Film kuramcısı Andre Bazin ‘Sinema Nedir?’ adlı kitabında “Sinema, gerçeğin sanatı olarak bütünlük taşır” der. Yani, bir film tamamen gerçek olamaz fakat kendisini gerçekliğin içerisinden besleyerek her zaman gerçek olabilme idealine yaklaşmak için çabalar durur. Seyirci olarak bizler de genellikle filmlerden gerçekliğe, hayatın içinden olana dair nüveler ararız. Hatta öyle ki oldukça fantastik görünen çoğu filmin önermesi bile insana dair olan dostluk, yardımseverlik, vefa gibi temel duyguları esas almaktadır. Hal böyle olunca da son yıllarda Türk Sineması’nda gerçek sorunların konu edildiği, karakterlerin eğilip bükülmeden yani A Festivali ya da B Festivalinin beğendiği tarzda oluşturularak filmler yapmak yerine gerçek derdini paylaşan filmleri mumla arıyoruz.
29. Adana Altın Koza Film Festivali'nde ilk gösterimini yapan ve İzleyici Ödülü’nü kazanan sonrasında da Ayvalık Uluslararası Film Festivali'nde seyirci ile buluşan yönetmen Çiğdem Sezgin’in ‘Suna’ filmini 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin özel gösteriminde izleme şansına eriştim. Film hikâye olarak elli yaşlarındaki yalnız ve yoksul bir kadın olan Suna karakterinin (Nurcan Eren) , kendisinden yaşça büyük bir adamla yaptığı evlilik macerasını anlatıyor. Dünyada sığınacak kimsesi olmayan bu kadın, bir zamanlar sevdiği bir adam uğruna Almanya’ya gitmiş fakat bu aşkı fazla uzun ömürlü olmayınca Türkiye’ye gelip çeşitli işlerde çalışarak ekmeğini kazanmak için çabalayıp durmuş. Artık belli bir yaşa geldikten sonra ise biraz olsun huzura erişmek ve çevresindeki insanlara yük olmamak adına bir adamla evlilik kararı almış. Karısı yakın zamanda hastalanarak ölen Veysel (Tarık Papuççuoğlu) ile imam nikahı ile yuva kuran Suna, süreç içerisinde kendisiyle bu adam arasında bir bağın olmadığını görerek alkolün derin kuyusuna düşmüş.
Evliliklerinin ardından küçük bir kasabada yaşamına devam eden Suna, film içerisinde kendisini ait hissetmediği bu birliktelikten sık sık fakat gizliden gizliye kaçmaya çabalar. Bu arada da Can (Fırat Tanış) adındaki bir film eleştirmeni ile tanışır ve onunla dost olur. Bu dostluk filmin devamında bir aşka ilerlese de hikâyenin sonunda Suna yine yalnız başına yoluna devam etmek zorunda kalır.
Daha önceki yıllarda çektiği ‘Kasap Havası’ isimli filmiyle de büyük bir beğeni toplayan yönetmen Çiğdem Sezgin’in ‘Suna’ filmi de hem benim hem de o an salonda bulunan birçok seyircinin büyük bir beğenisini topladı. Bunun nedeni ise yönetmenin karakteri hayatın içerisinden olduğu gibi çekip almasıydı. Yönetmen bütün karakterlere elbette kendisine göre düzenlemeler yapmıştı fakat ne olursa olsun bu karakterler gündelik yaşamın içerisinde hepimize tanıdık gelen yüzlerdi. Çok büyük bütçelerle çekilmeyen bu film bana gerçek bir kadın hikayesinin bir kadın tarafından ne kadar güzel anlatıldığını gösterdi. Çiğdem Sezgin, hiç eğip bükmeden o kadın gerçekte ne yaparsa onları aynen filmine koymuş, aslında anlattığım gibi filmin başarısı da böyle sağlanıyor.
Film aynı zamanda bir taşra hikayesini içerisinde barındırıyor fakat festivalde yarışan diğer filmler gibi bir taşra kötülemesi içerisinde mekâna bir rol vermemiş, taşrayı bir kutu haline getirmeden sadece hikâyeye hizmet eden bir yerleşim yeri olarak kodlamış. Bunun yanı sıra iki usta oyuncunun da performansları oldukça başarılı bir şekilde bu filmde ortaya çıkmış. Film sonrasında yapılan söyleşide Tarık Papuççuoğlu, ‘bu filmle kendimi ilk kez gerçekten bir sinema filminde oynar gibi hissettim” ifadelerini kullandı. Karaktere hazırlık sürecinin sorulduğu Nurcan Eren ise hikâyede Suna ile özdeşleştiğini, kendisinden de Suna’ya kendi içinden bir şeyler kattığını söyledi. Yani oyuncular sanatlarını karakterlerle bizzat özdeşleşerek icra etmişler.
Rahatsız etmeyen kamera kullanımı, başarılı bir senaryo, yer yer kopmalar gösterse de geneli itibariyle sağlam diyaloglar, mekânın düzenli kullanımı filmin başarılı noktaları arasında gösterilebilir. Filmin içerisinde yer yer çeşitli metaforlarla karşılaşsak da yönetmen bunların tamamen metaforlaştırılma amacıyla kullanılmadığının altını çiziyor. Öte yandan film, 2019 yılındaki bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan’a adanmış. Bu açıdan bakıldığında da Çiğdem Sezgin’in hem film içerisindeki iyi kalpli film eleştirmeni karakterize etmesi hem de Cüneyt Cebenoyan’a bu armağanıyla tebriği hak ediyor. Sözün özü; eğer gerçekten bir kadın hikayesi izlemek, toplumumuzda çokça var olan fakat sadece kısaca konuşulan kadınların sorunlarına bakmak ve elbette güzel bir film izlemek istiyorsanız ‘Suna’yı size kesinlikle tavsiye edebilirim…