Gazetecilik
Henüz kimse unutmamıştır, ABD'nin Fırat'ın doğusundaki PKK unsurlarına binlerce TIR (hükümet 16 bin TIR diyor) silah verdiğini.
Sonra PKK'nın Suriye kolu olan YPG'nin adının, ABD'nin tavsiyesiyle SDG olarak değiştirildiğini, YPG'den biri de değil, bizzat ABD Özel Kuvvetler Komutanı Raymond Thomas açıkladı.
Bundan kısa bir süre sonra bizzat IŞİD'e karşı koalisyon sözcüsü Albay Ryan Dillon tarafından dünyaya ilan edildi: "Suriye'de SDG ile hareket ediyoruz ve Esad rejiminin yardımına ihtiyacımız yok ve hiçbir yardım istemiyoruz, ABD'nin tek ortağı SDG'dir."
Bu arada Afrin Harekâtı ve Soçi Konferansı yapıldı. YPG hemen açıklama yaptı: "ABD ile ortağız, Soçi Konferansını tanımıyoruz."
Daha yakın zamanda (CENTKOM) ABD Merkez Kuvvetler Komutanı James Votel kameraların karşısına geçip, "SDG'ye minnettarız, onlara desteğimiz kesilmeden sürecek" dedi.
Bakmayın ısrarla SDG dediklerine, daha Kasım ayı başında ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, "PYD'nin aslında PKK'nın Suriye'deki uzantısı olduğunu kendilerinin de bildiğini ve buna rağmen PYD'yi terör örgütü olarak tanımadıklarını" açıkladı. Sonra Ankara'dan uçağa binip, doğruca Menbiç'e gitti ve o PKK'lılar ile görüştü.
Bundan çok kısa bir zaman önce idi, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü PYD ile ilişkilerinin süreceğini söyledi ve hemen sonra da bizim başına ödül koyduğumuz PKK elebaşıları, üzerlerinde YPG sembolleri ve Abdullah Öcalan resimleriyle, ABD gaziler günü kutlamalarında ABD askerleriyle yan yana bütün dünyaya görüntü verdi.
Daha çok yazabilirim de bu kadarı yeterli. Bütün bu önemli açıklamaları kimin yaptığı belli.
Ama, ne vakit ki, Münbiç oyalaması yetmez oldu, Türk kamuoyuna, devriye tiyatrosu tutmaz oldu hükümet koridorlarında bile; ne vakit Türk topçusu Fırat'ın doğusunu vurmaya, kara harekâtı konuşulmaya başlandı... ABD panikle üç PKK'lının başına ödül koydu önce.
Hemen arkasından da Büyükelçisi olmayan ABD Büyükelçiliği'ndeki "bir görevli", hepsini değil ama sadece belli bazı Türk gazetecileri çağırdı. Bir salona topladı ve onlara şöyle dedi: "PYD ile aramızdaki bağ geçici, taktik icabı, IŞİD bitene kadar. Türkiye Rusya'dan S-400 almasın, biz Patriot verelim. Siz de bunları yazın, ama yazarken benim adımı sakın yazmayın..."
Eminin bazılarının içlerinden "Yahu Aydınlık, Yeni Şafak, Kanal-B, Ulusal Kanal filan niye çağırılmadı acaba?" diye geçmiştir. Ama "gazetecilik" baskın çıkmıştır. Eminim bazılarının içlerinden benim yukarıda bir kısmını anlattığım gelişmeler de geçmiştir. Ama yine "gazetecilik" baskın çıkmıştır. Hatta bazılarının içindeki şeytan dile gelip, "ya IŞİD bitince ne olacak" diye sormak istemiştir, ama "gazetecilik" baskın çıkmıştır...
Sonra bizim bu gazeteci arkadaşlar, "gazetecilik" duygusuyla koşa koşa ofislerine geldiler. Tıpkı ABD'linin dediği gibi "bir ABD'li yetkili" diye başlayan haberler yazdılar. Kaynağın adını yazmadı hiç biri, ama adamın dediklerini bir eksiksiz yazdılar. Hatta bir tanesi bir adım daha ileri gidip, "ABD'den YPG'ye PKK sembollerini kaldırmaları konusunda azar mektubu gönderildiğini" de başka bir "haber" olarak bunun altına ekledi. Belki ABD'liler bu "gazeteci" arkadaşımızı kokteyllere bile çağırırlardı böylece, kim bilir?
Bazıları ile görüştüm, bunları sordum, bana: "Ama biz gazeteciyiz, ne duyduysak onu yazmalıyız. Kaynak, adının yazılmasını istemiyorsa da yazmayız'' dediler. Bir başkası, "Özel bir çağrı değil, rutin bilgilendirme toplantısıydı" dedi.
Sonra çağrılmayanlardan bir yönetici arkadaşı aradım. Konuyu açınca... Dedi ki: "Bizi çağırmaz onlar. ABD tarafından çağırılmak gazete yönetimi nezdinde itibar demek, eğer yazmazsa ya da konuşanın adını yazarsa da bir daha çağırılmaz, hepsi bunu bilir. Bu bir zincir. Bak bir olay anlatayım. Bir zamanlar Çok ünlü bir gazeteci (adını yazmıyorum, fatura yolsuzlukları ile bilinir) Genelkurmay'a giremezdi, yasaklıydı. Benim girişimimle bu yasağı kaldırıldıktan sonraki ilk 10 Kasım'da akredite oldu. Tören sırasında oradaki astsubaylarla, yüzbaşılarla konuşuyordu bir tek generale yaklaşamadı, ama İstanbul'a gittiğinde 'Genelkurmay Başkanı şunu dedi, bunu dedi' diye anlatmıştı. Sonraki her davetini böyle sattı patrona, bu da onu patron nezdinde muteber yapardı."
Yani gazeteciler açısından durum buydu.
ABD açısından ise ucuz yoldan bir Halkla İlişkiler çalışmasıydı. Bir grup Türk gazeteci, Türk Ordusu'nun kara harekatı yapmaması için oluşturulması gereken kamuoyu çalışmasında kullanılmıştı, ama vicdanları müsterih olmalıydı, çünkü onlar sadece gazetecilik yapmışlardı. İsimlerini yazmayacağım, ama içlerinde hükümete yakın olanlar da muhalif olarak bilinenler de vardı.
Keşke, "Gazetecilik yaparken, başka bir şey de yapmış oluyor muyuz, farkında olmadan" diye düşünmüş olsalardı. Çünkü onları toplayanlar bunu düşünmedi ve bu haberin yayımlanmasından bir gün sonra James Jeffrey açıkladı: "Suriye'deki müttefikimiz PKK'nın Suriye uzantısı olan PYD'dir."
Sahi arkadaşlar, kimdi sizi kandıran ABD'li?
Yoksa onu da mı James Jeffrey söylesin?
Söz isimden açılmışken... Cuma günü Ergenekon kumpasında hakimlik yapanlar yargılanmaya başlandı. Karar ve Star haberini bile vermedi. Hürriyet, Milliyet ve Sabah'ta ise haber, iç sayfalarda minicikti. Haberi baş sayfadan sadece Sözcü ve Aydınlık görmüştü, ama Aydınlık dışında hiçbir gazete Doğu Perinçek adını bile yazmamıştı. Halbuki, o tertip çöktü ise en büyük pay Doğu Perinçek'indir. Üstelik mahkeme salonunda Doğu Perinçek'in daha yargılamanın başında hazırlayıp basına verdiği "Beşiktaş Terör Örgütü" şeması bütün gazetecilere tekrar dağıtıldığı halde... Sahi arkadaşlar, O adını yaz.
KAPI GICIRTISINA
"Kapı gıcırtısına oynamak" diye bir halk deyimi vardır, o kadar hazır ki oynamaya müzik bile beklemez, kapı gıcırtısı olsa yeter, anlamındadır...
Medyamızda iki kutup var, ikisinin de aklı fikri Türkiye dışında bir yerlerde. Memleketin öncelikli sorunları değil bunların meselesi hep aynı oyunu oynayabilmek için kapı gıcırtısı yerine geçecek bir fırsat.
Atatürk'e hakaret eden çarşaflı kız. Sosyal medyadan zırvalayan meczup akademisyenler, yetmezse heykeline baltayla saldıran bile var. Beri tarafta ise hazır bekleyen başka bir kitle, "Asalım hocaları müritleri" diye, tempo tutan ya da sosyal medyadan jelatini açılmamış küfürler sıralayanlar.
Bunları bir noktada anlayabiliyorsunuz, çünkü böyle oldu memleket, son 16 senedir bir o taraftan, bir bu taraftan çekiştirilerek bu noktaya geldi. Ama, bunlara o kapıyı gıcırdatanlar köşe yazarları. Azmettirenler, alkışlayarak kışkırtanlar, parmak sallayarak hedef gösterenler. Bir yanda Atatürk'ü savunmak bahanesiyle, diğer yanda dindarlık rolüyle...
Yok... Bunlar ne ABD'nin piyonu olacak kadar zekiler, ne de halkın fikrine tercüman olacak kadar bilgili. Tüccar bunlar. Böyle yazınca prim yaptıklarını, kitleleri kışkırttıkları için patronların kendilerini tercih ettiğini fark eden kurnaz bezirganlar.
Hepsi bu!
Hani şu, sokakta yürüyen bir kalabalık görünce yola atlayıp, kimi-neyi desteklediklerine ya da karşı olduklarına bakmaksızın bahşiş peşinde nefes tüketen davul-zurnacılar gibi...
MANTIK DİLİ
Boşu boşuna açılan bir Türkçe ezan tartışmasının en boş konuşanları kuşkusuz Selman Öğüt ile Meral Akşener idi...
Selman Öğüt tam olarak şöyle dedi Habertürk ekranlarından: "Sen Arapça'dan nefret ediyorsun, Kur'an'ın dilinden nefret ediyorsun, Allahu Ekber'i anlamıyor musun? Ne demek Allahu Ekber? Allah birdir demek."
Oysa, Allahu Ekber, "Tanrı uludur" demek... Türkçe ezan da bu cümle ile başlar.
Meral Akşener de konuşmasında "Allahu Ekber diye başlayıp, La ilahe illallah muhammeden resulullah diye biten ezana biz sahip çıkarız" dedi.
Ezan "Muhammeden resulullah" diye bitmez...
Keşke biraz da mantığın dilini bilseler, ama Arapça-Türkçe arasında boğulup gidiyorlar...
İkisi de Türkçe düşünemiyor, ikisi de boğulmuş Arapçanın içinde.
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
Kemal ve Şakir Batmaz... FETÖ davasının iki kilit ismi. Bir yandan Kemal Batmaz ile ilişkisi olan kriptoları toplamak için Kara Kuvvetleri'ne baskın yapılıp gözaltına alınırken, diğer yandan Şakir Batmaz iddianamesindeki şüphelilere Erciyes Üniversitesi'nde kadro veriliyor.
Sahi, orada neler oluyor?
DAVULCU
Bir yandan kapı gıcırtısına oynayan zıt kutuplar ve eli davul zurnalı köşe yazarları var, ama bir de Diyanet İşleri Başkanı gerçeği var...
Atatürk düşmanı fesliyi ziyaret etmesi yetmemiş olacak ki, şimdi de devrim kanunlarının yasakladığı tarikat ve cemaatleri meşrulaştırmak için, "Şeyhler meclisi" benzeri bir üst kurul oluşturmaya çalışıyor.
Şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olmaması gereken Türkiye Cumhuriyeti, bunun gibi Diyanet Başkanlarının memleketi olmuş, ne fayda...