Asya Çağının Anayasası
Teori'nin Nisan dosyası Türkiye'nin yeni anayasa ihtiyacını işliyor.
Anayasalar çift karakterli metinlerdir. Bir yanıyla “dar anlamıyla” hukuksal metinlerdir. İşin bu yöne tekniktir, daha çok hukukçuları ilgilendirir. Diğer yanıyla anayasalar bir devletin temel programatiğini içerir. Yani esas olarak devlet teorisinin, devlet felsefesinin kuramsal alanına girmektedir (geniş anlamda hukuk da devlet teorisinin alanına dahildir). Toplum ve ülke açısından daha anlamlı tartışma düzlemi de bu yanında yatmaktadır.
Bir anayasanın ilk maddeleri kurmak istediğiniz devletin programını, programatiğini içerir. Gerek Fransız anayasasası, gerek Türk anayasası emperyalizmin yarattığı tüm tahribatlara rağmen hâlâ devrimici bir devlet teorisinin izlerini taşır. Her iki anayasa devleti üniter, laik bir ulusal cumhuriyet olarak koyar, ondan sonra hak, hürriyet ve ödevleri tanımlar. Alman Grundgesetzi “İnsan onuru dokunulmazdır” cümlesiyle başlar, başa bireyin hak ve özgürlüklerini koyar. İlk 19 madde bireyin hak ve özgürlüklerini tanımlar, devletin tanımı ancak 20. maddede başlar. Fransız ve Türk anayasası pozitif hukukun ürünüdür, meşruluğunu insan tarafından yapılan kanunlardan alır. Alman anayasası ise tümden liberal ve idealist bir anayasadır, 1945 sonrası kurgulanan yeni Amerikan odaklı dünya düzeninin ürünüdür.
TOPLUMSAL İRADENİN HUKAKA DÖKÜMÜ
Anayasalar devletin kurucu hukukunu oluşturur ve akabinde toplumsal hayatın hangi kaidelere göre işleyeceğini belirler. Toplumsal iradenin (yani siyasetin) hukuka döküldüğü, hukukun başlangıç noktasıdır. Sonuç itibariyle anayasalar devletin hangi şekilde ve kimler tarafından yönetileceğini belirlerler, bu da kuvvet meselesidir. Genel Başkanımız ve parti önderlerimiz sürekli “devlet kuvvettir” diyorlarsa bunun sebebi bir güç fetişizmi, bir güce tapınma değildir. Hayati olan bir maddi gerçekliğe vurgudur. Burada esasen devlet felsefeleri savaşıyor. Karşımızda idealist bir devlet felsefesi var, bunu önderlerimizin katıldığı televizyon programlarında çok net görüyoruz. Buna göre insanoğlunun öyle kendiliğinden var olan temel hakları vardır, devlet düzeni de bu zaten varolan hakları temin etmek için yapılır. Peki bu haklar nerden geliyor? Gökten zembille iniyor! Bu felsefede bunun pratikle örtüşür hiçbir açıklaması yok. Tamamiyle normatif bir hukuk ve devlet felsefesi. John Locke'u okuyun. Bütün bu hakların “Doğa'dan” geldiğini, zaten hep varolduğunu anlatır. “Doğa” sözcüğü yerine tanrı kelimesini koyun, içeriksel olarak anlam değişmez. Çünkü bu felsefe pür metafiziktir.
Karşısında ne var? Thomas Hobbes'u okuyalım. Leviathan'da “Kılıçsız kanunlar boş laftan ibarettir!” diyor. Hobbes tek bir cümleye devletin ve hukukun en temel tanımını sığdırmıştır. Devlet kılıçtır. Yani kuvvettir. Yani son tahlilde silahlı kuvvetir, çünkü silahsız kuvvet ezilir. Karşımızdaki felsefe bize ezilmeyi öğütlüyor! Bir tarafta pür metafizik, diğer tarafta pür maddecilik. Bu iki felsefe çarpışıyor bugün devlet tartışmalarında.
Türkiye'nin Atlantik düzeninden çıktığı süreç köklü siyasi, ekonomik ve toplumsal değişimleri beraberinde getirmektedir. Ülkemizin Batı bağımlılığından kurtulup Asya'da yerini alması bu değişim süreciyle beraber yürümektedir. Böylesine köklü bir değişim evresinde kurucu hukukun, yani devletin temel yapısının, yenilenmesi kaçınılmazdır. Amerikancı darbenin meyvası olan 12 Eylül düzeni yıkılmakta. Sıra tam bağımsız Türkiye'nin temel hukukunu belirlemeye geldi. Devlette Gladyo'nun temizlenmesiyle başlayan devrimsel süreç HDP/PKK'nın kapatılma davası ve Istanbul Sözleşmesinden çekilme kararıyla millî ve bağımsızlıkçı rotada ilerlemeyi sürdürüyor.
Bu süreçte legalistik anlayışlar (dar anlamda hukukçu, aşırı teknik, "bu işi hukukçulara bırakın" anlayışı) Türkiye'nin önünü tıkar. Normatif felsefeye, devletin maddi gerçeklik zemininin reddiyesi üzerine kurulmuş idealist felsefeye dayanan devlet felsefesi de Türkiye'nin önünü kapatır. Bu anlayışlarla ancak "sivil", yani liberal ideolojik hegemonyaya ve dolayısıyla emperyalizme açık bir anayasa yapılabilinir. Böyle bir anayasa ayakbağıdır. Halbuki Türkiye Asya'ya koşmak istiyor.
ULUS DEVLET ÇAĞININ ÜRÜNÜ
Anayasalar modern çağın, ulus devlet çağının ürünüdür. Ama devlet olmanın gereklilikleri yalnızca modern çağa ait değildir, evrenseldir. İster site devleti, ister feodal devlet, imparatorluk, ister ulus devlet.
Kendi tarihimizde de bunu görürüz, Osmanlı hükümdarları, hemde daha imparatorluk aşamasına gelmeden, tahta çıktıklarında ilk şunları yaparlardı:
1. Kılıç kuşanır 2. Para basar 3. Adına hutbe okutur. Bunlar Osmanlıya özel adetler değil. Bakalım Roma imparatorlarına, Atina Cumhuriyetine, Büyük İskendere, tarihteki bütün devletlere. Hepsi bunu veya buna benzer, buna denk düşen şeyler yapıyor.
Kılıç silahlı otorite demektir, en başta gelir. Paranın kontrolü “ekonomi, ticaret benden sorulur” demektir. Hutbe okutmak da “ideoloji, kültür ve propaganda hegemonyası bendedir” demektir. Bunlar egemenliğin değişmez ve değişemez unsurlarıdır. Bağımsız devlet olmanın kriterleridir.
Anayasalar devletin temel kurgusunu belirler. Ve devletin kurgusu şu sorunun cevabını içermektedir: “Burada kimin borusu ötecek?”. “Burada benim borum öter!” diyebilen her kimse, devlette odur. İş son tahlilde bu kadar basittir.
Yeni anayasadaki en temel mesele de budur: Türkün yurdunda Türk milletinin borusu ötecek. Bunu kısıtlayan, bunu sulandıran, engelleyen her hukuk formülasyonu, hangi teknik veya normatif argümana bürünürse bürünsün, yok hükmündedir!
Karşımızdaki atlantikçi turuncu fraksyon sözde hak, hürriyet ve demokrasi talepleriyle egemenliğimizin taşıyıcı kolonlarına dinamit döşeme peşinde. Sonuçta detaylar önümüzdeki süreçte berraklaşacak, ama anayasa meselesi millî ve gayrı millî ekseninde gelişecek. Biz bu anayasanın turuncu tonlar taşımasına karşı savaşacağız.
Bağımsız Türkiye'nin anayasasını Teori'nin Nisan sayısınıda ele aldık. İyi okumalar!