Nazım Hikmet, Vera için Mayıs 1959'da "Sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. Canım, bir tanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuşum. Bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden" dizelerini yazmıştı.
Vera'nın kızı Anna Stepanova'nın derlediği Bahtiyar Ol Nazım kitabında, bambaşka bir Nazım Hikmet karşımıza çıkıyor. "Seninle ayrıldığımıza inanamıyorum Nâzım. Ne kadar aceleci davrandın! Oysa, bunca insanın aç, barınaksız yaşadığı yeryüzünde, bu kadar umutsuz insan varken biz seninle mutluyduk Nâzım. Bu şaşırtıcı değil mi?" sözleriyle başlayan kitapta Vera Nâzım Hikmet'le olan tanışma hikayesini de anlatıyor:
"1955 yılının ayaza çekmiş Aralık ayında karşılaştık seninle. Sovyetler Birliği Devlet Sinema ve Senaryo Enstitüsü’nü yeni bitirmiş, Devlet Çizgi Film[9] stüdyosunda redaktör olarak çalışmaya başlamıştım. Beni dönüşü olmayan kader yolculuğuma çıkartan tekerlekler, ilk kez orada döndü. Sen ise Nâzım, artık birkaç yıldır Moskova’da yaşıyordun ve akıl almaz derecede ünlüydün. Adın gazete sayfalarından hiç inmiyor, şehrimizin sokaklarını donatan tiyatro afişlerinde hep senin ismin oluyordu. Şiir seçkilerin sürekli olarak kitapçı raflarında yerini alıyordu. Sık sık radyo ve televizyon programlarına konuk oluyordun. Efsane adamdın. Ama Moskova’ya geldiğinden beri seni hiç düşünmemiştim. O zamanlar, Kremlin’de üst düzeyde çalışanlar gibi uzaktın bana"
Stüdyoda ilk görevim bir Arnavut halk masalından film yapmaktı. Çizgi filmin şimdi hatırlamadığım politik önemi olan bir güne yetiştirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle, iki ayağımız bir pabuçta çalışıyorduk. Her şey iyi gidiyordu. Bulduğum olağanüstü masala hoş bir senaryo yazmıştık. Ancak, işin asıl yüklenicileri, ressamlar işin içine girince felaket başladı. Stüdyoda hiç kimsenin Arnavutluk hakkında en ufak bir fikri olmadığı anlaşıldı...
. Filmin imgesel içeriğini anlayıp anahtar bilgiler verecek bir danışmana ihtiyacımız vardı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Proje çıkmaza girmiş, yöneticilerimiz kızmaya başlamıştı. Benimle beraber tüm iş arkadaşlarım danışman arayışını sürdürüyordu. Sonunda, umutsuzluğa düştüğümüz bir anda yönetmenlerimizden biri adeta sayıklar gibi Nâzım Hikmet’i aramamızı önerdi. Dediğine göre, Türkler üç yüz yıl Arnavutluk’ta hüküm sürmüşlerdi ve Nâzım Hikmet onlar hakkında her şeyi biliyor olmalıydı.
Nâzım Hikmet’i herkesten çok görmeyi arzu eden filmimizin yönetmeni Valentina Brumberg’di. Ufak tefek, yuvarlak hatlı, boya küpüne batmış, olduğu yerde duramayan ve kafasındaki koca topuzuyla, neşeli çizgi film kahramanlarından birini andıran bir kadındı. Sovyet dönemi öncesinde doğan Valentina, girişken kişiliğini korumuştu. Moskova’nın tüm ünlü artistleri, ressamları ve yazarlarıyla tanışıklığı vardı. Avucumda sıktığım kâğıtta Nâzım Hikmet’in telefonunun yazılı olduğunu öğrenir öğrenmez, tüm stüdyonun her köşesini bir koşu dolaşıp, sanki konu halledilmiş gibi, Nâzım Hikmet’in bizimle çalışacağını herkese duyurdu!
İş arkadaşlarımdan Arkaşka Snesarev: “Hangi akla hizmet bu işi yapmak istesin ki?” dedi. “Nâzım’ın nesine gerek?! Yapacak başka işi mi kalmadı? Dışişleri Bakanı Gromıka’ya telefon et daha iyi,” diye akıl verdi. Kalabalıktan birisi ise: “Komünist yoldaş Hikmet’e halkının sömürgeci olduğunu anımsatmak hiç de etik değil,” uyarısında bulundu.
Sonunda şefim işe el attı. Etraftakileri itekleyerek mağrur bir tavırla elimdeki kâğıdı aldı ve kararlı bir şekilde numarayı çevirdi. Telefonun öteki ucundan yanıt aldığında, ahizeyi kızgın bir demir parçasıymış gibi bana doğru fırlattı. Herkes donup kalmıştı. Soyut bir siluet olarak Nâzım Hikmet imgesi belirdi.
Al-lo,” diye fısıldadım. “Nâzım Hikmet’le mi görüşüyorum? Ben, hı-mm, Vera Tulyakova, re-daktör
Vera... Tulyakova...” İşte böyle Nâzım, ilk kez 8 yıl önce sana, Moskova’daki evine telefon ettim. Daha sonra seninle beraber yaşadığımız, şimdi de geceleri daktilonun tuşlarına vurduğum bu yere... Sen benim ricamı dinleyip çok normal bir şekilde:
“Gelin, canım,” dedin.
Kulaklarına inanamayan ben: “Ne zaman?” diye sordum. “Madem işiniz var, şimdi gelin.”
Dönüp şöyle bir arkama baktım. Sanki arkamda Gogol’ün “Müfettiş”inden bir sahne oynanıyordu.
Ben ve Valentina Brumberg evine vardık. Sen kapıyı ardına kadar açtığında yoğun bir kahve kokusu çarptı burnumuza. Bakışlarımı sana kaldırdığımda kızıl renkli kıvır kıvır bir yumak gördüm.
Üstümüzü çıkarmamıza yardım ederken koyun postundan ağır paltomu az kalsın yere düşürüyordun.
Yarı boş, geniş salona geçtik, sanki şakacıktan geçici olarak döşenmiş izlenimi veren rahat, tuhaf bir barınaktı... Odanın ortasındaki yazılı kâğıtlarla kaplı büyük yuvarlak masanın başında, asık suratlı kırk yaşlarında bir adam kendini kaptırmış çalışıyordu. Bizi kafasıyla öylesine selamladı. Bu tercümanın Ekber Babayev’di. Siyah takım elbiseli, siyah gömlekli ve kara kıvırcık saçlarıyla kederli bir hali vardı. Bu haliyle bir tabut ustasına ya da bizim çizgi filmlerimizin detektiflerine benziyordu. Ve Biz, Valentina ve ben, birbirimizle konuşmadan, bu kişinin Nâzım Hikmet’e tahsis edilmiş KGB ajanı olduğuna, hiç şüphe etmeden, karar verdik. Şimdi ise bu ilk izlenimin çok, hem de çok yanlış olduğunu biliyorum...
Kim bilir, belki de sana bakmaya çekindiğimden, daha çok Ekber’e bakıyordum. Sesin odada gümbürdüyor ve kafamı toplamama engel oluyordu. Şaşkınlıkla bu tuhaf adamın, söylediği her sözcük üzerinde beni düşünmeye zorladığını ve onları beynime kazıdığını fark ettim. Bundan böyle de hep böyle olacaktı.
Rusça sözcükleri zorlanmadan buluyor, ateşli tempoyla anlaşılır konuşuyor, ama hatalar yapıyordun. Çok belirgin Doğu aksanın vardı. Rusça grameri iyi bilmemene rağmen dilimizi içselleştirmiştin. İfade etmek istediklerini net bir şekilde dile getiriyor, oldukça akıcı konuşuyordun. Bu konuda özgün bir yeteneğin vardı, söylediklerin kolaylıkla akılda kalırdı. İşte bu nedenle de seninle söyleşme imkânı bulmuş pek çok kişi konuşmandaki ufak detayları bile hâlâ anımsar.
Telefonda senden istediğimiz şeyi tam olarak anlamadığın ortaya çıktı ve Arnavut kültürü konusunda bir Türk’e danışmak istememiz seni çok eğlendirdi, çok güldün. Ama bu yapacağımız filmi kendi çizgi filmleri olmayan Arnavut çocuklarına armağan edeceğimizi söylediğimizde ciddileştin ve yardım etmeyi kabul ettin. Biz getirdiğimiz eskizleri, çizimleri yerde açarken gizleyemediğin bir ilgiyle etrafımızda dolanıyordun. Her şey hazır olup kâğıtlara doğru eğildiğinde biz olduğumuz gibi kaldık.
Hiç hareket etmiyorduk. Dikkatle bakıyordun... Ve aniden öfkeyle: “Sanatta natüralizmden nefret ediyorum,” dedin. Donup kalmıştık. Valentina Brumberg, panik içinde konuşmanın yönünü kuramsal boyuta çevirmek istedi.
“Sevgili Nâzım, demek natüralizmi sevmiyorsunuz. Sizce ne demek natüralizm?”
Hiç duraksamadan yanıtladın:
“Şimdi içeri gömleksiz bir adam girerse bu realizm olur. Ama pantolonsuz bir adam gelirse bu
natüralizmdir.”
Ve neyse ki güldün.