12 Ocak 2025 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Amerikan siyasetinin krizi: iç ve dış dinamikler

Önümüzdeki manzara, emperyalist sistemin kalbi ABD’nin ulusal siyasetinin kalıcı bir krizde olduğuna işaret etmektedir. Biden iktidara geldikten sonra da, derin toplumsal dinamiklere dayalı bir şekilde gelişmekte olan toplumsal kutuplaşmanın emperyalist sistemi felce uğratabileceği düşünülebilir.

Amerikan siyasetinin krizi: iç ve dış dinamikler
A+ A-
Efe Can Gürcan

6 Ocak 2021 tarihinde Trump yanlılarının Kongre binasına baskında bulunmasıyla Amerikan siyasetinin krizi iyiden iyiye gözler önüne serilmiştir. Tabii bu kriz, kasım ayında yapılan başkanlık seçimleri sürecinde başgösteren bir durumdan ibaret değildir. Krizin somut olarak ortaya çıkışında on yıllar öncesine dayanan tarihsel bir süreç söz konusudur. Bu krizin bugünün siyasal düzleminde gözlenen yansımaları, derinlikli bir ekonomik kriz arka planına sahiptir. Bütün bu dinamikler, salt iç gelişmelerin de ötesinde birtakım uluslararası etkenlere tabidir. Dolayısıyla, Amerikan siyasetinin krizini tam olarak anlayabilmek için ulusal ve uluslararası etkenlerin bir arada etkileşimini tarihsel ve politik ekonomik bir arka plana yaslanarak değerlendirmek gerekir. Bu makale dahilinde, Amerikan siyasetinin krizini açıklayan iç ve dış dinamikleri birbirinden ayrı bir şekilde düşünmek kolay değildir. Ancak mevcut durumun karmaşıklığı göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu dinamikleri iki ayrı başlık altında incelemek kavrayışı kolaylaştıracaktır.

KÜRESEL DİNAMİKLER

Ticari ve finansal liberalleşme, özelleştirme, emeğin esnekleştirilmesi gibi ilkeler etrafında şekillenen neoliberalizm, 1970’li yıllardan itibaren küresel kapitalizmi şekillendiren bir model olarak uygulanagelmiştir. Neoliberal siyasetler altında devletin sosyal alandan geri çekilmesine koşut olarak devlet-yurttaşlık ilişkileri oldukça zayıflamış ve etnik-dini kimlikler yurttaşlık kimliğini bastırmaya başlamıştır. 2008 yılında patlak veren küresel ekonomik kriz ile birlikte ise neoliberal ekonomi modelinin bütün bu çelişkileri tarihsel bir ölçekte keskinleşmiştir. Bu kriz, Büyük Buhran’dan sonra dünya kapitalizminin yaşadığı en derinlikli kriz olarak nitelendirilir. Buna ek olarak, Suriye ve Libya örneklerinde görüldüğü gibi, emperyalist Batı müdahaleleri, küreselleşmenin etkisiyle uluslararası göç akımlarını artırmış ve göç alan ülkelerde devletin sosyal alanda yalnız bıraktığı emekçi kesimlerin etnik-dini hassasiyetlerini daha güçlü kılmıştır.

Ağırlaşan ekonomik koşullar altında Amerikan Rüyası’nın paramparça olmasının yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) küresel hegemonyasının sarsılması ve gittikçe gerginleşen dünya siyasetinin çok kutuplulaşması sürecinin hızlanması söz konusu olmuştur. Böyle bir ortamda, kemer sıkma siyasetleri karşıtlığı gibi küresel etkiye sahip protesto hareketleri yaygınlaşırken birçok ülkede aşırı sağ hareketler kitleselleşerek ana akım siyasete nüfuz edebilmiştir. Dahası, kriz öncesi dönemde ana akım siyaseti tanımlayan ve neoliberalizme genellikle teknokratik bir yaklaşım benimseyen merkez partiler arasında belirgin bir ideolojik farkın kalmaması ve kriz döneminde anlamlı bir çözüm sunamayan bu partilerin krizden sorumlu tutulması, kitlelerin liberal demokrasiye ve siyasal seçkinlere inancını zedelemiştir.

Bu koşullar altında doğan iktidar boşluğu, küresel bir fenomen olarak popülizmin yükselişine zemin hazırlamıştır. Hatta bu şekilde önem kazanan popülizm, 2017 yılında Cambridge Sözlüğü tarafından yılın kelimesi ilan edilmiştir. Bir önceki yılda ise yine popülizm ile doğrudan ilintili olan post-truth (hakikat sonrası) teriminin Oxford Sözlüğü tarafından yılın kelimesi ilan edildiği hatırlanmalıdır. Söz konusu bağlamda popülizmin, şu üç koşulu içeren bir siyaset yapma biçimine tekabül ettiği söylenebilir: halk-seçkinlik zıtlığı üzerine kurulu kutuplaştırıcı bir yaklaşım; kişisel ve doğrudan liderlik tarzı; halk iradesi veya egemenliği vurgusuyla gelişen çoğunlukçu bir söylem. Avrupa Birliği bütünleşmesini sekteye uğratan Brexit (Britain Exit) referandumu, ABD seçimlerinde Donald Trump’ın başkan seçilmesi ve bu dönemlerde Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa, İsveç, İsviçre ve İtalya gibi birçok ülkede sağ popülist hareketlerin oylarını artırması dünyadaki siyasal dengeleri alt üst etmiştir.

İÇ DİNAMİKLER

ABD’de neoliberal siyasetlerin getirdiği toplumsal yıkımın, küresel işçi sınıfı aristokrasisinin direğini teşkil eden Amerikan işçi sınıfı kitlelerinin lümpenleşmesine yol açtığını söylemek mümkündür. Neoliberalizmin kumarhane ekonomisi altında sosyal politika rejiminin zayıflaması, emek rejiminin esnekleşmesi ve istihdamsız büyümenin özellikle 2000’li yıllarda bir norm haline gelişi, Amerikan işçi sınıfında marjinalleşme hissinin kuvvetlenmesine ve bu sınıfın kültürel bir erozyona uğramasına yol açmıştır. Emekçi siyahi kesimlerin suç kültürünün hâkim olduğu gettolara hapsedilmesi ve NAFTA gibi neoliberal serbest ticaret anlaşmalarıyla Latin Amerika kaynaklı tarihsel bir göç akımının başlaması, beyazların dışında kalan emekçi kitlelerin de lümpenleşmesini sağlamış ve beyaz emekçi kesimlerde ırkçı düşüncelerin yer etmesine yardımcı olmuştur. Bununla birlikte, 11 Eylül gibi tarihsel olaylar ve dış müdahaleler ile beyaz işçi sınıfının kimlik oluşumundaki yozlaşma oldukça hızlanmıştır. 2007-2008 krizi sonrasından siyahi bir başkan olarak Obama’nın Wall Street yanlısı ekonomi politikaları, lümpenleşen işçi sınıfının “beyaz” kesimlerinde sınıf kininin etnik ve dinsel bir kulvara doğru aktarılmasını kolaylaştırmıştır. Süreç içerisinde gerçekleşen işgal hareketleri, Antifa ve Black Lives Matter (BLM) gibi sola hitap eden kitlesel olaylar ise toplumsal kutuplaşmayı artırdığı ölçüde bu toplumsal kinin hedefi haline gelmiştir.

İşçi sınıfının uzun vadede lümpenleşmesinin ve kriz koşullarında Amerikan Rüyası ile ilişkilendirilen kapitalizmin temellerinden sarsılmasının, Obama sonrası ABD’de “Bonapartizm” diye adlandırılabilecek dönemin ortamını hazırladığı söylenebilir. 2016 yılında Trump’ın başkanlığa seçilmesi, sık olarak ABD’de faşizme evrilme tehlikesine sahip bir sağ popülizmin iktidara taşınması olarak değerlendirilir. Popülizm terimi, Trump’ın temsilcisi olduğu genel olguyu tasvir etmede yaygınca kullanılmaktadır, ancak bu olgunun sınıfsal dinamiklerini kavramaya yönelik tam olarak açıklayıcı bir içeriğe sahip değildir. Söz konusu dinamikleri anlamak için “Bonapartizm” kavramına başvurulabilir. Bu kavram, Karl Marx’ın Louis Bonaparte'in 18 Brumaire’i adlı eserinden türetilmiştir. Buna göre, toplumu vuran ciddi krizler karşısında mevcut düzeni kendi gücüne dayanarak muhafaza edemeyeceğini anlayan burjuvazi; istekli veya isteksiz bir şekilde, iktidarı, sınıflar üstü bir imaj sergileyebilecek Napoleon Bonaparte benzeri maceracı ve demagog bir kişisel lidere bırakır. Tıpkı Marx’ın Louis Bonaparte tasvirinde olduğu gibi bu lider; kimi zaman özgürlükçü, emek dostu veya kalkınmacı görünen reformlara ön ayak olarak, kimi zaman da kapitalistler lehine baskıcı uygulamalar benimseyerek birbirinden farklı sınıflar arasında bir tür manevra siyaseti uygular. Hem sağ hem de sol hareketler çeşitli taviz ve güvencelerle rejimin tarafına çekilir. Bonapartizm altında bir kişisel iktidar rejimi, oportünizm, yolsuzluk ve kayırmacılık hâkim kılınır. Yasama ve yargı yürütmeye tabi kılınır. Son derece maceracı ve demagog bir şahsiyet olarak Trump’a yakından bakıldığında, onun Bonapartizmin günümüz koşullarında vücut bulmuş hali olduğu anlaşılacaktır.

Neoliberalizm altında lümpenleşmiş olan beyaz kökenli işçi kitlelerinin, kaybettikleri aristokratik ayrıcalıkları Bonapartist rejim aracılığıyla ırkçılık temelinde yeniden kazanmayı umdukları söylenebilir. Bugünkü “kitle hareketi”nin temelini bu tip özlemler oluşturmaktadır. Tabii, Bonapartizmin milli bir pakt üzerinden ülkeye nizam getirerek sermayenin gücünü yeniden canlandıracağını düşünen bir kısım kapitalist de Trump’a etkin destek sağlamıştır. Trump ise bu çoklu destek üzerinden ABD’nin emperyalist politikalarını ilerletmeye devam etmiştir. İsrail lehine bir politika gütmeye özen göstermiş olan Trump yönetimi altında Nikaragua, Venezuela, Küba, İran ve ticaret savaşına maruz bırakılan Çin gibi ülkeler üzerindeki siyasal ve ekonomik baskı artırılmıştır. Modi yönetimi altındaki Hindistan ile ilişkiler Çin aleyhine geliştirilmiştir. Obama döneminde ABD’nin sınır ötesi askeri mevcudiyetinde gözlemlenen düşüş, Trump yönetimi altında yavaşlamıştır. Belki de daha önemlisi, Obama yönetimi altında düşüş göstermeye başlayan askeri harcamalar Trump döneminde gözle görülür bir artış göstermiştir. Bu durum, Trump’ın ülke içerisinde mazlum milletlerden azınlıklara karşı uygulamalarıyla da örtüşmektedir. Trump, ırkçı bir söylem benimseyerek, Stephen Miller ve Steven Banon gibi aşırı sağ unsurları yakın çevresine dahil etmekle kalmamıştır. Alt-right hareketi ve evanjelistler ile güçlü bağlar kurmanın yanı sıra çocuk göçmenlerin gözlem altında hayatlarını kaybetmeleri pahasına Latin Amerikalı göçmenleri toplama kamplarına hapsetmek gibi insanlık dışı siyasetlere imza atmıştır.

Amerikan siyasetinin krizi: iç ve dış dinamikler - Resim: 1

Trump’a yönelik sınıfsal destek hakkında genel bir fikir sahibi olmak için seçim kampanyası bağış verilerine bakılabilir. Center for Responsive Politics (CRP) verileri üzerinden 2020 yılı seçimlerinde gerçekleştirilen kampanya bağışlarına bakıldığında, toplamda Trump’a yaklaşık 1.1 milyar dolar ve Biden’e yaklaşık 1.6 milyar dolar bağışlandığı anlaşılıyor. İlginçtir ki, Forbes verilerinin gösterdiği üzere, her iki adayın kampanyasına gerçekleşen yüklü bağışlarda ilk sırayı finans ve yatırım sektörleri çekiyor. Bu da, emperyalizmin temel dayanağı olan sektörleri temsil eden burjuvazinin her iki adaya da önemli destek sağladığını göstermektedir. Trump’ın kampanyasına toplamda 210 milyar dolarlık bir servete hükmeden 80 milyarder ailesi (karı-koca) destek sağlarken bu sayı, Biden söz konusu olduğunda 380 milyar dolarlık bir servete hükmeden 94’e yükselmektedir. Spekülatif “emlak sektörü”, her iki adaya da destek amacıyla gerçekleştirilen yüklü kampanya bağışları göz önünde bulundurulduğunda ilk üç sektör arasında yer almaktadır. Trump’a yüklü bağış gerçekleştiren sektörler listesinin ikinci sırasında yer alan enerji sektörü, Biden’e yönelik yüklü bağışlar listesinin en sonunda yer almaktadır. Biden’ın en büyük ikinci destekçisi olan teknoloji sektörü ise Trump özelinde en son sıralarda yer almaktadır. Sanayi sektörü, Trump’a yönelik yüklü bağışlarda alt sıralarda yer alırken Biden’ın bağışçılar listesinde yer almamaktadır. Toplum geneline bakıldığında, Trump’ın beyaz emekçi kitlelerden sağladığı desteğin ön plana çıkmış olduğu iddia edilebilir. CRP verilerine göre, 200 dolardan az bağış gerçekleştiren kesim, Trump’a yönelik toplam bağışların neredeyse yarısını sağlamaktadır (%48.83). Biden’da ise bu oran %38.4 olarak kayda geçmiştir.

Son olarak, Trump’tan görece bağımsız olarak aşırı sağ oluşumların ana akım siyaset sahnesine taşınması, bunların Trump sonrası dönemin başlıca aktörleri olmaya devam edeceğinin habercisidir. Trump öncesi dönemde “fringe” (marjinal) olarak addedilen akımların kitleselleşip toplumsal görünürlüğünü artırması, lümpenleşmiş beyaz emekçi kesimlerin bilincinde yaşanan kalıcı şekillenmelere işaret etmektedir. Sosyal medyada gittikçe yayılan Pizzagate, QAnon ve aşı karşıtlığı gibi komplo teorileri ile Proud Boys gibi hareketler bu akımlar dahilinde öne çıkmaktadır. Infowars, Breitbart, Daily Caller, NewsBusters, Newsmax, World Net Daily, Drudge Report gibi aşırı sağcı sitelerin ve Parler, MeWe, Spreely, Rumble gibi sosyal medya platformlarının kitleselleşerek bu kesimleri etkisi altına aldığı gözlemlenmektedir. Benzer durum, sosyal medyayı da etkili bir şekilde kullanan Oath Keepers, Militia Movement, Boogaloo, Three Percenters gibi aşırı sağcı milis örgütlerinin toplumsal görünürlüğü ve tabanının artmasında karşımıza çıkmaktadır. Kongre olaylarında baş roldeki kolektif aktörleri içeren bu unsurlar, ABD’de (karşı)devrimci bir durum olduğu halde öne çıkacak olan en “zinde kuvvetleri” tabanda temsil etmektedir.

Amerikan siyasetinin krizi: iç ve dış dinamikler - Resim: 2

TARTIŞMA VE DEĞERLENDİRME

Amerikan siyasetinin bu denli istikrarsızlaştığı bir ortamda kesin tahminlerde bulunmak pek sağlıklı olmayacaktır. Bununla birlikte, önümüzde duran manzara, emperyalist sistemin her alanda kalbi olarak görülen ABD’nin ulusal siyasetinin kalıcı bir krizde olduğuna işaret etmektedir. Bu kriz ise en iyi “işçi aristokrasisi”, “lümpenleşme”, “Bonapartizm” ve “emperyalizm” olguları çerçevesinde anlaşılabilir. Bonapartist düzenlemeler, küresel kapitalizmin hegemonyasını yeniden sağlamak bir yana, çelişkilerini keskinleştirmekten ve emperyalist sistemi geriletmekten başka bir işe yaramamıştır. Biden iktidara geldikten sonra da, derin toplumsal dinamiklere dayalı bir şekilde gelişmekte olan toplumsal kutuplaşmanın emperyalist sistemi felce uğratabileceği düşünülebilir. Bonapartizm yanlılarının karşısında BLM ve Antifa çevrelerinin güçlenerek kutuplaşmayı sürdürücü bir sonuçsuz güç dengesi yaratması bile söz konusu felç durumunu pekiştirebilecektir. Lümpenleşmiş ve eski aristokratik ayrıcalıklarını yeniden kazanmak isteyen bir beyaz işçi sınıfı kitlesinin hali hazırda faşizme meyleden zinde öncüleri bulunmaktadır. Demokratlardan farklı bir emperyalist vizyona sıcak bakan Amerikan sermayesinin belirli bir bölümü de hesaba katılmalıdır. Bunun karşısında, Demokratlar tarafından kontrol altına alınması olası bir BLM bulunmaktadır. Redneck Revolt, John Brown Gun Club, Socialist Rifle Association ve Not Fucking Around Coalition gibi sol kisvesi altında Suriye’deki emperyalist paylaşım mücadelesine milis yollayarak üstü örtülü destek veren milis hareketlerinin ivme kazanması ise Amerikan siyasetinin krizinin daha da derinleşmesi bağlamında anlamlıdır. Bunun yanı sıra, iç siyasette güçsüz bir konumda kalabilecek Biden yönetimi altında küresel kapitalizmin hegemonyasının, üstü örtülü bir emperyalizm ve işçi aristokrasisi tasarımıyla “Yeşil Yeni Düzen” (Green New Deal) ve Büyük Sıfırlama (Great Reset) gibi radikal projeler üzerinden yenilenmesi kolay olmayacaktır. Böyle bir ortamda, dünya siyasetinin çok kutuplulaşmasının gelişmekte olan dünya lehine derinleşeceği beklenebilir.

(*) Dr. Öğr. Üyesi; İstinye Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcısı; Kuşak ve Yol Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü.

Son Dakika Haberleri