Mareşal Çakmak’ın, Büyük Taarruz’a ilişkin unutulan ve çok az kişinin bildiği açıklamaları ise 7 Eylül 1947’de Demokrat İzmir Gazetesi yazarlarından Naci Sadullah’a yapmıştı.
Gazeteci Naci Sadullah, İstiklal Savaşı kahramanlarından Mareşal Çakmak ile yaptığı söyleşinin başında duygularını kaleme alırken, “Şimdi, 1947 Eylül’ünün yedinci günündeyim. ‘Ödemiş’ dağlarının (1400) rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış ‘Gölcük’ köyündeyiz. Yanımda, vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silahı atanlardan Alim Efe, karşımda ise bize, çocukluğumun imansız günlerinde erişilmez bir rüya sandığım zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi; Mareşal Çakmak var... Onun, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratmadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum” sözlerine yer vermişti.
İşte o röportaj...
“Millet köle olarak yaşayamazdı”
Ödemiş'in Gölcük Köyü'nde, Büyük Taarruz’dan tam 25 yıl sonra yapılan söyleşide Mareşal Çakmak ise şunları anlatıyordu: “O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık... Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı... Bizler, istiklalimize yapılan taarruzun def’ini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş
sayılabiliriz. Biz Anadolu’da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın hemen hemen düşman silahları kadar tehlikeli olan dalaletleriyle de mücadele ediyorduk...”
“İngilizler Yunan’dan taraftı”
Mareşal Çakmak, sözlerinin devamında “Bizim İstiklâl Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir” derken, yaşanan süreci şöyle dile getiriyordu: “’Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz, hedefi İzmir olacak bir kat’î ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisinin pasif diplomatları dikildi. Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.
O sırada, Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlılar’a taraftardı. Bu sayede Fransızlar’dan, bir miktar silâh almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş, kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunu, her bakımdan, yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum. Zaten, böyle olmasaydı bile, hakkımızı düşmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkânı yoktu.”
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, sürekli olarak Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya bilgi akışı sağlayarak, planlamanın hayata geçmesinde büyük emek harcıyordu.
Merhum Çakmak, Büyük Taarruz’a ilişkin anılarında, Meclis’teki muhalif grubun Türk Ordusu’na yönelik güvensiz tavrına isyan ederken, yaşanan tartışmaların birinde artık dayanamayarak masaya yumruğunu vurduğu da şu sözlerle anlatmıştı:
"Bir gün, Ankara’da hükûmet konağının üst katında, fevkalâde bir toplantı yapıldı. Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi. Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, ‘Ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?’ diyor, kimisi ise ‘Efendim, yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat, maalesef, yok!...’ diyordu. Nihayet içlerinden birisi, kalkıp da: ‘Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi!...’ kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum, ve ‘Efendim’, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız, veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir mahluk ile mukayese edemem... O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin karısı taşımıştır. Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik, sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!..."
“Benim bu sözlerim üzerine rahmetli Kara Vasıf, ‘iyi amma efendim, Ankara ile İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz?’ demezler mi! Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli her halde yanlış tutmuş olduğunu söyledim. Bizim taarruza, Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler.
Kendisine, ‘Vasıf Bey, şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir...’ dediğim zaman, Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı.
Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o musır muarızımızın halen, ‘Bize deve lâzım... Bize katır lâzım!...’
Deyip durmasına rağmen, taarruz kararımız Heyeti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu!.”
“Çok şükür zafer, tarihlerde okuduğumuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon’un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda bilhassa bize, ‘Efendim, bu işe deve lâzım... Bu iş devesiz olmaz’ diyen zevat, ‘İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize bırakın... Tek biz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir’e gireriz’ demezler mi?
Fakat müsaadenizle, biz henüz lâyıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal ile beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım düşmanı takip ettik.. O dönem, bazen buğday, bazen de üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum. Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek, ‘Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük, çuval deliğinden üzüm çalıyoruz!..’’ dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım... Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!...”
Başkomutan son sözünü söyler: “Bütün sorumluluğu kendi üzerime alıyorum”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki mihenk taşı sayılan Büyük Taarruz öncesi, Yunan Orduları, Güney Marmara’dan Menderes’e olan bir hat boyunca Batı Anadolu’yu işgal etmişti. Yunan Ordusu, Büyük Taarruz öncesi, hafif ve ağır makinalı tüfek, top, uçak ile motorlu araçlar bakımından sayıca üstün olmasına karşın, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, nihai sonuç için taarruz etmekte kararlıydı. Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp ile birlikte; Doğu ve Güney cephelerindeki birliklerin çoğunun Batı’ya kaydırılması kararı verildi. Batı Cephesi’nde ilk kez 200 bin kişilik bir güç toplanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, 16 Haziran 1922 tarihinde aslında kesin kararını vermişti.
Kendisine karşı çıkanlara ise son sözünü söyledi: “Tarihe karşı bütün sorumluluğu kendi üzerime alıyorum...”
“26 Ağustos 04.30’da”
Mustafa Kemal Paşa, 18 Ağustos gecesi gizlice Ankara’dan ayrılarak, otomobille Konya’ya gitti. 21 Ağustos 1922 tarihli gazetelerde, Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’da bir çay ziyafeti vereceği haberleri yer alıyordu. Oysa ki Başkomutan, Batı Cephesi Karargahı’nda, İsmet İnönü’ye 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz edilmesi emrini veriyordu.
“Bir mahşeri andırıyordu”
30 Ağustos günü, 5 gün 5 gece süren meydan muharebesi son bulurken, Yunan Ordusunun esas kuvveti imha edildi. Mustafa Kemal Paşa ise 31 Ağustos’ta muharebe meydanında gördüğü manzarayı şöyle anlatıyordu: “Muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna karşılık, hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz ve örtülü yerler, bırakılmış toplar, otomobiller, sınırsız teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukât aralarında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.”
“Yaralı halde bayrağı göndere çekti”
Mehmetçikler, 2 Eylül’de Uşak’a girerken, bölgeden kaçışan Yunan ve Rum birlikleri Türk köylerini ateşe verdiği gibi, birçok sivil katledildi. Türk Ordusu için artık kurtarılması gereken tek şehir İzmir’di. 9 Eylül 1922 sabahı önce Ahmet Zeki Bey komutasındaki 2. Süvari Fırkası ile Mürsel Paşa komutasındaki 1. Süvari Fırkası, ardından da 5. Süvari Kolordusu Komutanı Mirliva Fahrettin Paşa komutasındaki birlikler İzmir’e girdi Yüzbaşı Şerafeddin Bey, yaralı halde Hükümet Konağı’na Türk bayrağını astı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise Fevzi ve İsmet Paşalar ile 10 Eylül sabahı İzmir’e girerken, Fahrettin Paşa ile buluşup doğruca Hükümet Konağı’na gitti. 30 Ağustos’ta kazanılan zaferin ardından Türk ordusu, sadece 9 günde işgal kuvvetlerini yenip İzmir kurtardı.
Mareşal Fevzi Çakmak ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz!