Türk ulusu, verdiği bağımsızlık mücadelesini kazanmış, siyasal otoriteyi kendi bünyesinde toplamıştı. Egemenlik artık kayıtsız ve şartsız onundu. Öyle ki, bu egemenliği kazanabilmek için ille de kan dökmek, yurdu işgâlci postallarından temizlemek gerekti. Cephelerde gencini, subayını, öğretmenini, mühendisini kaybetmek... Belki başka milletler için bütün bu kaynaklar “bağımsızlık” mefhumundan üstündü.
Fakat Türk ulusu için beşeri sermayeden çok tam bağımsız yaşamak tutkusu daha hayati idi.
İşte şimdi sıra, bağımsızlığı tescillenmiş bu çorak yurdun bütün arazilerini uygarlıkla tanıştırmaktaydı. Demir ağlarla yurdun dört bir yanını donatmak ve tüm bunları yabancı ellere değil, kendi insanına yaptırmak!
Behiç Bey (Erkin) önce Çanakkale’de ordunun imkânsız denebilecek sevkiyatlarını büyük bir özveriyle yerine getiren idealist bir albay olarak göze çarptı. General Liman Von Sanders’ten, Almanlar için son derece prestijli olan 1’inci dereceden “Demir Haç” madalyasını almıştı. Üstelik Gazi Mustafa Kemâl’in de en yakın arkadaşlarından biriydi. Gazi Paşa, fikirlerini en aleni biçimde önce onunla paylaşırdı. İleride, rakısını paylaştığı Mustafa Kemâl Reisicumhur, kendisi de Nafıa (Bayındırlık) Vekili olacaktı.
DEMİRYOLLARININ BABASI
Atatürk ona Çanakkale Savaşı’ndaki üstün başarılarından dolayı “Devlet Demiryolları Müdürlüğü” teklifinde bulununca, Behiç Bey bunu tek koşulla kabul edeceğini söyledi; “Kimse işine karışmayacak”tı.
ONUNCU YIL MARŞI’NDA
ATATÜRK’ÜN BEHİÇ BEY’E SELAMI
O günlerde Ankara’ya ulaşım bir hayli sıkıntılıydı. Ama Behiç Erkin, -Soyadı Kanunu’ndan sonra bu soyadını ona Atatürk kendisi verecekti, “Erkin” Her şart altında kendi doğru kararını verebilen, müstakil fikirli anlamında gelir- bu görevi de alnının akıyla yerine getirdi. Hurda katarlarla cepheye erzak, silah ve mühimmat taşıdı. Raylardan çelikleri söktürüp cephe savaşlarında kullanılmak üzere kılıç dahi yaptırdı. Millet Meclisi onu “İstiklâl Madalyası” ile ödüllendirdi. Daha sonra Nafıa (Bayındırlık) Vekilliği görevini aldı. İlk kamu müzesi olan “Demiryolları Müzesi”ni kurdu. Demiryollarını millileştirmede önemli rol üstlendi. Hatta Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerinin bir kısmı, Atatürk’ün Behiç Erkin’e selamıdır. Bestenin sözleri yazıldığı sırada Atatürk, “yurdun her bir tepesinde dumanlar tütüyor” dizesine müdahalede bulunarak, “demir ağlarla ördük, ana yurdu dört baştan” şeklinde yazılmasını istemiş, ardından Behiç Erkin’e dönerek “sizin emeğiniz bu mısra ile daha iyi dile getiriliyor” demiştir.
Behiç Bey 1928 yılında uzun soluklu büyükelçilik vazifesine Budapeşte’de başladı. Ardından 31 Ağustos 1939 yılında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından Türkiye’nin Paris Büyükelçisi olarak atandı. Ne var ki Avrupa’da faşizm giderek yükseliyor, Yahudilere yönelik sindirme politikaları doruklara ulaşıyordu. Behiç Erkin’in Paris’e büyükelçi olarak atanışının henüz üzerinden 24 saat geçmemişti ki, Nazi ordusu Polonya topraklarına giriyordu. Fransa ikiye bölünecek, çok geçmeden Adolf Hitler, ünlü Eyfel Kulesi önünde poz verecekti. Türkiye, bunun üzerine büyükelçiliğini Almanlar tarafından kontrol edilen Vichy hükûmetinin temsil ettiği kente taşıdı. Film de işte tam burada başlıyordu. Türk’ün faşizmin kudurmuşluğunun gölgesi altında, insanlıkla imtihanı...
VİCHY SERÜVENİ
O yıllarda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Almanların olası bir savaş ilânına karşılık Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a ordunun vaziyetini sorunca, Paşa İnönü’ye, “Almanların ölüsü bize yeter” cevabını verecekti. O hâlde ne yapılması gerekiyorsa, diplomasiyle yapılmalıydı. Diplomasi, en zayıf devleti dahi güçler arenasından zaferle çıkarabilirdi. Yahudilere yönelik soykırım politikalarına Behiç Erkin yerinde şahit olmuştu. Trenlere bindirilen binlerce insan, ölüm yolculuğuna çıkarılıyor, sağ kalanlar ise birkaç ay çalıştırıldıktan sonra yine gaz odalarında katlediliyorlardı. Türk’ün tunçtan kalbi bu vahşete dayanır mıydı? O ki, kendi yurduna göz dikmiş düşmanını bile sırtında taşımamış mıydı? Onların kumandanı ki, “Vatan müdafaası dışında her savaş cinayettir” dememiş miydi?
Bir şeyler yapılmalı, bu insanlık trajedisi durdurulmalıydı. İşte o günlerde Behiç Bey’in aklına bir fikir geldi. Yahudilere geçici bir belgeyle Türk vatandaşlığı verilecek, birkaç kelime Türkçe öğretilip, üzerine ay-yıldız damgası basılan trenlerle Türkiye’ye gönderileceklerdi. Erkin, Büyükelçilik görevlisi Salih Zeki Beye talimat verdi. Çok geçmeden büyükelçilik binasının içi Nazilerden kaçan Yahudilerle doldu. Kurtarılacak her can, insanlığa bir hizmetti. Alman İmparatorundan alınan 1’nci dereceden Demir Haç madalyasını kullanmanın tam zamanıydı. 24 Ocak 1942 akşamı Nazilerin siyasî temsilcisi Krug Von Nidda ile yenilen akşam yemeğinde Erkin, Kaiser Wilhelm’den aldığı “Demir Haç” madalyasından bahsedince Alman temsilci çok şaşıracaktı. Az sonra Krug Von Nidda’nın, “Sizin Yahudilere yardım ettiğiniz bilgisi geliyor kulağımıza, doğru mudur?” sorusu üzerine Behiç Bey, “Elçiliğimizin binasından Türk vatandaşı olmayan kimse giremez” yanıtını veriyordu.
Böylelikle Türk vatandaşı olan Yahudilerin canlarını güvence altına alıyordu. Yoksa Almanya, Türkiye’ye de mi savaş açmak niyetindeydi? Behiç Erkin kendisinden Yahudileri isteyen Almanlara, “Bu kanunları Türk Yahudilerine tatbik edemezsiniz. Çünkü benim ülkemde din, dil ırk ayrımı yoktur. Benim vatandaşlarımın belirli bir kısmına belirli zorunluluklar dayatmak bizim kanunlarımıza aykırıdır” diyordu.
DİPLOMASİ ZAFERİ
16 Mayıs 1942’de Behiç Erkin, Vichy hükûmeti Başbakanı Pierre Laval onuruna büyükelçilik binasında yemek daveti veriyordu. Bir gün önce Ankara’ya çektiği telgrafta, Türkiye’deki Fransızların mal varlıklarına el konulmasını önermişti. Zira o günlerde Türk Yahudilerin mallarına el konmuş, Vichy hükûmeti de bunu onamıştı. Erkin, yemekten sonra Laval’ı bir Osmanlı Paşasının tablosunun asılı bulunduğu salona davet etti. Salonda Laval’a diplomatik üsluba uygun biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransızlara tanıdığı imtiyazlardan, uzattığı yardım elinden dem vurdu. Laval anlamıştı, Behiç Bey bir şey imâ etmekteydi. “Bir şey mi söylemeye çalışıyorsunuz Sayın Büyükelçi” diye sordu. Behiç Bey, Salih Zeki Beyden, dün sabah çektiği telgrafın son paragrafını okumasını istedi. Salih Zeki Bey okudukça Laval’ın yüz ifadesi değişiyordu. Evet, Türkiye şayet Fransa Yahudilerin mallarına el uzatmaya kalkarsa misilleme yapacak, Türkiye’deki bütün Fransız mal varlıklarına el koyacaktı. Laval bir an durdu, geri adım atmıştı. Behiç Erkin’den “lütfen” telgrafı geri çekmesini istedi. Behiç Bey, “somut neticeler alırsak, neden olmasın” diyordu. Salih Zeki Bey etkilenmişti, neşeli hâlde, “Diplomasi” ünledi. Behiç Erkin, mağrur bir edayla “Hayır” diyecekti, “Bu kez tarih”.
“Tarih, mutlaka diplomasi ve uluslararası hukuku iyi bilmekti.”
Kaynaklar:
Emir Kıvırcık, Büyükelçi, Goa Yayınları