Düşman
Değişik bir politika anlayışları var, ya da bir politika anlayışları yok çünkü yapıp ettiklerini anlamanın imkanı yok.
Tayyip Erdoğan’ın bir yandan ABD tarafından tehdit edilirken, diğer yandan Suriye’ye düşmanlık dili kullanmasını nasıl açıklayalım? ABD’ye kaş altından göz mü kırpıyor? Gerçekten de ne yapacağını bilmezlikten mi bu tuhaf sözler?
Ya da...
PKK’nın kahpece şehit ettiği bir ana ve minik yavrusu üzerine konuşurken, PKK/HDP ile işbirliği yapanları, meclise taşıyanları hedefliyor, buraya kadar güzel, ama hem PKK’ya binlerce TIR silah veren hem de devletimizi, halkımızı tehdit eden ABD’ye cevap verirken sesi kısılıyor: “NATO’da, en üst düzeyde dayanışmayı ortaya koyan bir Türkiye’ye, böyle bir tehdit dili kullanmak asla yakışmaz’’ falan filan...
Ne dayanışması, ne müttefikliği, düşman olduğumuzu görmüyor mu? Sahi bilmiyor mu o anne ve bebeğinin gerçek katili Amerika’dır, bilmiyor mu PKK’nın eline silahı veren de, içerideki muhalefet ile birleştiren de Amerika’dır? Bilmiyor mu?
Bu bir papaz meselesi değil, kuyruklarından yakalandılar, bu yüzden devleti hedef alıyorlar. Artık çekingenliğe yer yok.
Yuvarlak, kararsız ifadelerle tepki taklidi yapmaya çalışırken, ABD parasını ödediğimiz F-35’leri vermeme kararı aldı, Münbiç’te verdiği sözleri tutmadı, hatta PKK’yı özerk hale getirecek adımlar attı, en son da bakanların mal varlıklarına tedbir koydu. Daha ne bekliyorsunuz İncirlik’i kapatmaktan başlayıp layık olduğu cevabı vermek için? Devlet yönetme taklidi yapmanın zamanı geçti artık, düşmanlık edene aynı tonda cevap veremeyen devlet olmaz...
Umarım bu yazı yayımlanıncaya kadar geçen sürede Hükümet Türk milletine yakışan cevabı verir.
Anlayışları, dilleri, mantıkları tuhaf. Dışişleri Bakanı çıkmış hala, “Pompeo ile yapıcı bir görüşme yaptık’’ diyor. Bu saatten sonra nasıl “yapıcı’’ olunabilir? Münbiç Mütarekesini imzalarken de böyle konuşuyordu, bakın sonunda ne oldu?
ABD’ye karşı bize destek veren İran ve Rusya bile daha net, ama bunlar değişikler, değişik...
MÜLTECİ
M. Bedri Gültekin ile “siyasal İslam’ın sonu’’ konulu yazısı üzerine konuşurken sordum kendisine: “Televizyonlardaki mülteci haberlerinde, mesela İsveç’ten ya da ne bileyim Fransa’dan Arabistan’a, Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ne girmeye çalışan batılı mülteci haberi gördün mü hiç?’’
Hayır...
Tam tersine bir göç dalgası var, Müslümanlar, “kafirlerin’’ memleketlerine koşuyorlar, üstelik bu Müslüman Arap ülkelerinin çoğu da batılı ülkelerin işgali ya da hegemonyası altında olduğu halde...
Bunu nasıl okumalıyız?
Sadece ekonomik refah ve kendilerine mahsus demokrasi yüzünden mi?
Yoksa siyasal İslam’ın sonu mu?
Ama konu İslam değil, yobazlık onlarda da Arap ve İsrail yönetimlerinden aşağı değil, Yunanistan da başpiskopos, Orman yangınlarını Alexis Çipras’ın ateist olmasına bağlayabiliyor, aynı bizim depremi içki tüketimine bağlayan yobazlar gibi... Bir farkla ki: Onlar bu işleri devletten ayırmışlar, o papaz böyle konuşuyor, ama gücü dış politikayı belirlemeye, eğitim sistemini şekillendirmeye yetmiyor.
Bu din tabanlı yönetimlerin sonudur...
Öyle ya, İran Başsavcısı bile kadın kıyafetlerinde zorlamanın bir sonuç vermediğini açıklıyor, Arap toplumları içinde yapılan anketlerde din ve devlet işlerinin ayrılması gerektiğini isteyenlerin oranı daha yüksek çıkıyor. Daha önemlisi böyle anketler yapılabiliyor.
Hayat, laikliğin ne kadar önemli ve değerli olduğunu bütün toplumlara ve bizim sağ iktidarlara 50-60 yıllık bir tecrübe ile burunlarını sürte sürte öğretiyor.
GÖRDÜM
Oturduğum sokakta, HDP ve CHP seçim çadırları birlikte kurulmuştu, seçim çalışmasını birlikte yaptılar. Gördüm. HDP’nin bütün milletvekilleri PKK’yı temsil ettiklerini açıkça söylediler, duydum.
İnanmayan sorsun bir daha “PKK bir terör örgütü müdür, ona karşı mısınız’’ diye ve bir daha görüp duysun cevaplarını...
Ben bütün bunları, mesela tanıdığım insanlara anlattım, “yahu HDP PKK’nın siyasi kolu olduğunu açıkça ilan ediyor, nasıl ittifak kurarsınız, nasıl içinize sindirirsiniz’’ diye sordum, kimi beni aptal yerine koyarak “ama biz ittifak yapmıyoruz ki’’ dedi, kimi de “şu Tayyip’i indirmek için şeytanla bile işbirliği yapılmaz mı’’ dedi... Hepsini duydum...
Muharrem İnce, cezaevinde Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti, gördüm ben... Parti yöneticileri onu cumhurbaşkanı yardımcısı yapacaklarını söylediler, kulağımla duydum...
Biz “HDP kapatılsın’’ diye kampanyalar yaparken onlar, Tayyip Erdoğan düşmanlığından gözleri kör olmuş vaziyette, “ama bu yaptığınız Tayyip Erdoğan’ın işine yarıyor’’ dediler, vallahi kulaklarımla duydum...
Şimdi ben de onlara sesleniyorum: Yüksekova’da patlayan mayını duydunuz mu? Patlamanın savurduğu o minik bedenin yaralı çığlıklarını? O minik tabutun boyunu gördünüz mü?
Astsubay Serkan’ın sözlerini duyup, gözlerine baktınız mı? Konuşsanıza ulan...
İyi bakın onlara, sorumlusunuz çünkü...
Sadece siz değil, Amerika ile Menbiç’te mütareke yapıp, PKK’nın elini rahatlatmasına neden olan iktidar da sorumlu...
Bakın şimdi o astsubayın gözlerine, bakın ve yazın sosyal hesaplarınıza: “@oyumince’’ zart zurt diye... bakın şimdi o astsubayın gözlerine ve atın o zırva sloganlarınızı: “Reis bizi Menbiç’e götür’’ diye...
Haydi alkışlayın bedelli kanunlarını, haydi kaçırın ensesi katmerli çocuklarınızı askerden...
Haydi ulan, haydi kendi sesinizden başkasını duymayın ve görmeyin aynadaki yansımanızdan başkasını.
Bildiğiniz ezberleri tekrar edin “demokrasi’’, “barış, çözüm’’ filan diye... Biz onu da görür, onu da duyarız. Serkan astsubay da duyar, birkaç gün önce düşen onbaşının babası da duyar.
Hep duyar, hep görürüz, hep dinleriz sizleri... Hep veririz canlarımızı, kollarımızı ve bacaklarımızı, öz kardaştan yakınlarımızı...
Siz yeni seçim kampanyaları yapabilesiniz, Amerika ile yeni anlaşmalar düzesiniz diye...
Amma...
Bir sonu vardır bunun da...
TARİH UTANDI
PTT Türkiye’nin en köklü kurumlarından biri, bundan tam 178 yıl önce kuruldu, ilk pulunun üzerinde Sultan Abdülaziz’in tuğrası vardı. Mesela ilk resimli pul 1913’te Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtuluşu anısına basıldı, üzerinde Selimiye camii vardı. Birinci Dünya savaşı boyunca İstanbul ve savaşan Türk askeri temalı pullar basıldı.
1918 Mütarekesinden sonraki Vahidettin İstanbul’unda ise “Mütareke Hatırası’’ yazılı pullar basıldı, yani düşman övüldü yenilgi alkışlandı... Bugüne kadar bu tek örnekti.
Anadolu hükümeti ise bu işgali kabul etmediğinden pullarını da kabul etmedi, postane depolarındaki pullara stampa ile Ankara (sürşarjı) basarak kullandı, bunlar bitince çeşitli devlet kurumlarındaki harç pullarını kullandı, onlar da bitince bulabildikleri kağıtlara, bulabildikleri matbaalarda, bulamazlarsa el yordamıyla pul bastılar. Hatta sadece Meclis değil, çeşitli Kuvay-ı Milliye komutanları bile... Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu yansıdı o elle yapılan milli pulların üzerine, Feke’den Doğan ve Ruhi Bey’lerin adı kazındı, Kilis kurtarıldığında sigara kağıdına basıldı kutlama pulları... Pul, tarihin defterine kayıt yapmaktı çünkü...
Savaş zaferle bitip cumhuriyet ilan edilince ay yıldız, Lozan imzalandıktan sonra da Atatürk vardı pulların üzerinde.
Demiryollarının açılması, eğitim devrimleri, büyük üretim hamleleri, milli devletin başarıları hep yansıdı pullara.
O Vahidettin ki, etmediğini, demediğini bırakmadı Anadolu’yu savunan Milli Kuvvetlere ve Atatürk’e, ama o bile, mesela silahlandırıp üzerlerine saldığı Anzavur’un, ya da el altından kışkırtırken övgülere boğduğu Çapanoğlu’nun pulunu bastırmadı...
Ama...
Gün geldi, aradan şu kadar zaman geçti kardeşim... Mehmet Akif’e söven, Atatürk’e ağzına geleni söyleyen, “Keşke Yunan işgali altında kalsaydık, savaşı Yunan ordusu kazansaydı’’ diyen bir halk ve cumhuriyet düşmanının resmi basıldı cumhuriyetin pullarına...
Sadece bir dönem sonra unutulacak, birkaç hatırattan başka yerde adı bile geçmeyecek bir meczubu, pula basarak tarihe geçiren AKP iktidarı, aslında o pullar yaşadıkça anılacak utancını geçirdi tarihe.
O karar bir mecliste alındı ise el kaldıranlar, emir ise uygulayanlar, o matbaanın düğmesine basanlar hep ortaktır bu utanca... Tarih utandı da bunlar utanmadı...
Nasıl savunuyorsam onları ABD saldırısına karşı, bunu da söylemek öyle boynumun borcudur...
İMAM HATİP UYGARLIĞI
Önce meclislerde konferanslarda 11-12. Yüzyıl İslam aydınlanmasının ne kadar ileride olduğunu anlatmaya başladılar, ama neden bir Pasteur, bir Einstein bu toplumlardan çıkmadı kısmına hiç girmediler. Ellerinde kocaman akıllı telefonlar vardı, ama Steeve Jobs niye Amerikalı diye düşünmediler. Bizim de bilimsel projelerimiz vardı, mesela iki kavanozun birine kötü, birine güzel söz söylemişler, kötü söz söylenen küflenmişti ve Kuran’da da hep güzel söz söyleyin yazıyordu. Bilim şöleninde sergilenen projesiydi öğrencilerimizin.
Aziz Sancar’ın ABD’de yetiştiği gerçeği de önemli değildi, Türk’tü ya, yeterdi, biz de bu projelerle yarının Aziz Sancarlarını yetiştirebilirdik.
İnanıyorlardı ki, bir dua ya da ayeti belli bir sayıda tekrar ederlerse, mesela zengin olabilirler, ya da hasta iseler iyileşebilirler, her otobüste görüyordum, ellerde Çin malı zikirmatikler... O senin yerine sayarken, sen habire aynı cümleleri tekrar ediyorsun. Yetmedi kardeşim, okul duvarına astılar, “bir salavat da sen getir” kampanyası yaptılar. Gazetelerde haberdi, öğrenci sınıfa girerken salavat çekip butona basıyordu 1 milyon bilmem kaç bin olmuştu.
Artık hiçbir öğrenci sınıfta kalmadığı gibi neredeyse hepsi teşekkür-takdir alıyordu. Meslek liseleri etkisizleştirildi, her taraf işe yaramaz üniversiteler ve İmam Hatip okullarıyla doldurulup, Suud kralının altın kaplı uçağıyla zenginlik reklamı yapıldıkça, bizim ahalide zikirmatik kullanımı arttı...
Atrofi bir tıp kanunudur, kullanılmayan organ zayıflar.
Bu koşullarda gazetelerin yazdığı sınav sonuçlarını bile tercüme etmek gerek, çünkü o ondalıklı rakamlar anlaşılmayabilir.
Sınava giren 2 milyona yakın öğrenci, toplam 40 matematik sorusunun sadece 4 tanesine doğru cevap verebilmiş. 14 fizik sorusunun birini dahi bilememiş, 13 kimya ve 13 biyoloji sorusunun sadece birer tanesini bilmiş. Coğrafya, tarih, edebiyat, Felsefe rezalet durumda, doğru cevap ortalaması 1 ya da 2... En trajik olanı da Din Bilgisi, sadece 6 soruda 2 doğru... Yani din öğretmek için kurulan İmam Hatip sistemi öğrenciyi dinden de etmiş...
Uzun zamandır durumun farkında olan ana-babalar çocuklarını İmam Hatiplere yerleştirmiyor, 100 binden fazla kontenjan boş kalırken aynı oranda açıkta kalan öğrenci var...
İşte bu planlı ekonomiye ve üretim ihtiyaçlarına göre mezun veren mesleki eğitime karşı kurulan İmam hatip uygarlığının karnesidir.