Biz Eskiden...
Yirmi iki yaşındayken eşiyle gittiği Kamboçya’da, bir tapınaktaki heykeli parçalara ayırıp hacılamayı denerken tutuklanan Andre Malraux’un, nedense sol matbuatımızın yanaşmadığı, bir kitabıdır Batı’nın İğvası. Kitapta kahramanlardan Çinli Ling, Amerikalıya Doğu Batı farkını anlatırken şöyle der: "Sizde zamanı siz yapıyorsunuz, bizde zaman bizi yapar..." Doğunun sonsuz zamanından söz ediyor olmalı. Hani Şark oturup beklemenin yeri, der ya Tanpınar... Şark köşesi bile var değil mi oturmak için. Fakat orada otururken Doğulu nerelere gider, ne eder acaba... Astral seyahatçiden tut da Neyzen Tevfik’e dek hep uçmuşlar, oturdukları yerden.
Peki bugünkü Doğu, Malraux’nun hayran kaldığı Doğu mu? Yıllar sonra tekrardan Kızılok ile Ortaçgil’in muazzam şarkısı Pencere Önü Çiçeği’ni dinlerken koca Doğu’nun yoksul zarafetini düşündüm. Rezidans balkonuna çamaşır asmak yasak ama Osmanlı zamanındaki pencere önü çiçekleri geldi aklıma...
Dışarıda sarı çiçek varsa hastamız var, sokaktan geçerken bağırıp rahatsız etmezseniz iyi olur demekti. Kırmızıysa çiçek, evde evlilik çağında kız vardı; yoldan geçen gençler konuşmalarına dikkat etsin, efendi olsun, hanımefendi mahcup olmasındı.
Yitik zarafetten, ecdadından sadece nargileyi alabilmiş bugünün insanına nasıl geldik? Sadece çiçekler mi zarif yahu! Ayakkabı kullanımına bak: Ev sahibi, iyi ki geldin demek için eve gelenin ayakkabısının burnunu sofaya çevirirdi; buyurun hanemize demekti. Kahvenin yanında su ikram edildiğinde gelen açsa suyu toksa kahveyi alırdı. Suyu alan ev sahibi durumu kavrar, sofra kurup misafiri doyururdu; az çok, evde ne varsa...
Kulaklıktan dinlediği berbat müziği tüm otobüse dinletenin ecdadı zamanında çarşıya inerken büyüklere hürmet için yaşlının yanından geçip gitmez, o zat "geç evlat ben yavaş yürüyorum" diyene dek beklerdi. Bugünün hız insanına garip gelir. Öğüt veriyor değilim, hiç de sevmem. Öğürmek gibi öğüt. Eskiden Taksim’e kravatla çıkılırdı diye de üzülmüyorum; evde kravat var, Taksim de duruyor henüz; takar çıkarım. Derdim geçmişin kültürel duyuşlarından çıkarak vardığımız nokta.
Ölümün bunca anlamsızlaşmadığı Doğu’dan söz ediyorum; kaderle kederin akrabalığından... Mahallede biri öldüğünde cenaze evine, ilk önce kıble yönünde oturan komşudan olmak üzere bir hafta yemek yollanan, acılı insanlara işittirecek tarzda kimsenin gülüp eğlenmediği bir tarihten...
Bir köpeğin dört bacağını birden kesen Yeni Türkiye insanının ecdadı, kışın yiyecek bulamayan kuş için kar üzerine darı bırakmakla memur vakıf kurmuştu. Sakat leyleklere kurulan hastaneyi kim hatırlar? Bu kültür sentezini kuramasaydı Batı akılcılığına Doğu zarafetini katmış Haldun Taner güzelim hikâyesi İznikli Leylek’i; Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakan’ı (garip leylekler) nasıl yazacaktı? Leylekler için hastane kuran neslin torunu, bana bak! Edebiyat diye sana sunulan laf salatalarını bırak da ayağa kalk! Kültürel olarak çöle dönmüş bu iklimde sana her sözü mucize diye pazarlayanlara diklen!
Amsterdam’a gidip her şeye hayran kalan insanımıza neyi yeterince anlatabildik? Örnekse Doğu’nun (Bağdatlı) çocuğu Haşim’in Laklakan’ını ya da Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ni doğru okusalar ne düşünürlerdi? Bugün bir yağmurda çamura bulanan canım İstanbul’un kuş saraylarını, serin yalılarını, yaşlanmaz çarşılarını, kıyı köşe müzelerini, izlerle dolu meyhanelerini, şarkısını, inceliğini "o kafalar bu kafalar" diye konuşan Yeni Türkiye insanına...
Pencere kenarında çiçeklerimle düşünüyordum. Eylülü uğurluyoruz, ekim... Kış geliyor, yorucu, zor günler kapıda. Böyle zamanlarda kitaplar hep sığınak. Bizim Akademi Nar’da edebiyat eğitimleri devam ediyor. Bilgi için [email protected]