Son Yazıları

Şam’daki son festival

Bağımsızlığın kazanıldığı 1936’dan başlayarak yapılmış bazı filmlerin adları ansiklopedik bilgi olarak sıralanabilirse de Suriye sinemasının asıl olarak 1960’lı yıllardan itibaren özel kuruluşların yanına devlet sektörünün de eklenmesiyle ulusal kimlik kazanmaya başladığı söylenebilir.

1963’te kurulduğunda özellikle genç sinemacılara el uzatmak gibi bir strateji benimseyen Suriye Devlet Sinema Merkezi’nin çalışmaları, yılda ortalama bir-iki film üretilmesine rağmen 1980’lere gelindiğinde uluslararası film festivallerinde dikkat çekmeye başlayan kimi filmlerle meyvesini vermişti.

Yazının Devamı

Suriye’den umuda kulaç atmak: ‘Yüzücüler’

Belgesel görünümlü bazı Batı propagandası örneklerinin dışında, 2011’den beri Suriye’de yaşanan trajedinin sinemaya yansımış az sayıdaki örneklerinden biridir “Yüzücüler” (The Swimmers).

1976’da Mısır kökenli bir ailenin çocuğu olarak Galler’de doğan Sally El Hosaini’nin yönettiği 2022 yapımı film, Suriye’deki iç savaştan kaçıp Avrupa ülkelerine iltica etmek isteyen milyonlarca insandan ikisinin, iki kız kardeşin öyküsünü anlatıyor, uzun ve zorlu bir yaşam mücadelesinden görünümler sunuyor.

Yazının Devamı

Turhan Özlü: ‘Harç taşımaya var mısın?’

Doğu Perinçek’in kitapları arasında ayrım yapmak zordur. Değişik konularda kaleme aldığı toplam 57 kitap hakkında “en iyisi şudur” demenin olanağı yoktur. Ama bir okuru olarak kendi adıma “Gönül Defteri”ni çok ayrı bir yere koyarım.

İlk baskısı 2018’de gerçekleşen, ölen arkadaşların ardından Perinçek’in yazdıklarını içeren, “Varlıklarını insanlığın erdemli geleceğine armağan edenleri tanımak, eşsiz bir mutluluktur.” dediği bir kitaptır bu.

Yazının Devamı

Şerif Gören kimi ölümle tehdit etti?

Sinemamıza başta “Yol” olmak üzere pek çok başyapıt kazandıran, “Katırcılar”ın, “Derman”ın, “Almanya Acı Vatan”ın, “Polizei”ın, “Firar”ın, “Sen Türkülerini Söyle”nin, değeri yeterince anlaşılamamış “Abuk Sabuk 1 Film”in yönetmeni Şerif Gören, sevgili Şerif ağabey de 80 yaşında aramızdan ayrıldı.

Kaya gibi, diri, gençlik ideallerine hâlâ bağlı, “Çarşılı”, neşeli bir sinemacıydı. En son bu yılın Altın Portakal Film Festivali’nde karşılaşmış, AKM’nin merdivenlerine oturup uzun bir sohbette bulunmuştuk. Birkaç yıl önce geçirdiği kalp ameliyatı onu çok yıpratmış gibi değildi. Festivalleri, Türk sinemasını, genç yönetmenleri takip ediyor, onca yılın deneyimiyle, seyrettiği filmleri büyük bir olgunlukla değerlendiriyordu.

Yazının Devamı

Yeşilçam’a dönüş ışığı: ‘Mukadderat’

Bu yıl Altın Portakal Film Festivali seçkisinin genel görünümü, yönetmenlerin ilk filmlerinin ağırlıklı olması, bir iki örnek dışında daha “bizden” öyküler anlatılması, taklitlerden kaçınılması ve Türk sineması adına sağlam sayılabilecek adımların atılmasıydı.

Çoğu genç yönetmenin ustalıklı bir sinema diline sahip olması, anlatılarda birey-toplum dengesinin sağlanması ve algılardaki “ağır ilerleyen sıkıcı festival filmi” kalıplarından uzak durulması dikkat çekiciydi.

Yazının Devamı

Her mutfak bir savaş alanıdır

Bu köşede 18 Kasım 2022’de “Şefin tavsiyesi: Ayvayı yemek” başlıklı yazımda Mark Mylod’un yönettiği “Menü” (The Menu) filmini yazmış ve şöyle demiştim:

“Toplumların en fazla binde birlik kesimine seslenen, aylar öncesinden rezervasyon yapılan lüks restoranların, çok özel pahalı menülerin, kısacası yemek kültürü adına ipin ucunu kaçırmanın ve ceza niyetine ayvayı yiyenlerin filmi. Tadı tuzu yerinde.”

Yazının Devamı

Çığ’ın arkasında Türkiye var

1995 ya da 96 olmalı, röportaj yapmak için İstanbul-Ataköy’deki evine gidip yakından tanıma, birkaç saat geçirme olanağım olmuştu; o günden beri Muazzez İlmiye Çığ denilince aklıma hep Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinden “Yaşamak şakaya gelmez / Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela…” dizeleri gelir. O şiirinde devamla, “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı / Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin / Hem de öyle çocuklarına falan kalır diye değil / Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için / yaşamak, yani ağır bastığından…” diyen büyük şairin kast ettiği insanlardan biriydi Muazzez İlmiye Çığ.

Bir sincap gibi büyük bir ciddiyetle çalıştı, 110 yaşına kadar aynen öyle, dolu dolu yaşadı. Yaşamak ve çalışmak, hep ağır bastı.

Yazının Devamı

Gençlik sende güzellik sende: ‘Cevher’

Umberto Eco, “Güzelliğin Tarihi” adlı kitabının “Canavarların Güzelliği” bölümünde Antikçağ’dan Ortaçağ’a kadar çeşitli estetik kuramlarının çirkinliği güzelliğin antitezi olarak gördüğünü, örneğin mitolojideki korkunç yaratıklar karşısında hissedilenin yalnızca iğrenme olmadığını belirtir ve şöyle der: “Ne olursa olsun, neredeyse evrensel olarak kabul edilmiş bir ilke vardır; çirkin varlıklar ve yaratıklar var olmasına rağmen, sanat bunları güzel olarak ifade edebilme gücüne sahiptir ve çirkinliği kabul edilebilir kılan da bu taklidin güzelliğidir.”

Dijital platform MUBI’de ve sinema salonlarında aynı gün gösterime çıkan Coralie Fargeat imzalı “Cevher” (The Substance), Eco’nun tanımından hareketle söylersek, bol bol iğrenme duygusu uyandıran ucube yaratıklarla karşı karşıya kaldığımız, sanatın bunları “güzel olarak ifade etmeye” yanaşmadığı, çirkinliği kabul edilebilir kılmayan ve güzelleştirme taklidine de başvurmayan bir film. Güzellik ile çirkinlik, gençlik ile yaşlılık arasında çok sert bir antitez ilişkisi kuruluyor ve ana tema 142 dakika boyunca sıkça duyduğumuz şu soruyla belirleniyor: “Kendinin daha iyi bir versiyonu olmayı hayal ettin mi hiç? Daha güzel, mükemmele daha yakın…” Özetlersem senaryo, yaşlanmaya yüz tutmuş bir kadının dönüşüm geçirerek genç ve güzel (kalabilme değil) olabilme çabası üzerine kurulu.

Yazının Devamı

Klasik romandan başarılı uyarlama

1845’te yayımlanmış, Türkçe baskısı 1400 sayfa tutan, hızlıca ama keyfini ala ala okumayla bile bir haftada bitirilebilecek romanı üç saatlik filme sığdırmak hiç kolay bir iş değil ama 2024 yapımı, sinemalarımızdaki gösterimi devam eden “Monte Cristo Kontu” bunu gayet iyi başarmış görünüyor.

Alexandre Dumas’ın görkemli klasik eseri daha önce 1922’den başlayarak defalarca beyazperdeye uyarlandı, son olarak 2002’de Kevin Reynolds, Jim Caviezel ve Guy Pearce’lı kadroyla sağlam bir versiyon gerçekleştirildi ve şimdi de Alexandre de La Patelleiere-Matthieu Delaporte ikilisinin yönettiği “tam bir Fransız filmi” var karşımızda.

Yazının Devamı

‘Anlayışınız için teşekkür ederiz’

Ülkücü hareketin beyazperdede temsili oldukça sınırlıdır; gösterdikleriyle değil ama hissettirdikleriyle “Gülün Bittiği Yer” (İsmail Güneş, 1999) ve “Kafes” (Mahmut Kaptan, 2015), “Ankara Yazı/Veda Mektubu” (Kemal Uzun, 2016) gibi az sayıdaki örnek, ülkücü karakterlerin 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki ruh hallerini anlatır.

Bu küçük kümenin karakteristik özelliği, ülkücülerin solculardan ve daha sonra devletten, “çok çekmiş” olduğunun vurgulanmasıdır. Örneğin “Kafes”, 1970’de Ankara’da ülkücü bir öğrencinin solcu militanlarca işkence edilip öldürülmesiyle başlar ve 12 Eylül’e giden süreci idealist bir ülkücünün gözünden aktarır.

Yazının Devamı

Altın Portakal emekçi kadın öykülerinin

Bu yıl Altın Portakal’ı en iyi film seçilerek galibiyetle kapayan “Mukadderat”, Kastamonu-Cide’de geçen bir aile ve kadın emeği öyküsü olarak seyirciden de büyük beğeni almış, dakikalarca alkışlanmıştı. Festivalde bu kez “Seyirci Ödülü” verilmediği için seyircinin beğenisi doğrudan somutluk kazanmadı ama ana jüri, Nur Sürer’in çok doyurucu ve sıcak bir oyunculuk sergilediği, insan hangi yaşta olursa olsun hayatta kendisine bir yol çizmeli, ısrarla yürümeli ve özgürleşmeli diyen bu filmi birinciliğe değer gördü.

Yönetmen Nadim Güç’ün ilk uzun metraj çalışması olan “Mukadderat”, ticari gösterime girdiğinde de hatırı sayılır bir ilgi görecektir eminim ki. Nur Sürer’in en iyi kadın oyuncu ödülünü (paylaşarak) elde ettiğini, Osman Sonant’ın da en iyi yardımcı erkek oyuncu seçildiğini belirteyim.

Yazının Devamı

Altın Portakal’daki Filistin

Bu yıl yeni bir genel direktör (Deniz Yavuz) ve yeni bir ekiple 61. yılını kutlayan, ülkemizin en köklü ve uzun soluklu yerli sinema platformu olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, geçen yılki sansür karmaşasını ve iptal şokunu üzerinden atmış biçimde yoluna devam ediyor.

Ulusal yarışma kategorisinde seyirci karşısına çıkan 12 filmi seçen üç kişilik ön jüride yer aldığım ve festivalde ödül yarışına çıkan eserlerle ilgili bir şeyler yazmam pek uygun olmayacağı için ben de uluslararası yarışma kategorisindeki yabancı filmlere ağırlık verdim öncelikle.

Yazının Devamı

Joker’in aşk yangını

Tam beş yıl önce, 4 Ekim 2019’da bu köşede “Amerikan rüyası ölü ya da diri aranıyor” başlıklı yazımda ilk “Joker” filmini değerlendirirken, “Hollywood’un bariz kodları açısından bakıldığında Amerikan Rüyası’na mutlaka hayat öpücüğü verilip kalp masajı yapılması, hatta hortlatılması gerektiğini savunan Yeni-Sağ filmlerin son ve estetik örneklerinden biri” demiştim.

O filmin de yönetmeni olan Todd Phillips sinemalarımızda bugün gösterime giren devam serüveni “Joker: İkili Delilik”te, Joker karakterine damga vuran ve günümüzde Yeni-Sağ’ın alt kümelerinden biri olan anarşizmden de vazgeçerek bir slogan atıyor ortaya: Kurtuluşun yolu tımarhaneden geçer!

Yazının Devamı

Coppola’nın büyük günahı: ‘Megalopolis’

Şafi inanışına göre 13 tonluk durağan su kütlesi asla kirlenmez, hep temiz kalır. İçinde her şeyi yapabilir, her türlü kiri pası süprüntüyü atabilir, sonra da kalın bir tabaka oluşturan pislikleri elinizle bir kenara sıyırıp rahatça aptes alabilir ya da suyu içebilirsiniz. Şeriat, Turan Dursun’un enfes romanı “Kulleteyn”e de adını veren bu havuzun tertemiz olduğuna inanmanızı emretmektedir çünkü.

Sinemanın yaşayan efsanelerinden Francis Ford Coppola’nın cebinden 100 milyon dolar koyarak tamamladığı (toplam bütçe 120 milyon dolar) son çalışması “Megalopolis: Bir Masal” da 138 dakikalık süresiyle 13 ton ağırlığındaymış hissi veren, içinde her türlü süprüntünün bulunduğu ve bazı eleştirmenlerin “tertemiz” olduğuna inanmamızı istediği bir film.

Yazının Devamı

İran’da bir aşk gecesi

Haftanın yeni filmlerinden, İran-Fransa-Almanya-İsveç ortak yapımı “En Sevdiğim Pastam” (Keyke Mahboobe Man-My Favourite Cake), ilk bakışta İran sansürünün sınırlarını zorlayan, hatta sansürün epeyce yumuşadığını gösteren bir film gibi duruyor ama filmin İran’da izinsiz ve gizlice çekildiğini öğrendiğimizde işin rengi değişiyor. Günümüz İran toplumuna, 70’li yaşlarda “tek gecelik aşk” yaşayan bir kadın üzerinden bakmak, yönetmenler Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha ikilisine yurtdışına çıkış yasağı da getirmiş üstelik.

Bir İran filminden beklenecek her türlü incelikle örülmüş, nakış gibi işlenmiş, Berlin Film Festivali’nde eleştirmenlerce verilen FIPRESCI ödülüne değer görülen “En Sevdiğim Pastam”, hali vakti yerinde ama yalnız yaşayan yaşlı kadın Mahin’i tanıtıyor bize. Kocası 30 yıl kadar önce ölmüş, yapacak işi olmadığından öğleye kadar uyuyan, kent merkezinde bahçeli bir evde oturan, emekli hemşire olan kahramanımız, arkadaşlarıyla sohbet edip vakit geçirmek ve hastalıklarından bahsetmek dışında hayatında apaçık romantizm aramaktadır. Bu şans, kuponlarla yemek yediği emekliler lokantasında karşısına çıkar gibi olur. Artık taksi şoförlüğü yapmakta olan eski bir savaş gazisi olan Faramarz, hayatının değilse bile önündeki tek gecenin erkeği gibi durmaktadır. Ancak gece boyunca yaşanan tatlı ve sevgi dolu anların sonunda işler hiç de beklenildiği gibi gitmez, bir trajedi, pek çok seyirciye “fazla acımasız” gibi gelecek bir final yaşanır.

Yazının Devamı

Toplumcu Türk edebiyatının başlangıç yılları

Güzin Dino’nun “Türk Romanının Doğuşu” eserinde “İnanılmayacak olay sıralanışları ve rastlantılarıyla” kurulduğunu söylediği ilk Türk romanı Şemsettin Sami imzalı “Taaşşuk-i Talat ve Fitnat”ın yayımlandığı yıl olan 1872, aynı zamanda tarihimizdeki ilk grevin, Kasımpaşa Tersanesi işçilerinin grevinin de gerçekleştiği yıldır.

Bir romanda işçilerden söz edilebilmesi içinse 1927’yi, Mahmut Yesari’nin “Çulluk”unu beklemek gerekecektir. Dünya edebiyatında “Kızıl ve Kara” (Stendhal), “Goriot Baba” (Balzac), “Moby Dick” (Melville), “Oliver Twist” (Dickens), “Ölü Canlar” (Gogol), “Savaş ve Barış” (Tolstoy), “Suç ve Ceza” (Dostoyevski) yayımlanalı çok olmuştur ve edebiyatımız, özellikle de toplumcu edebiyatımız henüz emekleme devresindedir.

Yazının Devamı