7 Ekim Medyanın Halleri
7 Ekim Medyanın Halleri... Köşe yazarlarının gündemi ne? Gazetelerde neler var? Köşe yazılarında öne çıkanlar neler?
ÇANDAR, WOLFOWİTZ VE NETANYAHU
MAHMUT ÖVÜR - SABAH
Meclis'te Başkan Erdoğan'ın bu çıkışına tepki veren oldu mu bilmiyorum ama DEM Parti Milletvekili eski gazeteci Cengiz Çandar'ın tepkisi ibretlikti. FKÖ kimliği taşımakla övünen, hoca edasıyla "vaat edilmiş topraklardan" söz eden öğrencileri sınıfta bırakan Çandar'ın o sözleri, ABD'nin Irak işgalindeki tutumunu hatırlattı. Bir de o işgalin "mimarı" ya da Çandar'ın deyimiyle "entelektüel godfather"ı olan Paul Wolfowitz'le yakın dostluğunu ve işgaldeki rolünü...
Öngörüsü güçlü ya, o da savaş hazırlıklarının yapıldığı o günlerde sık görüştüğü dostu Wolfowitz gibi ABD'nin Irak'a "demokrasi" getireceği hayalini kurmuştu. Dostuyla öyle iç içe geçmişlerdi ki, Türkiye'nin ABD'ye taşeronluk yapması için elinden geleni yaptı. Sürekli yazdı, karşı çıkanları eleştirdi.
Dostu Paul Wolfowitz o tarihte ABD Savunma Bakan Yardımcısı'ydı. Savaş çanları çalmaya başladığında dostuna coşkuyla şöyle soruyordu: "Kokteyl ne zaman başlayacak?"
Kastettiği Irak'ın işgaliydi. İşgal başladığındaki ruh hâli de ibretlikti:
"Bugün canım yazı yazmak istemiyor. Canım yazı yazmak istemediğine göre canım ne istiyordu? Canım Bağdat'ta olmak istiyordu. Ahh, dün Bağdat'ta olabilseydim. Bizim bu kirli savaşta yerimiz yokmuş! Bu kirli savaş dedikleri, Irak'ta polis rejiminin yıkılması ve Irak halkının zalim diktatörden kurtarılması savaşı idi oysa."
Öngörüye bakar mısınız? İnsanı dehşete düşürüyor. Bu kirli savaşa destek veren ABD'li aydınlar özeleştiri yaptı, Tony Blair dâhil birçok siyasetçi yalan söylediklerini kabullendi ama Çandar hiç oralı olmadı. Hatta ölümleri küçümseyecek kadar kendini kaybetti. (…)
Dünden bugüne bölgede yaşanan bütün olaylara ABD ekseninden bakan Çandar'ın bugün İsrail'in yayılmacı siyasetini görmezden gelmesi de, DEM Parti milletvekili olması da şaşırtıcı değil. Çünkü nerede durduğunu daha o tarihlerden iyi biliyor.
---
SERMAYEDAR GELİŞTİRİRKEN NEDEN YERLİ MİLLİ BAĞLARI KOPARTIYORUZ?
YUSUF DİNÇ - YENİ ŞAFAK
Türkiye’nin en derin sorunu yerli-milli sermaye sorunudur. Bu sorunun kökenine inmemiz lazım. Kökenine inmek ve çözmek lazım.
Sermayedar geliştirirken yerlilik millilik kaygımız kıvamını hiç bulamadı. Osmanlı’dan beri bulamadı. Önce Museviler, sonra onlar gidip Rumlar, sonra Rumlar da gidip Ermeniler sermayedar olarak öne çıktı. Bunlar bugünkü anlamıyla vatandaş olduklarından yerli-milli değillerdi demiyorum ama yükünü tutan gitti işte.
Türklerin genel karakteri devletin şerefli pozisyonlarında olmaktan başkasını kendisine layık görmüyordu. (Bugün de hala biraz böyledir.)
Gene de bu paşalıklar paylaşıldı, Türkler çiftçi de oldu, başka ekonomik faaliyetler de yaptı, bu işleri iyi de yaptı ama devlet görevi yapmak en büyük şeref olarak görülmeye hep devam etti. Bu hal bugün de aynıdır ve işlevseldir. İşlevseldir çünkü kamuya kontrol gücü verir. Fakat devlet görevini şeref değil, üstünlük görmek Türkiye’de imparatorluk rejimlerini dahi mumla arattı. (…)
Yani bu memlekette para kazananların önemli bölümü ya topluma karşı kayrılarak yahut topluma kazık atarak varsıllaştı. Hepsi kendi yöntemiyle köşeden dönüp caddeye çıktı.
Topluma karşı bir kere kazık atan yahut kayrılan birisi daha da bu toplumla dost olamaz. Bu toplumu sevemez. İçine bir kere kötülük girmiştir. Artık güvenilemez.
Bugün alınteriyle para kazandım diyebilenler istisna sayısına düşürülmüştür.
Ya yıllarca çabalamış ola ola fabrika yeri para etmiştir ya krediye 10 takla attırmıştır ya arsa almış imarı değişmiştir ya da başka bir şey… Türkiye’de servet kahir ekserisi tarafından ya akıllılıkla ya uyanıklıkla ya şansla yahut fırsatla açıklanır… Alınteriyle değil.
---
YEMEK İNADI!
ABBAS GÜÇLÜ - MİLLİYET
Zengin, fakir pek çok ülkede öğrencilere mutlaka beslenme desteği veriliyor. Bizim zamanımızda Amerikan süt tozları vardı. Her gün beslenme saatinde o verilir, yanına da yine her gün farklı bir öğrenci evinden pasta, börek yapar getirirdi. Hatta bazı yıllar un ve yağ da okuldan verilirdi…
Zaman zaman üretim fazlası fındık, fıstık, üzüm dağıtıldığı da oldu, geçici sürelerle süt verildiği de. Hoş bir anı olarak hafızlarda kaldı.
Son günlerinde tartışma konusu ise temizlik elemanı yetersizliği nedeniyle yaşanan hijyen koşulları ve öğrencilere yapılacak yemek desteği.
MEB her iki konuda da eleman ve kaynak yetersizliği konusunda kıvranıp duruyor. Tasarruf tedbirleri çerçevesinde 560 liralık günlük ücretin yüzüne bakan olmadı. Yeni personel alınacağı duyuruldu ama sanki yine istenilen sayıda eleman bulunamadı!.. Temizlik konusu bir yana yemek konusunda yaşananlar ise insani değerleri ayaklar altına alacak noktaya getiriyor.
İstanbul’daki bazı ilçelerde belediyeler okullara yemek ya da beslenme yardımı yapmak istiyor. Bir defaya mahsus değil düzenli olarak yapacağı konusunda da güvence veriyor. Okullar ise muhtemelen MEB’den gelen talimat gereği bu yardımları kabul etmiyor, yardım edecekleri kurum ve kişileri de okula sokmuyor.
Bunun üzerine ilgili belediyeler de hazırladıkları beslenme paketlerini muhtarlıklara teslim edip, öğrencilerin ve ailelerinin gidip oradan almalarını duyuruyor.
Muhtarlıkların önündeki uzun kuyruklara girmek hem öğrenci için hem de veliler için kolay kabul edilebilir bir davranış olmasa gerek. Bazıları hiç ihtiyacı olmasa da ne koparsam kârdır zihniyetiyle olaya yaklaşır, bazıları da ne kadar ihtiyacı olsa da onur kırıcı olarak gördüğü için o sıraya girmez!
Bunun yolu, yöntemi bu olmamalıydı!
MEB de, belediyeler de her ne yapıyorlarsa ve her ne veriyorlarsa kendi keselerinden değil, vatandaşın vergilerini yine vatandaşa yönelik olarak değerlendiriyorlar.
Bu konuda hizipleşme ya da iddia edildiği gibi olayı şova dönüştürme yerine sorunu akılla, mantıkla, etik değerlerle çözmeleri gerekir.
Gelenek ve göreneklerimiz bir lokmamız varsa onu da paylaşmamız ve bir elin verdiğini diğerinin görmemesi yönündeyken, iki kamusal kurumun bunu göz ardı etmesi kabul edilemez.