Tuğamiral Soner Polat yazdı: Bir Galatasaraylı gözüyle Fenerbahçe
Çocukluk ve delikanlılık yıllarım Kadıköy’de geçti. Kurbağalıdere’nin, masmavi Marmara’nın serin suları ile buluştuğu alanda Fenerbahçe’nin eski antrenman sahası vardı. Her fırsatta, rahmetli annemden gizli olarak bisikletime atladığım gibi soluğu bu mekanda alırdım. Saatlerce, gözümü kırpmadan idmanı heyecanla izler, zamanın nasıl akıp gittiğinin farkına bile varmazdım. Gece rüyamda Fenerbahçe forması ile goller atardım.
Galatasaraylı olan ağabeyim bir gün eve, o günlerde pek de yaygın olmayan bir hediye ile geldi. Paketi, adeta parçalayarak açtım. Minik kalbimin küt küt atışı kulaklarımda çınlıyordu. İçinden, Galatasay’ın sarı kırmızı parçalı forması, şortu ve eskiden konç diye tabir edilen kalın tekmelikler çıktı. Teşekkür bile etmeden, ev halkının şaşkın bakışları arasında formayı sırtıma geçirdim ve topumu alarak sokağa fırladım.
Metin Oktay ve Galataraylı oluş
Hafta sonu ağabeyim, “Sana güzel bir sürprizim var; birlikte gezmeye gideceğiz, hatta motora(küçük deniz vasıtası) bile binebiliriz!” dedi. Sevinçle yanına koştum, dışarı çıktık; Boğaz’ın akıntılı sularında, gemilerin aralarından süzülerek Dolmabahçe’ye ulaştık. Kendimi bir anda şimdiki İnönü Stadyumu’nun tiribünlerinde buldum. Galatasaray, Vefa ile karşılaştı ve oyuncular arasında Metin Oktay da yer alıyordu. O kadar küçüktüm ki, kendi neslimden Metin Oktay’ı sahada izleyen başka birisinin olacağını sanmıyorum. Böylece Galatasaylı oldum.
Galatasaylılar her zaman,”Galatasaray, bir kültürdür ve Türkiye’nin Batı’ya açılan penceresidir!” derlerdi. Ben henüz belirli bir olgunluğa erişmediğimden, bu söylemleri, içim kıpır kıpır kalpten gelen bir mutlulukla dinlerdim.
Atilla İlhan’a şiire ilk adım
Delikanlılığımın son demlerinde Atilla İlhan hastalığına tutuldum. Kitaplarının herhalde tamamını okumuşumdur. Şiiri de O’nun sayesinde sevdim. Rahmetli İlhan’ın, “Türkiye’deki aydınların çoğu gerçekte Batı’nın manevi ajanıdır!” sözü üzerinde çok düşündüm.”Kendilerini Batı’ya açılan pencere olarak görenler, sakın Batı’nın Türkiye’deki temsilcileri olmasınlar!” ikazını anlamlı buldum.
Türk Aynştaynı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun Türkçe üzerine yazdığı kitapları da dikkatlice inceledim. Kitaplardan şu sonuç çıkıyordu. “ Bir okul, hangi dille eğitim yapıyorsa, dalgalanan bayrak ne olursa olsun, dilini konuştuğu ülkeye aittir!”
Koğuşta FB-GS rekabeti
Yıllar yılları kovaladı, kader, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini Deniz Lisesi’nin ilk günlerinden itibaren şiddetle yaşadığım emekli Tüma. Semih Çetin ile beni Hasdal askeri cezaevinin iki kişilik koğuşunda buluşturdu. Özel görevli mahkemede 18 yıl ağır hapis cezası aldıktan sonra Semih bana şöyle seslenmişti: “ Hem 18 yıl hapis yedim hem de koğuşu bir Galatasaylı ile paylaşmak zorunda kaldım. Bu işkence değil de, nedir!” Kıyasıya rekabet, demir parmaklıkların ardında da dostça espirilerle devam etti.
‘FB’de kendimizi görüyorduk’
Kayıp giden yıllar içinde Fenerbahçe’yi daha iyi tanıma fırsatı bulmuştum. Fenerbahçe, tepeden tırnağa kadar bu ülkenin takımıydı. Doğal, sade, abartısız, gösterişsiz ve denizle gibi çalkantılı idi. Hiç kimseyi taklit etmeyen, yabancılara öykünmeyen özgün ve gururlu bir yapısı vardı. Biz Türklerde ne kadar iyi ya da kötü nitelikler varsa, hepsi neredeyse aynı oranda bu güzide kulübümüze yansımıştı. Kısaca, Fenerbahçe bir ayna gibiydi; kafamızı kaldırıp bakınca, kendimizi görüyorduk.
Evimiz Fenerbahçe Stadyumu’na çok yakın olduğundan, zaman zaman Fenerbahçe maçlarını izlemeye giderdim. Fenerbahçe kimliğinin ne kadar güçlü olduğunu bu statta gördüm. Fenerbahçelilik, çıkarsız ve koşulsuz sevgi, sarsılmaz bir dayanışma ve gerektiğinde her türlü baskıcı otoriteye baş kaldırabilecek eylem yeteneği demekti.
Cumhuriyetle özdeşleşen Fener
Fenerbahçe bir başka yönüyle de diğer kulüplerin hatta Türkiye’deki tüm kurumların önüne geçiyordu. Kendisini Cumhuriyet’le özdeşleştirmiş ve Atatürk’ü, başkaları gibi sadece tören günleri değil, yılın her günü içtenlikle sahiplenmişti. Doğru ya da yanlış, Atatürk Fenerbahçeliydi! Kulübün sloganı buydu.
Fenerbahçe’nin olmadığı bir Türkiye Cumhuriyeti düşünülebilir miydi? Fenerbahçe, ülkemizin tuzu, biberi, şekeri, kahvesi, kısaca tadıydı.
Fenerbahçe, maddi ve manevi değerli tatlı bir karışımla harmanlarken ve ülkenin kaderine ortak olurken, benim kulübüm Galatasaray, maddi değerlere dayalı ve sadece Galatasaray taraftarlarını kucaklayan bir tavır sergiliyordu.
‘Ali Sami Yen’in kemiklerini sızlatmak’
Maddi, dünyaya o kadar bağlanmışlardı ki “Türkiye’nin iki markasından birisi Galatasaray’dır!” söylemlerini sıkça işitmeye başladık. Marka, küresel liberal dünyanın vahşi dişlerini simgeleyen bir meta simgesi değil miydi? Kurucumuz Ali Sami Yen’in kemiklerini bir kaçdolar için sızlatmadık mı? Peki, yeni stadyumun adı ne oldu? Türk Telekom Aren! Nereden tutarsanız tutun, elinizde kalıyor. Türk Telekom Türk değil, Lübnanlı . Arena, kadim çağlarda zavallı insanların yırtıcı hayvanların önüne atıldığı Batı kültürüne ait vahşi bir gösteri alanı. Batı’ya açılan pencereyiz ya, hiç “arena” mız eksik olur mu?
FB’yle dayanışma yerine..
Sistem, özel görevli yapılarla milli değerlere saldırırken tabi ki Fenerbahçe ile hesaplaşacaktı. Fenerbahçe her hücresine, kılcal damarlarına kadar milliydi; bu ülkenin yükselen değerlerini temsil ediyordu. Başkan Aziz Yıldırım üzerinden Fenerbahçe’ye topyekun bir saldırı başlatıldı. Galatasaray bu dönemde, Fenerbahçe ile tarihi bir dayanışma içerisine gireceğine, kolay bir şampiyonluğun peşine düştü. Başkalarının felaketi üzerine kazanılan başarıların lekeli olacağını bir türlü göremedi.
Minderde yenilmeyen takım
Türk Silahlı Kuvvetlerini, diğer hedefteki kurumları ve seçilen yurtsever ve aydınları kısa sürede deviren sistem, Fenerbahçe’nin sırtını mindere kolayca yapıştırabileceğini sanıyordu. Çok bilen savcılar(!) böyle düşündüklerini açıkça itiraf etmişlerdi. Ama karşılarında bir efsane vardı. Fenerbahçe, bir kulübün çok ötesinde bambaşka bir gerçeklikti. Bir şeref, hassasiyet ve onur abidesiydi. Başkan’larına sımsıkı sarılarak müthiş ve şanslı bir direniş başlattılar. İkinci lige gitmeyi seve seve göze alarak, yönetimi, sporcuları, kongre üyeleri ve taraftarları ile nesilden nesile nakledilecek bir destan yazdılar. Galatasaray’ın eski başkanlarından birisi, “ Benzer olaylar bizim kulüpte yaşansaydı, Başkanı kapının önüne koyardı!” dedi.
Tükenen ve çürüyen sistem, tüm engellemelere rağmen makinelerini tam yol ileri çalıştıran Fenerbahçe’yi tökezletmek için son bir hamle yaptı. Rakibi lehinde yürütülen basın kampanyaları ve siyasi desteğe rağmen, göz kamaştıran bir kongre zaferi yaşayan Başkan Aziz Yıldırım yeniden hedefe oturtuldu.
Başkan Yıldırım ve milyonlarca Fenerli, sevgilerinin gücünün, ölümsüz sarı lacivert aşkının ve kılıçlarının keskinliğinin farkındalar. Başkan Yıldırım, Fenerbahçe’yi ama daha çok Cumhuriyet,’i temsil ettiğini hepimizden daha iyi biliyor. Deneyimli ve cesur bir öndere yakışan felsefi bir derinlik içeren mesajlar veriyor.
FB kaybederse hepimiz kaybederiz
Fenerbahçe kazanacak, kazanmalı, aksi halde hepimiz kaybederiz. Fenerbahçe, aslında Galatasaray ve diğer takımlar içinde mücadele ediyor. Çamur, balçık ve sulu zeminlere önce kazıklar çakılır ve daha sonra üzerine binalar inşa edilir. Sular içinde kalan Venedik şehri bu inşaat tekniği ile şimdiki büyüleyici görüntüsüne kavuştu. Dünyanın tartışmasız en büyük şaheserlerinden birirsi olan, Türk yönetici Şah Cihan tarafından ölen eşinin anısını yaşatmak için tam 22 yılda yaptırılan Hindistan’daki “Tac Mahal” de, kumlu ve balçık bir alanda kazıklama yöntemi ile yapıldı.
‘Meleğin sesine kulak verelim’
Fenerbahçe, işte bu kaygan ve kahpe zeminlere kazıklar çakmaya çalışıyor. Çünkü temel üzerinde yükselemeyiz. Bu bozuk düzen sürerse, yarın başka seçkin kulübümüz de iftiralarla saldırıya uğrayabilir. Gün dayanışma günüdür. Hepimizin içinde melek bir de şeytan bulunur. Meleğin sesine kulak verelim. Başkan Aziz Yıldırım’ı, ne pahasına olursa olsun, hak ettiği o koltukta oturtmak, başta Fenerbahçeliler olmak üzere, ülkesini seven her Türk vatandaşının birinci vazifesi olmalıdır.
FB’lilere düşen görevler
Fenerbahçe Stadyumu’na ismi verilen, Cumhuriyetimizin kurucu atalarından Şükrü Saraçoğlu, Fenerbahçelilik kimliğinin tüm üstün vasıfları üzerinde toplayan müstesna bir şahsiyettir. Özdemir İnce’nin, bu büyük devlet adamı hakkında Aydınlık gazetesinde yayımlanan seri yazılarını okuyunca göz yaşlarıma hakim olamadım. Fenerbahçelilere düşen bir görev de, kulübün eski başkanı Şükrü Saraçoğlu’nun adını, isminin önünü ve arkasını, başka kulüplerin yaptığı gibi, ticari markalarla kirletmeden sonsuza kadar yaşatmaktır. Fenerbahçe’ye yakışacak olan da budur ve böyle bir davranış kulübü daha da büyütecektir. Kendisini büyük olarak gören ama tüm kutsal değerlerini paraya tahvil edenlere verilecek bir başka ders de budur!
Koyu bir Galatasaraylı olarak bu gerçekleri dile getirmek içimi acıtıyor. Hani biraz da, “kıskanmıyorum!” desem yalan olur. Ama Cumhuriyet’in bileği bükülmeyen ve güneş gibi ışıldayan bu parlak yıldızından hepimizin öğreneceği o kadar şey var ki!
Türk bayrağı ile sarı lacivert renkler ve diğer tüm renklerin coşkuyla, gururla yükseklerde dalgalandığı daha mutlu, daha özgür, daha huzurlu ve daha adaletli bir Türkiye için Fenerbahçe’nin yanındayız. Sevgili Fenerbahçeliler, yalnız değilsiniz! Türkiye’nin her yerinde sizin için çarpan kalpler var...
Soner Polat