Büyük hata
Atatürk, Cumhuriyeti gençliğe emanet ederken çok isabetli bir iş yapmıştı. Zaman geçtikçe Tören Atatürkçülüğünün gerçek Atatürkçülük ile fazla bir ilintisi olmadığı, gerçek Atatürkçülüğün aydınlanma, bütünsel kalkınma, altıoktan oluşan, bu ülkenin gerçekleriyle uyuşan bir program olduğu ortaya çıktı
Bir durumu anlamak, anlatabilmek için adını koymak önemlidir: “39 derece ateşim var, boğazım ağrıyor, hiç halim yok, öksürüyorum.” Bir durumu özetlemek, daha iyi anlatmak için adını koymakta yarar vardır: “Hastayım” ya da “çok hastayım” bu işlevi yerine getirebilir. Fakat daha iyisi hastalığın adını da koymaktır: “Grip oldum.” Daha da iyisi, gribin türünü de söylemektir: “Domuz gribi oldum.”
30 Ağustos 1922’de Türk Ordusu Dumlupınar’da Yunan Ordusu’nu yenilgiye uğrattı, 9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi, Yunan Ordusu denize dökülmüş oldu. “Zafer” kazanılmıştı. Ama üstelik Yunan Başkomutanı Trikupis’in komuta heyetiyle birlikte toptan esir alındığı, Türk Ordusu motorlu araçlardan yoksun olduğu halde, Dumlupınar ile İzmir arasındaki 300 kilometre civarındaki mesafeyi savaşa savaşa 10 günde kat ettiği düşünülürse, Atatürk’ün “Zafer” yerine “Büyük Zafer” demiş olması daha doğru bir adlandırma oluyordu. Zafer o denli büyüktü ki, Lozan Barış Konferansı’nda sekiz ay süren bir mücadelede Türkiye isteklerinin en önemlilerinden çoğunu çetin pazarlıklar sonucunda kabul ettirebilmişti. Zafer o denli büyüktü ki, şapka giymek dahil, çoğu orta çağda kalmış Türk milleti Atatürk’ün çok köktenci Devrimine itiraz edemedi.
Atatürk kazandığı zaferin büyüklüğünü yeterince algılayamasaydı Lord Curzon’un Lozan’daki dayatmasına boyun eğer, Konferansın başlarında barışa ulaşılmış olurdu. Ama o zaman istediği derecede kökten bir devrim yapamazdı, emperyalizme birçok ödün vermiş olurduk.
Şimdi de İsmet İnönü’nün 1945’te aldığı tek-partili hükümet sisteminden çok-partili hükümet sistemine geçmek kararının adını koymaya çalışalım.
İnönü savaş yıllarında Köy Enstitüleri Kanunu’nu çıkarttı, sayılarını çoğalttı (21 tane oldu), işleyişlerini bizzat ve kararlılıkla izledi. Fakat 1945’te Sovyet talepleri karşısında paniğe kapıldı, Amerika’ya yaranmak için aynı kararlılıkla çok-partililiğin kurulması ve işlemesi için bizzat işi ele aldı. 1946 başında Celal Bayar’a Demokrat Parti’yi kurdurttu. Aynı yılda ilk çok-partili genel seçimi yaptırdı, dürüst olmayan seçimleri kazandı. Çoğunluğu henüz orta çağda yaşayan seçmenlere yaranmak için seçimden sonra kurduğu yeni hükümetten, başta Köy Enstitüsü kahramanı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, devrimci bakanları çıkarttı, gerici meşrepte bakanları görevlendirdi. Devrimci siyasetler sulandırıldı.
1946 genel seçimleri bir maskaralıktı. Demokrat Parti 1950 seçimlerinin dürüst yapılması için sert bir mücadeleye girişti. İnönü onlara hak veriyordu. İyi bir seçim kanunu yapıldı. 1950 genel seçimlerini Demokrat Parti kazandı. O gün bugün (1950-2022, 72 yıl) Atatürk’ün kurduğu Devrimin partisi Cumhuriyet Halk Partisi, hiçbir genel seçim kazanamadı. Hep karşı devrim partileri kazandı. Kimi gafiller bu yenilgileri İnönü’nün “demokrasi zaferi” sayarlar!
Türkiye’de temel çelişki Atatürk Devrimi ile karşı devrim arasındadır. Her Türk insanı, kendisini siyaset bakımından nasıl tanımlarsa tanımlasın son tahlilde (çözümlemede) nesnel olarak bu iki seçenekten birine bağlanmıştır.
Atatürkçülüğün ne olduğunu hatırlatalım: 1. Felsefi bakımdan aydınlanmacılık (tersi, Orta Çağcılık); 2. Kalkınma modeli bütünsel (topyekün) kalkınma (tersi, Suudi Arabistan’daki maddi kalkınma); 3. Siyasal-ideolojik olarak altı ok programı.
Şimdi karşı devrimin başlıca adımlarına bakalım:
1. 1951’de görkemli bir kültür örgütü olan 478 halkevi, 4322 halk odası kapatıldı. Düpedüz kapatıldı, yok edildi. Hülagu'nun Bağdat’ta kitapları nehre attırması, Hitler’in kitap yaktırması gibi bir kültür cinayetidir.
2. 1954’te Köy Enstitüleri’nin kapatılması da bir kültür cinayetidir.
3. Atatürk Devrimi döneminde öğretmenlik birinci sınıf bir meslek iken, karşı devrim döneminde öğretmenlerin itibar ve maaşları ikinci sınıfa indirilmiştir.
4. İmam Hatipler, imam ihtiyacının çok ötesinde, her yerde kurulmuş, kadınlar imam olamadıkları halde kızlar bu okullara kabul edilmiş, meslek okulu oldukları halde, genel eğitim okulu gibi her yere yaygınlaştırılmıştır. İslamcı Necmettin Erbakan onları “arka bahçemizdir” diye tanımlamıştır.
1950’den sonraki karşı devrim yıllarında birçok yol ve baraj inşaatı yapıldı, bayındırlığın birçok alanında ilerlemeler sağlandı.
Ama yukarıdaki sıralananların dışında, kimi ağır olumsuzluklar yaşanmıştır. Örneğin:
- Maddi kalkınma için hadsiz hesapsız harcamalar, borçlanmalar yapılmış, maliyemiz iflas ettirilmiştir. Bu yüzden 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri yapıldı. 1950’den bu yana ne yazık ki borca batıklık egemen oldu, karşı devrimin ayırt edici bir özelliği oldu. Bunun felaketli sonucu Türkiye emperyalizmin karşısında bağımsızlığını önemli ölçüde yitirdi. Türk maliyesi iflas ettikçe yeni bir borç almak için emperyalist para babalarının kapısını çalıyorduk. Fakat her seferinde yeni borçlar karşılığında onların birtakım dayatmalarını kabul etmek zorunda kalıyorduk. Ayrıca emperyalistler Atatürkçülük karşısında her zaman karşı devrimci siyasetçi ve partileri destekliyorlardı.
- Orta Çağ, karşı devrim, gericilik, cehalet ortamında yeşerdiği için Atatürk’ün aydınlanmayı esas alan bütünsel kalkınması yerine Suudi Arabistan’da egemen olan maddi kalkınma ön plana geçirildi, bol bol inşaat yapıldı. Eğitim, kültür, toplumsal kalkınma, kadın hakları ihmal edildi. Türk akademisyenlerin Türk öğrencilere İngilizce ders anlatması gibi bir sapıklık da yaşandı, yaşanmaktadır.
Bu olumsuz manzaraya bakınca ve buna yol açan İnönü’nün 1945 kararının adını koyacaksak bunun “hata” olması gerektiğini düşünüyorum. 30 Ağustos’un zafer olması gibi bu da bir “hata” idi.
Ne var ki 1950 sonrasına daha dikkatle bakınca olumsuzlukların daha da vahim olduğu görülüyor. Felaket boyutundaki olumsuzluklardan bazıları: Tan Olayı (1946), 6-7 Eylül Olayı (1955) Topkapı Olayı (1959), Maraş ve Madımak Olayları, Aksoy ve Mumcu gibi nice aydınlarımızın öldürülmeleri ve faillerinin meçhul kalması, 12 Eylül öncesindeki kanlı “sağ-sol kavgası,” son yıllardaki Suriye siyaseti, Batı emperyalizminin aleti bir tarikatın yargıya ve silahlı kuvvetlere sızarak orduyu ele geçirmeye, 15 Temmuz 2016’da kanlı bir darbe ve istila girişimine kalkışması. Son olarak en büyük fecaat - 1984’te başlayan ve iniş çıkışlarla bugüne dek (38 yıl) sürmüş olan (halen de süren) PKK belası. (Oysa 1925’te Genç’te çıkan Şeyh Sait ve 1937’de çıkan Dersim İsyanı çıktıkları aynı yıl içinde hemen bastırılmışlardı. Çünkü o sırada bağımsız bir devlettik.)
Çoğu, başta ABD, Batı emperyalizminin örgütlediği, kışkırtıp beslediği olaylar sonucunda binlerce insanımız ölüp yaralandılar.
Çok partili sistemin bu kadar çok faciaya yol açmış olmasına rağmen sistem “demokrasi” sayılarak alkışlanmıştır. Oysa çok-partililik ile demokrasi özdeş olmaktan uzak kavramlardır. Çok-partililik birden fazla partinin seçimlerde yarışması demek. Ama seçimlerin sonucunda Hitler ya da benzerleri iktidara gelirse demokrasi nerede kalır? Çünkü demokrasi olması için oluşan iktidarın eşitlikçi ve özgürlükçü olması gerek. Dolayısıyla Atatürk rejimi, tek-partili olmasına rağmen, bizim çok-partili rejimlerimizden çok daha demokratikti. Çünkü daha çok özgürlük, daha çok eşitlik vardı. Karşı devrimci, Orta Çağcı iktidarlardan, sandıktan da çıksalar, ne kadar eşitlik ve özgürlük bekleyebilirsiniz ki? En temek eşitlik olan kadın-erkek eşitliğinden hemen sınıfta kalırlar.
1950 sonrasına “hata” dedik. Fakat sıralama daha yakınlara uzayınca olumsuzlukların çoğalması vahameti insana hata nitelemesinin yetersiz kaldığını gösteriyor. “Büyük Hata” demek gerekiyor. 30 Ağustos’a “Zafer” nitelemesinin yetersiz kalması, “Büyük Zafer” denmesi gerektiği gibi karşı devrime yol açan 1945 çok-partililik kararına da “Hata” demek yetmiyor, “Büyük Hata” denmesi gerekir.
BAŞKA BİR SENARYO
İstanbul Hukuk Fakültesinde Öget Öktem bir üst sınıftan arkadaşımızdı. Asıl arkadaşlığımız seminerlerde oldu. Öget, Bursa’da ünlü doktor, CHP milletvekili, bir süre Millî Eğitim Bakanlığı yapmış İbrahim Öktem’in kızıydı. Bana babasının idealinin Köy Enstitüleri’ni canlandırmak olduğunu söylemişti.
27 Mayıs’tan sonra İnönü’ye konuyu açtığında, buna olanak olmadığı yanıtını almış.
Yine rivayet edilir ki 27 Mayıs olduğunda Hasan Ali Yücel, belki de Enstitüleri canlandırmak umuduyla İnönü’yle görüşmek istemiş fakat o, onunla görüşmeyi reddetmiş.
1930’daki Serbest Fırka çok-partililik denemesinin devrime aykırı sonuç vermemesi için Atatürk büyük bir özen göstermişti. Hatta bunun için kız kardeşi Makbule Atadan’ın Serbest Fırka’ya üye olmasını sağlamıştı. Buna rağmen ortalık karışmış, işin sağlıklı yürümeyeceği belli olmuştu. En kötüsü, devrim tehlikeye girebilirdi. Atatürk hiç tereddüt etmedi. Üç ayın sonunda denemeye son verdi. İnönü’nün 14 yıl sonunda Topkapı’da linç edilmekten ancak kurtulduktan sonra neyin ne olduğunu anlamamış olması olanaksızdı. Atatürk’ün 1930’da devrimi seçmesi gibi, o da devrimi seçebilir, Yücel, Tonguç ve Ökten’le Köy Enstitüleri’ni, halkevlerini canlandırabilirdi. Ama o, çok-partililikte ısrar edecek, Türkiye daha nice facialara sahne olacaktı. Demek ki “Hata” değil “Büyük Hata” da karşı devrimde, Orta Çağ’da direnilecekti.
1945 öncesinde Atatürk’ün sağ kolu ve 1938 sonrasında Köy Enstitüleri kahramanı olan Devrimci İnönü 1945’te Statükocu İnönü’ye dönüştü. Atatürk Devrimi rafa kalktı. Bağımsızlığımız bir ölçüde eksildi. Emperyalizmin sillelerini yemeye başladık. İlericiler yine de İnönü’ye bakıyorlardı. Oysa Atatürk Devrimcisi İnönü yoktu artık. Devrim bayrağı sosyalizmin eline geçmişti. Fakat sosyalizmin kökü dışarıdaydı. Gelişmiş ülkelerin, sanayi ortamının bir ürünüydü. O yüzden bizde yayılamıyor, seçimlerde bir varlık gösteremiyordu.
Fakat 1965 seçimlerinden önce Mehmet Ali Aybar önderliğindeki Türkiye İşçi Partisi (TİP) parlak gibi görünen bir gelişme gösterince İnönü telaşa kapıldı. CHP’li seçmenin TİP’e kayacağını sanarak seçimler yaklaşırken normal olarak hiç benimsemeyeceği bir tutum aldı. CHP’nin ortanın solunda olduğunu ilan etti. Seçimlerde TİP yalnızca %3 oy kazanınca ve kimi CHP’li seçmenler “Eyvah, CHP komünist mi oluyor?” diye oy vermeyince ortanın solundan vazgeçti. Ama CHP’nin genel sekreteri Bülent Ecevit samimi bir devrimciydi. Ortanın solu kitabını bile yazmıştı. Kıbrıs’ta Barış Harekatı’nı yapan başbakan olarak ulusçuydu, yurtseverdi. Fakat maalesef pek Atatürkçü değildi. 1945 sonrası ikinci Statükocu İnönü gibi.
1945’ten sonra İnönü ve genel olarak aydın Türkiye, Tören Atatürkçüsüydü. Yani, aslında Atatürkçü değildiler. Kenan Evren bu uydurmacılığı uç noktalara vardırdı. Onun üzerine bir tepki doğdu. Gerçek, devrimci Atatürkçülük canlanmaya başladı. Atatürkçü Nadir Nadi “Ben Atatürkçü Değilim” diye yazdı (Yani, Evren Atatürkçüyse ben değilim demekti).
Felsefeciler (Bedia Akarsu, Suat Sinanoğlu, Macit Gökberk) Atatürkçülüğü bir aydınlanma hareketi olarak tanımladılar. 19 Mayıs 1989’da Muammer Aksoy Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. Dernek Türkiye’ye yayıldı. Kuruluştan sonra bir yıl bile geçmeden Aksoy “faili meçhul” bir suikast sonucu öldürüldü. ABD emperyalizmi el koymak istediği ülkelerde aydınları böyle öldürme siyaseti izliyordu. Türkiye’de de nice Atatürkçü aydın öldürüldü. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluşundan sonraki büyük devrimci hamle 19 Mayıs 2006’da Türkiye Gençlik Birliği’nin kurulmasıdır. Atatürk Cumhuriyeti gençliğe emanet ederken çok isabetli bir iş yapmıştı.
Zaman geçtikçe Tören Atatürkçülüğünün gerçek Atatürkçülük ile fazla bir ilintisi olmadığı, gerçek Atatürkçülüğün aydınlanma, bütünsel (topyekûn) kalkınma, altıoktan oluşan, bu ülkenin gerçekleriyle tastamam uyuşan bir felsefe, program, ideoloji olduğu ortaya çıktı. Devrimci insanlar komünizm-sosyalizm-sosyal demokrasinin ülke gerçekleriyle tam bağdaşmadığı, oysa devrimin bu topraklarda yetişmiş, yerli olması gerektiğini gördüler. Bilimsel sosyalist olup vatan şiarını benimseyerek sağlıklı bir sentez geliştiren Doğu Perinçek ve arkadaşları bu konuda örnek oldular.
Büyük hata yüzünden 1945’ten sonra çok vakit yitirdik, büyük tehlikeler geçirdik ve geçirmekteyiz. Bir an önce tek kurtuluş yolu olan Atatürk Devrimi’ne içtenlikle sarılmamız gerekiyor.
Yaşasın Atatürk Devrimi!
Yaşasın Atatürk Devriminin günümüzdeki baş savunucuları, Atatürkçü Düşünce Derneği, Türkiye Gençlik Birliği, Vatan Partisi!
Not: Bu yazı Bilim ve Ütopya Dergisi'nin Ocak 2023 sayısında yayımlanmıştır.