Aziz Nesin 11 Ağustos 1993 tarihinde Abdullah Gürgün ile yaptığı görüşmede Madımak Katliamının perde arkasını anlatmıştı. Söz konusu görüşme, 2009 yılında ‘Aziz Nesin ve İsveç Serüveni’ başlığıyla, Berfin Yayınları’ndan yayınlanmıştır. İşte Nesin’in, Gürgün'ün sorularına verdiği yanıtlar:
Duman içerisinde kaldık. İki arkadaş, ben artık bir dakika sonra filan ölüyordum. Çıkmaya çalıştık, yok. Arkadaşıma dedim ki, “Çıkalım, buradan ne olursa olsun çıkalım”. “Niçin çıkalım” dedi. Dedim ki, “Erken ölürüz hiç olmazsa, burada kıvrana kıvrana ölmektense”. “Dışarısı alev” dedi. Dışarısı alev. Zaten duvarlar kızmış, elle tutulmuyor. Camlar da erimeye başladı. O zaman ben dedim ki, ”Çıkalım da çabuk ölürüz, aleve atalım kendimizi” dedim. O zaman arkadaş dedi ki, “Bakalım şu otelin cephesindeki camlar açıksa, camların hepsi kırılmıştı ya, oradan belki hava alabiliriz”. Oraya çıktık yuvarlana yuvarlana eşyalardan. Karanlıktı otel çünkü. Zifiri karanlık. Oraya çıktık. Orda camlar kırıktı. Arkadaşım Lütfi Kaleli o camların geri kalanını elleriyle kırdı ve “İmdaaaat! İmdaaat!” diye bağırdı. Çok bağırdı. Ben bağıramazdım. Çünkü ben ondan yaşlıyım ve erken bunalıma girdim. Ondan sonra oradan aşağıdan seslendiler, “Başkomiser, yukarıdaki başkomiser” diye. Beni başkomiser sandılar. Eğer başkomiser değil de Aziz Nesin olduğumu bilselerdi zaten aşağı indirmezlerdi.
İtfaiye arabası geldi uzun zaman bekledikten sonra. O arkadaşım bağırdı, “İmdaaaat! İmdaaat! İtfaiye, İtfaiyee!” diye. Ondan sonra geldiler, merdiveni dayadılar. O arkadaşım beni merdivene koydu, ben merdivene çıkacak halde değildim. Merdivenden inerken benim Aziz Nesin olduğumu anladılar. İtfaiye eri merdivenin yarısından sonra beni yakalayıp yumruklamaya başladı. Ondan sonra aşağıda o anda belediye başkanı “Öldürün kâfiri, vurun kâfire!” diye bağırıyordu. Onun da elinde büyük bir, itfaiyecilerin ucu demirli bir sopası, ya da bir aygıtı vardı. Onu eline alıp beni öldürmeye kalktı. Onu polisler önlediler. Başımdan yaralandım. Ondan sonra artık kendimi tamamen kaybettim. Yerde sürükleyerek beni polis arabasına bindirdiler. Polis arabasına bile tırmandı o adamlardan birisi, bana vurmaya başladı. Onu ittiler, çıkardılar arabadan. Ve öylece oradan şeye gittik ve giderken de başımdan kan akıyordu. Ayağımdan, bacaklarımdan kan akıyordu. Bir polis, bir sivil polis başıma, ceketini çıkardı başıma yastık yaptı. Hastaneye gittik. Orda bir takım sağaltma yolları denediler. Saat onda beni oradan çıkardılar.
Tabi durum şu: Yakan bir top gibiyim. Herkes bir an önce başımızdan gitsin istiyor. Çünkü, ‘bizim burada öldürmesinler de nerde öldürürlerse öldürsünler’ diye düşünüyorlar. Tavır bu. Askeri havaalanına gittik. Orada saat üç buçuğa kadar kaldık. Üç buçukta askeri bir uçakla Ankara’ya geldim. Ankara’da polis evine koydular beni. Orada bir gece kaldım. Ertesi günü evime geldim, kendi evime.
Ortaya ben çıkmasam gene bu olacak. Çünkü on beş yıl önce de bu oyun… Olayın sebebi Alevi-Sünni olayıdır. Alevi-Sünni olayından daha da temeli din olayıdır. Çünkü Aleviler biraz daha hoşgörülü oldukları için, hoşgörüsüz Sünniler bunlara düşmandır. İlk kez olmuyor ki bu. Kahramanmaraş’ta yapmadılar mı aynısını? Orda ben mi vardım? On beş yıl önce Sivas’ta yapmadılar mı? Ben mi vardım? Nasıl bu bakan olmuş insanlar bunu düşünemiyor? Cumhurbaşkanı olmuş, insanlar bu açık gerçeği düşünemiyorlar da… Aziz Nesin gitti tahrik etti… Bende ne kadar kuvvet varmış yahu?! Ben bu tahriki yapsam işçilerde yaparım, ayaklanır, böyle bir hükümet kalmaz Türkiye’de.”
Hayır düşünmedim böyle bir şey. Ama düşünsem de gelirdim. Çünkü asıl böyle durumlarda gelmek gerekiyor. Yani bu olaylar olacak diye gelmemek, kaçmak kurtuluş değildir. Yani şahsi kurtuluş, memleket adına kurtuluş değil. Bunlar olacaksa buradan kaçalım da bu defa olmasın, bu defa olmaz başka defa, başka olaydan dolayı olabilir. Başka bir bahane bulurlar bunlar. Her zaman bir bahane yaratırlar. Tarihimiz boyunca böyle olmuştur.
Doğrudur, öyle oldu.
Belediye başkanının…
Ayrıca benim konuşmam banda alındı. Ben diyorum ki banttan yayınlansın. Yayınlamıyorlar. Yayınlasınlar. İçinden parça alarak değil. Bütünüyle yayınlanırsa benim kimseyi kışkırtmadığım ortaya çıkar. Kaldı ki, kışkırtsam, bin kişiden fazla insan vardı salonda, onlar kışkırtılırdı. Halbuki onlar memnun oldular ve yüksek derecede büyük sesle alkışladılar. Her konuşmam, her tümcem alkışlanıyordu. Beni tasvip ettikleri meydanda. Beni onaylıyorlardı. Söylediğim sözleri… Kışkırtma yalan bir olay. Aslında bahane. Ve tabi burada en büyük yalancı bence, yalanın kaynağı İçişleri Bakanı’dır. Bizzat İçişleri Bakanı yalan söyledi.
Eeee kuvvetleri yetmezdi müdahale etmeye. Başta olabilirdi. Önce beş yüz, altı yüz kişiydi bu toplantı. Ondan sonra arttı, büyüdü. Bir kısım gazeteye göre on bin, bir kısmına göre yüz bin kişi, bu ayaklanmada vardı. Artık öyle bir yere geldi ki, oradaki güvenlik güçleri buna müdahale etmek gücünden yoksun hale geldi. Yakındaki illerden yardım istendi ama yakındaki illerden saat 21’de, 22’de yardım geldi. Yardım etme olanağı kalmadı artık.
Evet, kesin olarak Alevi-Sünni çatışması. Zaten on beş yıl önce Sivas’ta bir kez daha böyle bir olay oldu. O zaman da kaç kişi, dokuz kişi falan öldü. Beni araya koymalarının nedeni bahane. İçişleri niye bu yalanı söyledi? Halka şirin görünmek, oy almak için… Bunun yüzde biri oldu Menemen’de Atatürk zamanında, biliyorsunuz olayların nasıl kapatıldığını. Bu kez “Şeriat isteriz” diye beni, bugünkü gazetelerde var, buranın Refah Partili belediye başkanı, bana “Öldürün kafiri” diye bağıran adam, ben itfaiye merdiveniyle inerken beni yaralayan adam, başımdan yaralanmama neden olan o. Ben sonra kendimi kaybettim. Ondan sonra ne oldu pek bilemiyorum. Yani şöyle bir ‘gitmeseydin, gitmeseydin’, hep bunu söylüyor dostlarım, yakınlarım. Benim gidip gitmemem ama sorun değil. Ben gitmeseydim bu gene patlak verecekti. Bugün patlak vermese yarın patlak verecek. Bu, Cumhuriyet tarihimizin Atatürk öldükten sonraki hükümetlerinin, bütün hükümetlerin verdikleri ödünlerle bu hale geldi. Bu ödünleri vere vere işte artık önce adım adım geliyorlardı. Şimdi koşar adımlarla geliyorlar ve Türkiye bir felakete doğru gidiyor.
Ben şunu aynen söyledim: Başbakan Tansu Çiller olabilir, “Bir konuşmacı kışkırtmıştır” diyor. Ben ona şunu söylüyorum: Bu ödünleri vermekte devam ederlerse, ne kadar zamanda bilemem ama, ya Tansu Çiller’in kendisi ya da onun yerindeki erkek veya kadın, saçlarından sürüklenerek götürülecektir.
Onlardan oy almak için ödün veriyorlar. Bir zaman sonra makbule geçmeyecek. Bugün onlar seslerini çıkarmıyorlar, bize ödün veriyorlar diye. Ama bir zaman sonra onlar, kendilerini Müslüman diye tanıtan, İslamın hiçbir şartını yerine getirmeyen insanları katiyen kabul etmeyeceklerdir.
Cumhurbaşkanı da benim aleyhime konuştu. Onu da kravatından sürükleyerek Çankaya’dan aşağı indirirler. Bunlar öyle adamlar. Bunlar yabanıl. Kuduz, yabanıl hayvanlar gibi. Bunlarda insanlık filan yok. Bir otelin içinde sekiz saat kapalı tutup, kuşatarak o insanları, sonra benzin alevleri, dumanlarıyla boğmak ne demektir? Böyle bir hainlik hangi dinde vardır? Hangi dinsizlikte veya hangi dinde vardır? Bunlar canavar…
2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli'ndeki aydınlarımız, bir NATO-Gladyo tertibiyle diri diri yakılmıştı. Madımak Katliamından sadece 3 gün sonra NATO Gladyosu bu sefer de PKK'yı kullanarak Başbağlar'da 33 köylümüzü katletti.
Türkiye, bugün sıcak olarak kendisini tehdit eden NATO'dan ayrılarak bu katliamlardan hesap sorabilir.