Sakarya Savaşı’ndan sonra bir sonbahar sabahıydı. Akşehir pazaryeri karınca yuvası gibi kaynıyordu. Bin ağızdan bin ses.
Bir aralık, ortalıktaki uğultu perde perde sönmeye başlıyor, Pazaryerini bir tapınak sessizliği kaplıyor. Yalnız, kulaktan kulağa bir fısıltı:
-“Gazi gelmiş, Gazi!”
Bütün gözler mutlu bakışlarla aynı yöne dönüyor; Gazi Mustafa Kemal Paşa, o ölçülü, güzel yürüyüşüyle yavaş yavaş ilerlemekte, ara sıra sergilerin önünde durup ilgilenmekte. Belli ki alışverişe çıkmış; ama O, başka bir şey değil, yalnız gönül alıyor. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların kesimine geliyor.
-“Nasılsınız bacılar?”
-“Sağ ol Paşam, duacıyız.”
Kadınlar Paşa’larını özlem dolu gözlerle kana kana seyrederken kendilerini tutamıyorlar:
-“Güzel Paşam.”
-“Yiğit Paşam.”
Gazi utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine sordu:
-“Erin var mı?”
-“Var Paşam cephede.”
-“Ya senin?”
-“Kanı helal olsun, Çanakkale’de kaldı.”
Gazi daha soracak, soracak ama bu yürek yanıklardan alacağı yanıtların çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale’sinden sonra Kafkas’ı, Kanal’ı, Galiçya’sı, İnönü’sü, Sakarya’sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiçbir şey istemeyen, beklemeyen seslerle.
Gazi, gözleri buğulanmış, bir an düşünüyor ve hemen evecen adımlarla, geldiği yana yöneliyor, bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor.
O gün pazardan dönen bacıların parmakları, Gazi’nin hediye ettiği yüzüklerle süslü, yürekleri yaşantılarının en büyük övüncü ile dolu idi.