Son Yazıları
Çığ’ın arkasında Türkiye var
1995 ya da 96 olmalı, röportaj yapmak için İstanbul-Ataköy’deki evine gidip yakından tanıma, birkaç saat geçirme olanağım olmuştu; o günden beri Muazzez İlmiye Çığ denilince aklıma hep Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinden “Yaşamak şakaya gelmez / Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela…” dizeleri gelir. O şiirinde devamla, “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı / Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin / Hem de öyle çocuklarına falan kalır diye değil / Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için / yaşamak, yani ağır bastığından…” diyen büyük şairin kast ettiği insanlardan biriydi Muazzez İlmiye Çığ.
Bir sincap gibi büyük bir ciddiyetle çalıştı, 110 yaşına kadar aynen öyle, dolu dolu yaşadı. Yaşamak ve çalışmak, hep ağır bastı.
Yazının DevamıGençlik sende güzellik sende: ‘Cevher’
Umberto Eco, “Güzelliğin Tarihi” adlı kitabının “Canavarların Güzelliği” bölümünde Antikçağ’dan Ortaçağ’a kadar çeşitli estetik kuramlarının çirkinliği güzelliğin antitezi olarak gördüğünü, örneğin mitolojideki korkunç yaratıklar karşısında hissedilenin yalnızca iğrenme olmadığını belirtir ve şöyle der: “Ne olursa olsun, neredeyse evrensel olarak kabul edilmiş bir ilke vardır; çirkin varlıklar ve yaratıklar var olmasına rağmen, sanat bunları güzel olarak ifade edebilme gücüne sahiptir ve çirkinliği kabul edilebilir kılan da bu taklidin güzelliğidir.”
Dijital platform MUBI’de ve sinema salonlarında aynı gün gösterime çıkan Coralie Fargeat imzalı “Cevher” (The Substance), Eco’nun tanımından hareketle söylersek, bol bol iğrenme duygusu uyandıran ucube yaratıklarla karşı karşıya kaldığımız, sanatın bunları “güzel olarak ifade etmeye” yanaşmadığı, çirkinliği kabul edilebilir kılmayan ve güzelleştirme taklidine de başvurmayan bir film. Güzellik ile çirkinlik, gençlik ile yaşlılık arasında çok sert bir antitez ilişkisi kuruluyor ve ana tema 142 dakika boyunca sıkça duyduğumuz şu soruyla belirleniyor: “Kendinin daha iyi bir versiyonu olmayı hayal ettin mi hiç? Daha güzel, mükemmele daha yakın…” Özetlersem senaryo, yaşlanmaya yüz tutmuş bir kadının dönüşüm geçirerek genç ve güzel (kalabilme değil) olabilme çabası üzerine kurulu.
Yazının DevamıKlasik romandan başarılı uyarlama
1845’te yayımlanmış, Türkçe baskısı 1400 sayfa tutan, hızlıca ama keyfini ala ala okumayla bile bir haftada bitirilebilecek romanı üç saatlik filme sığdırmak hiç kolay bir iş değil ama 2024 yapımı, sinemalarımızdaki gösterimi devam eden “Monte Cristo Kontu” bunu gayet iyi başarmış görünüyor.
Alexandre Dumas’ın görkemli klasik eseri daha önce 1922’den başlayarak defalarca beyazperdeye uyarlandı, son olarak 2002’de Kevin Reynolds, Jim Caviezel ve Guy Pearce’lı kadroyla sağlam bir versiyon gerçekleştirildi ve şimdi de Alexandre de La Patelleiere-Matthieu Delaporte ikilisinin yönettiği “tam bir Fransız filmi” var karşımızda.
Yazının Devamı‘Anlayışınız için teşekkür ederiz’
Ülkücü hareketin beyazperdede temsili oldukça sınırlıdır; gösterdikleriyle değil ama hissettirdikleriyle “Gülün Bittiği Yer” (İsmail Güneş, 1999) ve “Kafes” (Mahmut Kaptan, 2015), “Ankara Yazı/Veda Mektubu” (Kemal Uzun, 2016) gibi az sayıdaki örnek, ülkücü karakterlerin 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki ruh hallerini anlatır.
Bu küçük kümenin karakteristik özelliği, ülkücülerin solculardan ve daha sonra devletten, “çok çekmiş” olduğunun vurgulanmasıdır. Örneğin “Kafes”, 1970’de Ankara’da ülkücü bir öğrencinin solcu militanlarca işkence edilip öldürülmesiyle başlar ve 12 Eylül’e giden süreci idealist bir ülkücünün gözünden aktarır.
Yazının DevamıAltın Portakal emekçi kadın öykülerinin
Bu yıl Altın Portakal’ı en iyi film seçilerek galibiyetle kapayan “Mukadderat”, Kastamonu-Cide’de geçen bir aile ve kadın emeği öyküsü olarak seyirciden de büyük beğeni almış, dakikalarca alkışlanmıştı. Festivalde bu kez “Seyirci Ödülü” verilmediği için seyircinin beğenisi doğrudan somutluk kazanmadı ama ana jüri, Nur Sürer’in çok doyurucu ve sıcak bir oyunculuk sergilediği, insan hangi yaşta olursa olsun hayatta kendisine bir yol çizmeli, ısrarla yürümeli ve özgürleşmeli diyen bu filmi birinciliğe değer gördü.
Yönetmen Nadim Güç’ün ilk uzun metraj çalışması olan “Mukadderat”, ticari gösterime girdiğinde de hatırı sayılır bir ilgi görecektir eminim ki. Nur Sürer’in en iyi kadın oyuncu ödülünü (paylaşarak) elde ettiğini, Osman Sonant’ın da en iyi yardımcı erkek oyuncu seçildiğini belirteyim.
Yazının DevamıAltın Portakal’daki Filistin
Bu yıl yeni bir genel direktör (Deniz Yavuz) ve yeni bir ekiple 61. yılını kutlayan, ülkemizin en köklü ve uzun soluklu yerli sinema platformu olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, geçen yılki sansür karmaşasını ve iptal şokunu üzerinden atmış biçimde yoluna devam ediyor.
Ulusal yarışma kategorisinde seyirci karşısına çıkan 12 filmi seçen üç kişilik ön jüride yer aldığım ve festivalde ödül yarışına çıkan eserlerle ilgili bir şeyler yazmam pek uygun olmayacağı için ben de uluslararası yarışma kategorisindeki yabancı filmlere ağırlık verdim öncelikle.
Yazının DevamıJoker’in aşk yangını
Tam beş yıl önce, 4 Ekim 2019’da bu köşede “Amerikan rüyası ölü ya da diri aranıyor” başlıklı yazımda ilk “Joker” filmini değerlendirirken, “Hollywood’un bariz kodları açısından bakıldığında Amerikan Rüyası’na mutlaka hayat öpücüğü verilip kalp masajı yapılması, hatta hortlatılması gerektiğini savunan Yeni-Sağ filmlerin son ve estetik örneklerinden biri” demiştim.
O filmin de yönetmeni olan Todd Phillips sinemalarımızda bugün gösterime giren devam serüveni “Joker: İkili Delilik”te, Joker karakterine damga vuran ve günümüzde Yeni-Sağ’ın alt kümelerinden biri olan anarşizmden de vazgeçerek bir slogan atıyor ortaya: Kurtuluşun yolu tımarhaneden geçer!
Yazının DevamıCoppola’nın büyük günahı: ‘Megalopolis’
Şafi inanışına göre 13 tonluk durağan su kütlesi asla kirlenmez, hep temiz kalır. İçinde her şeyi yapabilir, her türlü kiri pası süprüntüyü atabilir, sonra da kalın bir tabaka oluşturan pislikleri elinizle bir kenara sıyırıp rahatça aptes alabilir ya da suyu içebilirsiniz. Şeriat, Turan Dursun’un enfes romanı “Kulleteyn”e de adını veren bu havuzun tertemiz olduğuna inanmanızı emretmektedir çünkü.
Sinemanın yaşayan efsanelerinden Francis Ford Coppola’nın cebinden 100 milyon dolar koyarak tamamladığı (toplam bütçe 120 milyon dolar) son çalışması “Megalopolis: Bir Masal” da 138 dakikalık süresiyle 13 ton ağırlığındaymış hissi veren, içinde her türlü süprüntünün bulunduğu ve bazı eleştirmenlerin “tertemiz” olduğuna inanmamızı istediği bir film.
Yazının Devamıİran’da bir aşk gecesi
Haftanın yeni filmlerinden, İran-Fransa-Almanya-İsveç ortak yapımı “En Sevdiğim Pastam” (Keyke Mahboobe Man-My Favourite Cake), ilk bakışta İran sansürünün sınırlarını zorlayan, hatta sansürün epeyce yumuşadığını gösteren bir film gibi duruyor ama filmin İran’da izinsiz ve gizlice çekildiğini öğrendiğimizde işin rengi değişiyor. Günümüz İran toplumuna, 70’li yaşlarda “tek gecelik aşk” yaşayan bir kadın üzerinden bakmak, yönetmenler Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha ikilisine yurtdışına çıkış yasağı da getirmiş üstelik.
Bir İran filminden beklenecek her türlü incelikle örülmüş, nakış gibi işlenmiş, Berlin Film Festivali’nde eleştirmenlerce verilen FIPRESCI ödülüne değer görülen “En Sevdiğim Pastam”, hali vakti yerinde ama yalnız yaşayan yaşlı kadın Mahin’i tanıtıyor bize. Kocası 30 yıl kadar önce ölmüş, yapacak işi olmadığından öğleye kadar uyuyan, kent merkezinde bahçeli bir evde oturan, emekli hemşire olan kahramanımız, arkadaşlarıyla sohbet edip vakit geçirmek ve hastalıklarından bahsetmek dışında hayatında apaçık romantizm aramaktadır. Bu şans, kuponlarla yemek yediği emekliler lokantasında karşısına çıkar gibi olur. Artık taksi şoförlüğü yapmakta olan eski bir savaş gazisi olan Faramarz, hayatının değilse bile önündeki tek gecenin erkeği gibi durmaktadır. Ancak gece boyunca yaşanan tatlı ve sevgi dolu anların sonunda işler hiç de beklenildiği gibi gitmez, bir trajedi, pek çok seyirciye “fazla acımasız” gibi gelecek bir final yaşanır.
Yazının DevamıToplumcu Türk edebiyatının başlangıç yılları
Güzin Dino’nun “Türk Romanının Doğuşu” eserinde “İnanılmayacak olay sıralanışları ve rastlantılarıyla” kurulduğunu söylediği ilk Türk romanı Şemsettin Sami imzalı “Taaşşuk-i Talat ve Fitnat”ın yayımlandığı yıl olan 1872, aynı zamanda tarihimizdeki ilk grevin, Kasımpaşa Tersanesi işçilerinin grevinin de gerçekleştiği yıldır.
Bir romanda işçilerden söz edilebilmesi içinse 1927’yi, Mahmut Yesari’nin “Çulluk”unu beklemek gerekecektir. Dünya edebiyatında “Kızıl ve Kara” (Stendhal), “Goriot Baba” (Balzac), “Moby Dick” (Melville), “Oliver Twist” (Dickens), “Ölü Canlar” (Gogol), “Savaş ve Barış” (Tolstoy), “Suç ve Ceza” (Dostoyevski) yayımlanalı çok olmuştur ve edebiyatımız, özellikle de toplumcu edebiyatımız henüz emekleme devresindedir.
Yazının DevamıBütün başarıları unutulan kaleci: Fevzi Tuncay
Eduardo Galeano, futbol üzerine yazılmış en güzel kitaplardan biri olan “Gölgede ve Güneşte Futbol”un “Kaleci” bölümünde, onlara “file bekçisi” de denildiğini ama aslında “kader kurbanı, mahkûm ya da şamar oğlanı” da denilebileceğini ifade eder. Hep yapayalnız olan, oyunu uzaktan izleyen, üç direğin arasında sanki idamını bekleyen, her zaman ilk suçlu ilan edilen bir futbol öznesidir kaleci. Şöyle der Uruguaylı yazar:
“Öbür futbolcular bir ya da birkaç kez affedilmez hata yapabilirler; ama her zaman milimetrik bir pasla, güzel bir çalımla ya da isabetli bir şutla kendilerini affettirebilirler. Onun böyle bir olanağı yoktur. Seyirci kaleciyi affetmez. Yanlış mı çıktı? Bacak arası mı yedi? Top elinden mi kaydı? Çelik parmaklar pamuğa mı dönüştü? Kaleci bir tek hatasıyla maçı mahvedebilir, bir şampiyona onun bir yanlışıyla kaybedilebilir. İşte o zaman seyirci kitlesi onun tüm başarılarını bir anda unutuverir ve onu günah keçisi olarak ilan eder. Kara talihi ömrünün sonuna dek onu tek etmeyecektir.”
Yazının DevamıYenilikçi bir western denemesi
Savaş karşıtı başyapıtı “Harp Esirleri” (La grande illusion, 1937) dolayısıyla Naziler tarafından “Bir numaralı halk düşmanı sinemacı” ilan edilen Fransız yönetmen Jean Renoir’nın çok güzel bir sözü var: “Westernlerdeki en harika şey hepsinin aynı film olması. Bu, yönetmene sonsuz bir özgürlük verir.”
Neredeyse sinema sanatının başlangıcından 1970’li yılların sonuna dek tüm dünyada etki yaratan ve sevilen, İtalyanların “spagetti western” örnekleriyle yeni açılımlar yapan, 1980’lerde inişe hatta sönüşe geçen, arada Walter Hill’in “Uzun Sürücüler” (The Long Riders, 1980) gibi tekil örnekleriyle hayat öpücüğü verilen western türü, Kuzey Amerika’nın “beyaz” tarihinden serüvenler sunmaktadır.
Yazının DevamıBir tren, bir taksi, iki film
Tek mekânda geçen filmler, seyircinin ilgisini çekmek ve heyecanını diri tutmak açısından doğal olarak rizikolar barındırır. Filmin süresi boyunca olayların dökümü, karakterlerin tutumu, akıştaki sürprizler değişmeyen bir mekâna sığdırılır ve sonuç doğrudan doğruya yönetmenin ve oyuncuların yeteneğine bağlı hale gelir. Sabit mekân (ev, oda, hücre vb.) ile hareketli mekân (tren, otobüs, uçak, gemi, denizaltı vb.) arasında da öykünün gelişimini belirlemek ve atmosfer yaratmak açısından önemli farklar söz konusudur.
Sinemalarımızda geçen hafta gösterime giren Hindistan yapımı “Geber!” (Kill), yüzde 99’u Yeni Delhi’ye gitmekte olan trende geçen tam bir kan-revan filmi. Yönetmenliğini Nikhil Nagesh Bhat’ın üstlendiği film, örneğin “Kassandra Geçidi” (1976) ya da daha yakın tarihlerden “Zombi Ekspresi” (2016) gibi kamerayı sadece tren vagonları arasında gezdirerek “hareketli” bir ölümcül çatışma ve vahşet serüveni sunuyor, bunu yaparken de “Hindistan sineması” damgasını hiç umursamıyor, hiçbir yerel unsur barındırmamaya gayret ediyor.
Yazının DevamıGenco Erkal’la yürüyüşe çıkmak
Ferit Edgü, Afşar Timuçin, Kenan Işık, Genco Erkal… Sanat ve düşün dünyamız son 10 gün içinde büyük değerlerini yitirdi, Türkiye’yi biraz daha aydınlatmak için yıllarını veren, kitaplarıyla, denemeleriyle, şiirleriyle, tiyatro sahnesinde ya da kamera karşısında emek harcayan bu isimler alkışlarla sonsuzluğa uğurlandı. Edgü 88, Timuçin 84, son 10 yıldır bitkisel hayatta olan Işık 77, Erkal 86 yaşındaydı ve hepsi ömürlerinin büyük çoğunluğunu üretmeye, ülkemizi daha çağdaş, daha aydınlık kılmaya adamıştı.
Genco Erkal, senaryosunu kendisinin yazdığı, yönetmenliğini Selçuk Metin’in yaptığı, uzun bir sanat ve nostalji yolculuğu niteliğindeki 2021 tarihli “Genco” belgeselinde, “Bir antik tiyatro görmeyeyim, deliye dönerim. Kan çekiyor herhalde, yüreğim güm güm atmaya başlar” diyor. Göğe yükselen kocaman tiyatro ağacının dallarından biri olan sanatçının, kökleriyle bağlantısı daha güzel anlatılamaz sanırım.
Yazının DevamıKevin Costner’ın görkemli fiyaskosu
Marlon Brando oyuncu olarak şöhretin zirvesindeyken bir tutkuya kapılır ve destansı bir western filmi yapmak için kolları sıvar. Çeşitli anlaşmalara imza atılır, çalışmalar başlar ancak işler bir türlü istenildiği gibi gitmez ve önce bu türün usta yönetmeni Sam Peckinpah kovulur. Ardından sıra, sinema tarihinin göreceği en büyük yönetmenlerden biri olan Stanley Kubrick’e gelir, o da Brando’yla yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle projeden ayrılmak zorunda kalır. Çekim süresi de bütçe de iki katına çıkar.
Sonunda yönetmenliği de Brando üstlenir ve 1961 yılında ortaya 141 dakika uzunluğunda, eleştirmenlerin yerden yere vurduğu, bizde “Aşk ve İntikam” adıyla bilinen “One Eyed Jacks” diye bir film çıkar. Marlon Brando yönetmiş, başrolü üstlenmiş ve görkemli bir başarısızlığa imza atmıştır.
Yazının DevamıÇevreci ve ölümcül bir tarikat
İlk bakışta “polisiyeymiş” gibi duran bir film “Tarikat” (A Sacrifice). Berlin’de toplu intihar vakası, olaya dahil olan Amerikalı bir sosyal psikolog, tuhaf bir çevreci-doğasever meditasyon örgütlenmesi vs. az şey vaat etmiyor gerçekten de. Yönetmen koltuğunda “Sir” ünvanlı Hollywood vatandaşı İngiliz Ridley Scott’ın kızı Jordan Scott’ı görmek de iştah açıcı. Ama baştan söyleyelim ki mum dibine ışık vermiyor ve Jordan, babasının yapımcı olduğu filmde fena halde tökezliyor, bir türlü polisiye kıvamını tutturamıyor.
Karısından bir yıl önce ayrılmış olan Amerikalı Ben Monroe, Berlin’de bir üniversitede ders vermektedir. Yeni bir kitap yazmakta olan ve uzmanlık alanıyla ilgili polisiye vakaları izlemesine izin verilen adamın 16 yaşındaki kızı bir süreliğine kente gelir. Genç kızın metroda tanıştığı delikanlıyla tanışıklığı ilerledikçe karanlık sular yavaş yavaş kabarmaya başlar. Ben’in, toplu intihar vakasıyla ilgilenen Alman kadın dedektifle romantik ilişkisi de işin tuzu biberi gibidir. Mütevazı biçimde örgütlenip kendi halinde sessiz sedasız etkinlikler yapan ama aslında pek ulvi amaçlar peşinde koşup giderek tehlikeli hallere bürünen, çevre-insan duyarlılığı yüksek bir tarikat ise ağlarını çoktan örmüştür.
Yazının Devamı