Hüseyin Yurttaş, Turgay Fişekçi, Eray Canberk'ten oluşan seçici kurul bu yılki şiir ödülünü Güray Öz ve Tuğrul Tanyol arasında paylaştırdı. Açıklamayla birlikte, Face'teki sayfasını yıllardır bir şiir dergisi olarak değerlendiren Osman Nuri Aydın'ın paylaşımlarıyla olay patladı gitti. Sayfada, Hüseyin Peker, "Güray Öz'ü 2022 Yunus Nadi ödülündeki başarısından ötürü kutlarım" deyince, günümüz Türk şiirinin Avustralya'daki etkili ve gözde şubesi Nihat Ziyalan'dan anında yanıt geldi: "kapaktaki parçayı okuduktan sonra bunu paylaşamam. şiir adına utanırım. tuğrul tanyol'un şiirine hakarettir ödülü paylaştırmak. güray öz yıllardır şiir yazıyor olabilir ama şiiri yeni başlayan birinin şiiri gibi. yunus nadi ödülleri saygındır. bu kadar ucuzlatılamaz. yazık."
Melda Taşan, Ziyalan'a pek katılmadığını söylerken, Orhan Veli'nin yalınlığını da işaret ediyordu sanki: "Yalın görüntüsüyle, sadeliğiyle kendini kurtarmış şiir, öyle ahım şahım olmasa da..."Ege Altan'sa öznelliğine nesnel bir gerekçe sağlıyor: "Hiç kimsenin yazdığını eleştirme hakkını kendimde bulmuyorum. Herkes yazdığı şiirin en iyi şairidir."
Yazının DevamıPuşkin'in yıkılmaz anıtı önünde
Nice patikalardan, tozlu ve taşlı yollardan geçerek modern felsefeyle kesişmeler yakalayan Rus düşüncesi, Büyük Petro'nun oluşturduğu coşkulu ilerleme yönelişinin daha ilk atılımlarında Batı düşüncesinden esinlendiği kadar, onunla uyumsuzluklar içeren bir düzlemde gelişiyordu. Fransa'da aydınlanmanın açtığı çığırda devrimci özün gitgide kabuk tuttuğu politikleşmeleri Rusya'nın ilerleme tutkusuna halkçılık mayası çalarak üstlenen aydınlar, kısa sürede Büyük Petro'nun iktidar ve kalkınma ufkunun ötesine geçmeyi de başarırlar: Yalnızca Çernişevski ve izindeki sosyalist -ve Marksizme açık- düşünürler değil, tarihe ve dine güçlü bağlarla yaslanan Solovyev çizgisindeki düşünür ve aydınlar bile çarlığın kalkınmayla sınırlı siyasal özgürlük programına aykırı tutum izlemekten çekinmediler. Hemen bütün düşünürler, Rusya'da modern toplum ve bireyin oluşumunu Doğu - Batı çatışmasının merkezinde tutarak tartışıyor, başta Kant ve Hegel olmak üzere, Alman felsefesinin olduğu kadar, evrensel düşüncenin de en önde gelenlerinden esinlenmekle kalmayıp onunla hesaplaşarak çağın hem sorunlarını hem önerilerini, gerek Rusya gerek Batı çapında içselleştirebiliyordu.
Felsefedeki engin ve derin çatışmalar, edebiyatta daha önden ve keskin bıçaklarla işliyor olsa da, “Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık!” diyen Dostoyevski, son çözümlemede Rus edebiyatının ayrışık yapısının bütünlüklü bir gelişme izlediğini vurgulamakta haklıdır. Öte yandan felsefeyle bağlarını hiç koparmaksızın, dahası başından beri onu esinleyerek ilerleyen bu sürecin kaynağı, tanımını Gogol'un “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” saptamasında bulur. Dostoyevski'yse mistik tutumunu koruyarak da olsa, kökleri Gogol'dan geriye uzatırken, “Puşkin bize gelecekten haber veren bir ermiştir” değerlendirmesiyle, modern Rus edebiyatının oluşmasına en büyük katkıyı Puşkin'in sağladığını belirlemiş olur. Puşkin; Ataol Behramoğlu'nun çok önemli kitabında gösterdiği gibi, Rus halk ruhundaki düşün ve sanat birikimini, Rus aydınlarının önünü açan arayışlar ve klasik Batı edebiyatıyla buluşma zemininde gerçekçilik çizgisine taşıyan öncüdür.
Yazının Devamı