MİTHAT PAŞA’NIN CESEDİNİN KESİLEN BAŞI
Abdülhamit Mithat Paşa’nın ölümü hakkındaki gerçeklerin ortaya çıkmasından çok korkuyordu. Bu olayı örtbas etmek gerekiyordu ama nasıl? Ya yarın Taif’te Mithat Paşa’nın cesedi mezardan çıkartılır da nasıl öldüğü anlaşılırsa? Padişah bu işin altından kolay ko- lay kalkamazdı. Yeni Osmanlılar’ın da eline yeni silahlar verilmiş olacaktı.
Bunu önlemek için Sultan Hamit ya- ver-i şehriyari Hacı Hüseyin Paşa’yı yüzbaşı Şakir Efendi ile birlikte Taif’e göndermeye karar verdi. Hüseyin Paşa derhal yola çıkarak Taif’e vardı. Taif kumandanından mezarın yerini öğrendi, gizlice mezarı kazdırdı, kendi de mezarın başında durarak cesedi topraktan çıkarttı. Mithat Paşa’nın cesedi çürümüştü, o zamanki koşullarda nasıl bir otopsi yapılabilirdi? Bu, olacak iş değildi. En iyisi Paşa’nın başını İstanbul’a götürmekti. Böyle olunca hiç kimse ceset üzerinde inceleme yapamayacaktı. Mithat Paşa’nın bu kez de kafası kesildi, bezlere sarıldı ve ufak bir tahta sandığa konarak Hüseyin Paşa’ya teslim edildi.
Kaynak: Hıfzı Topuz, “Taif’te Ölüm”, 17. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, Mart 2007, s.253.
TEVFİK FİKRET’İN SÜRGÜNDE ÖLEN BABASI
Yıl 1905. Abdülhamit istibdadı otuz yılını doldurmuş. Tevfik Fikret’in, niteliği hiçbir zaman anlaşılmayan bir “jurnal” üzerine İstanbul’dan sürülen çok sevdiği babası Hüseyin Efendi, on dokuz yıl sonra gurbette vefat etmiş. Öyle ki, oğlunun “yerleştirildiği” memuriyetten ayrılarak “boş şeylerle uğraştığını”, dolayısıyla “adam olamadığını” düşünerek kederlenen talihsiz baba Fikret’in değil adam olamamak, iftihar edilecek bir “büyük adam” olduğunu Urfa’da tanıştığı romancı, bürokrat, devlet ve siyaset adamı Ebubekir Hâzım Tepeyran’dan (1864-1947) öğrenerek mutlu bir şaşkınlığa düşecektir.
Kaynak: Orhan Karaveli, “Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği”, Doğan Kitap, İstanbul, Ekim 2008, s.89.
ZİYA GÖKALP’TEN ABDÜLHAMİT’E: “KANLI PADİŞAH!”
Ziya Gökalp II. Abdülhamit’ten öylesine nefret ediyordu ki, Diyarbakır’da küçük bir öğrenciyken törenlerde “Padişahım çok yaşa!..” diye bağırmayı reddedip “Milletim çok yaşa!...” diye haykırdığı için “Yıldız”a jurnal edildi. Okuldan kovulmasına ramak kalmıştı. Hatta, arkadaşlarıyla bir de gizli “Cumhuriyet” kurmuştu daha okul sıralarındayken. İstanbul’da, Baytar Mektebi’nde yükseköğrenimi sırasında yazdığı bir şiirde (1895) Abdülhamit’i “Gece Sultanı”, “Kanlı Padişah” gibi sözlerle tanımlıyor ve ona, “Tarlada, tezgâhta çalışan biziz/ Bu devlet, bu millet, bu vatan biziz…/ Sevmiyoruz seni, ortadan çekil/ Hükümran millettir, hükümdar değil…” diye sesleniyordu.
Kaynak: Orhan Karaveli, “Ziya Gökalp’i Doğru Tanımak”, Doğan Kitap, İstanbul, Ekim 2007, s.22.
MEHMET AKİF: “GÖLGESİNDEN BİLE KORKUP BAĞIRAN BİR ÖRDEK”
Mehmet Akif ve bir grup arkadaşı, Hürriyet’in ilanında başı çeken bu derneğe [İttihat ve Terakki -BveÜ] karşı vicdani borçlarını yerine getirmek için ona üye olma gereğini duydular. Derneğin eski üyelerinden, Akif’in de çok sevdiği Fatin Hoca’ya haber gönderildi. Fatin Hoca, Meşrutiyet ilan edildikten dört gün sonra, Mehmet Akif’le 11 arkadaşını İttihat ve Terakki’ye üye yazdırmıştır.
(…) Akif’in şiirleri peşi peşine yayımlanmaktadır. Bugünkü takvime göre yılbaşı sayılan 1 Ocak 1909’da dergide [“Sıratı Müstakim” –BveÜ] “İstibdat” şiirini görüyoruz.
Yıkıldın gittin amma ey mülevves istibdat,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad!
diye başlayan şiirde Akif, Abdülhamit zulmüne karşı kinini ortaya döktü.
(…) Şair Abdülhamit’e şöyle seslenir:
Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,
“Bu bir cânî!” dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse.
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye´se...
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i
İblîs’e!
(…) Şubat 1910’da yayımlanan “Köse İmam”da Akif, Hürriyet ilan etmekle ortalığın düzelmeyeceğini anlatmaktadır. (…) Halkı aydınlatmak gerekir. Şiirde halkı şeriat adına aldatanlar anlatılırken Abdülhamit’e şu dizelerle çatılmaktadır:
Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek
Otuz üç yıl bizi korkuttu “şeriat” diyerek.
Kaynak: Zeki Sarıhan, “Mehmet Akif”, Kaynak Yay., İstanbul, Kasım 1996, ss.23- 31.
ABDÜLHAMİT’İN SARAY OPERASI
Dolmabahçe’de muayedeler nihayetlendikten sonra pek baş tacı kodamanların haremi, kerimesi, gelini hanımefendiler lûtuf ve cemile kabilinden Yıldız Sarayı’na davet edilirlerdi. (…) Sultan Hamit bunları locasına çağırtır, kocalarının, babalarının, kaynatalarının kârgüzarlığı, sadakati hakkında birkaç cümle sarfını müteakip bâzı atiye-i seniyeler bahşederdi.
Mesela: Kırmızı atlas torbada çil çil liralar, kuyu fındığı iriliğinde tek taş yüzük, bir çift peru küpe, at nalı kadar pırlanta broş, yahut tazelerin ikinci rütbe şefkat nişanını birinciye tebdil ederek hamailî kurdeleyi (omuzdan bele doğru kuşanılan ipekli geniş kurdele) bele takış.
Saray tiyatrosuna İstanbul’u ziyarete gelen Avrupalı prensler, misafirler, büyük devlet sefiri kebireleri dahi davet edilir, mükellef ziyafetler verildikten sonra kendilerine som inciden 33’lük tespih, nadide kehribar ağızlık, elmaslı sigara tabakası; madamlarına da kıymetli mücevherler peşkeş çekilirdi.
Tiyatronun temsillerine gelelim: Alafranga tertip tutturulduğu zaman Yıldız’ın opera ve operetçibaşısı, mızıka-i hümayun kaymakamı Stravolo Bey’in idaresindeki kumpanya tarafından “La Traviata”, “Il Travatore”, “Sevil Berberi”, “Madam Angot’un Kızı”, “Güzel Helen”, “La Maskot”…
Alaturka tarza girişildiği vakit Abdülrezzak ve diğer komiklerin tulûatından gülünçlü komedyalar!...
Kaynak: Sermet Muhtar Alus, “İkinci Abdülhamid’in Muayedeleri”, Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 21, Cilt: 2, Eylül 1951, ss.968-970.
“ULU HAKAN”IN İÇKİ MERAKI
[Abdülhamit’in] şehzadeliğinde, özellikle ağabeyi V. Murat’ın düzenlediği âb âlemlerine katıldığı ve içki içtiği konusunda bilgiler var. İçkiyle arasına mesafe koyması, yakalandığı şiddetli zatürree sonrasında onu tedavi eden dönemin tanınmış doktoru Mavroyani Bey’in verem uyarısından sonra olmuştu. Vesveseli bir karakteri olan ve annesi Tirimüjgan Kadınefendi ve babası Abdülmecit’i veremden kaybettiği için sağlık konusuna aşırı önem veren Abdülhamit bu tavsiyeye uymuştu. (…) Gene de II. Abdülhamit’in soğuk algınlığı geçirdiği zamanlarda, bu hastalığa iyi geldiğine inandığı konyak ve romu ilaç niyetine içtiği rivayet olunur. Bu iddiayı bir anlamda doğrulayan torunu Osman Ertuğrul Efendi, bir çocukluk hatırasını anlatırken “Dedem Porto şarabı içerdi, hatta içtiğiyle yetinmez, şifadır diye bize de tattırırdı” demiş, ancak muhafazakâr çevrelerin büyük itirazıyla karşılanmıştı.
Öte yandan Abdülhamit cami ve mezarlıklara 100 arşından daha yakın mesafeye meyhane açılmasına izin verilmemesi gibi önlemlerle sade Müslüman vatandaşları tatmin etmekten başka bir önlem alma gereğini duymamıştı. Daha ilginci, II. Abdülhamit döneminde alkollü içki üretimi devletin resmi faaliyetlerinden biri olmuştu. Abdülhamit’in tam 32 yıl boyunca başmabeyncisi olan ve arada maliye nazırlığı da yapan Sarıca Ragıp Mehmet Paşa tarafından Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca Çiftliği’nde Osmanlı’nın ilk rakı fabrikası kurulmuştu.
Kaynak: Ayşe Hür, “Rakı Ansiklopedisi” içinde “Abdülhamit II” maddesi, Overteam Yay., İstanbul, Kasım 2010, ss.13-14.
İSTİBDADA HINCINI SAAT KULESİNDEN ÇIKARTAN HALK
[İzmir’deki Meşrutiyet kutlamaları esnasında] Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yıldönümü anısına 1901 yılında yaptırılmış olan Saat Kulesi de göstericilerin hedefi olacaktı:
“1908 Meşrutiyet’i üstüne kent özgürlük havasıyla kendinden geçince gösteriler sırasında birkaç kişi Saat Kulesi’ni de taşa tutmaya başlamıştı. Giderek istibdatla özdeşleştirilmek istenen Saat Kulesi, balyoz, çekiç ve kancalarla yıkılma girişimiyle karşılaşacaktı. Olay, ancak bir görevlinin tabancasını çekip havaya kurşun sıkmaya başlamasıyla durdurulabilmişti.”
Kaynak: Aksoy, 1986, s.88’den aktaran; Kudret Emiroğlu, “Anadolu’da Devrim Günleri: II. Meşrutiyet’in İlanı”, İmge Yay., Ankara, Mart 1999, s.128.
Derleyen: Onurcan Ülker / Bilim ve Ütopya dergisi