21 Kasım 2024 Perşembe
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bavulunuzu alın, İran’a gidin!

Bir ekonomik ve politik hayal kuralım bu yazıyı anlamak için: Herhangi bir sebeple, Türkiye’ye yaptırım uyguluyorlar. Kim mi? Elbette ABD ve Avrupa Birliği.  Sebebi her şey olabilir

Bavulunuzu alın, İran’a gidin!
LATİF BOLAT

Çünkü geçmişte de bizim bağımsız bir devlet olarak yaptığımız herhangi bir şeyi beğenmeyip, defalarca yaptırıma uğramadık mı? İşte bu yaptırımları kırk ile çarpın. Yani kırk yıllık hemen hemen hiç bitmeyen ve hatta genişletilen bir yaptırım programının altında yaşamak zorunda bırakılan bir ülkesiniz.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 1

Aklınıza gelen her şey konusunda yaptırımlar altındasınız ve hemen hiçbir şeyi alıp satamamaktasınız. Bunun küçük bir örneğini, Kıbrıs Barış Harekâtı ertesinde yaşamıştık, hatırlayanlar hatırlar. O günlerin kırk katını, kırk senedir yaşadığımızı düşünün Türkiye’mizde. Belki de yaşayamadığımızı düşünün demek daha doğru olacaktır. Çünkü, milletimizin sabır ve şükür derecesindeki müthiş azalmayı göz önüne alırsanız, bırakınız kırk seneyi, kırk ay bile böyle genel bir yaptırım programı altında yaşam sürdüremeyecektir Türk milleti. Bizim bu konuda abartılı bir yargı yaptığımızı düşünüyorsanız, en yakın akrabalarınızın, aynı apartmandaki komşularınızın, ya da aynı yerde çalıştığınız iş arkadaşlarınızın, şu ya da bu sebeple bitmek tükenmek bilmeyen şikayetlerini hatırlayıveriniz bir dakikalığına. Ellerindeki hemen hiçbirşeyi beğenmeyen, sürekli daha iyisine layık olduğunu ve bunu da fazla çaba harcamadan elde etmeye layık olduğunu düşünen ve hatta buna iman etmişçesine inanan bir millet haline geldiğimiz hükmüne itiraz eden olmayacaktır sanırım. Çünkü, herkes herkesin bu hallerini eleştirirken, kimse aynaya bir kere bile olsun bakmamakta, ne de olsa.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 2

TEBRİZ CADDELERİNE BİR BAKIŞ

Bu girişten sonra, sizi İran’ın Tebriz şehrindeki bir caddeye götürelim. Bunu kırk senelik bir yaptırımın İran ve Türkiye açısından ne anlama gelebileceğini göstermek için yapacağız. Caddenin kenarındaki ağaçlar altında bir kafeye oturup geçen trafiğe bakalım:

İlk dikkatinizi çekecek olan görüntü, yoldan geçen hiç Mersedes, BMV, Audi veya Volvo adlarındaki lüks markaların olmaması. Bizde olsa geçen her 3 arabadan biri bu lüks markalardan olurdu.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 3

Onun yerine, Türkiye’de adını bile duymadığımız, oldukça mütevazı küçük arabalar birbiri ardınca sıralanmakta. İstanbul trafiğine benzeyen bir kalabalıkta, okuyabildiğiniz araba markalarını hayatınızda hiç duymadığınıza bahse gireriz: SAİPA’nın binbir türlü modelleri. Atlas, Shahin, Arya, Sahand, Tiba, Saina, Cerato bunlardan bizim oturduğumuz kafeden gözlemleyebildiklerimiz. Bazıları da Chery ve öteki Çin Halk Cumhuriyeti markalarının ürünleri.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 4

Çünkü bugün bile, İran otomobil endüstrisinde 13 kamu ve özel otomobil üretim şirketi mevcuttur! Bunlardan, İran Khodro ve Saipa milli üretimin yüzde 94’ünü yapmaktalar. Paykan markası bu şirketlerin en çok satan arabasıydı. Ve İran Khodro, hala Asya’nın en büyük oto üreticilerinden. Dünya çapında İran oto endüstrisi listenin 20.sı olarak yerini almıştır ve her sene 1.6 milyon araba üretebilmektedir. Bu da İran’ın yıllık GDP denilen varlığının yüzde 10’unu bulmaktadır. Toplam üretim değeri 2022’de 35 milyar dolara ulaşmıştır. Karşısında rakip olamayanlar ise, bizim yollarımızı adeta işgal etmiş olan, Mersedes’ten BMW’ye bir dizi Batı üreticisidir.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 5

KAMUCULUĞUN MUTLAK GEREKLİLİĞİ

İran’daki tüm otomobillerin yüzde 54’u SAİPA, yüzde 46’sı ise İran Khodro tarafından üretiliyor. Ve İran devletinin bu şirketlerdeki hisseleri yüzde 40’a ulaşmakta. Yani bir Kamu yatırımı olarak ele alınmış olan bir otomobil üretimi mevcut İran caddelerinde. Bu ikili, Pars Khodro ile birlikte, Afrika, Latin Amerika ve Asya pazarında önemli rol oynamaya hazırlanmaktalar.

Elbette, İran’da otomobil sektöründe başka şirketler de bulunmakta. Mesela Azhitechs, Bahman, Raksh Khodro, Kerman Motors. Kish Khodro, Ranıran, Traktörsazı, Shahab Khodro otomobiller yanında, motosiklet, kamyonlar, tırlar, minibüsler, otobüsler üretmekte.

Kısacası, Tebriz’in en işlek caddelerinin üzerindeki kafede çayımızı içerken, kafamızın içinde, Anadolu şehirlerinin herhangi birindeki caddede yol alan otomobilleri gözümüzün önüne getirmeye çalışınca, şaşırıp kalıyoruz. Örneğin, aynı büyüklükteki Mersin şehrimizde, aynı büyüklükteki bir caddeden geçen araçların hemen hemen yarısı Mersedes, Audi ve BMW ya da Wolksvagen olurdu. Yani, Türk milletinin binbir emekle ürettiği milli gelirin önemli bir kısmı, bu tür Avrupa ve Amerika kaynaklı otomobillere harcanmakta. Vahşi kapitalizmin ve arsız küreselleşmenin sonucunda, kırk sene önce bisikletle işe giden bir babanın evlatları bile, utançlarından kendi çocukları tarafından, bu tür arabalara zorlanmaktalar bugün. Bakınız, bizdeki bir TOGG otomobili üzerinden kopartılan hengamenin seviyesizliğine! TOGG gibi yirmi adet Türk markası olsa keşke diyeceklerine, daha ilk günden beri akıl almaz itirazlarla, böylesine normal bir milli ekonomi girişimini aşağılayıp, vazgeçirmek istemekteler.

MİLLİ KÜLTÜR VE MİLLİ EKONOMİ EL ELE

Bir kere mütevaziliğinizi ve mantığınızı kaybettiğiniz zaman, yirmi bin sene önce mağarada yaşayan atalarımızdan bile geri hallere düşmek çok kolay oluyor. “En güzeli, en büyüğü, en kıymetlisi, en gösterişlisi, en tantanalisi” gibi en’lerle başlayan sıfatlara bir kez dadanmaya görün, gittikçe dibe düşülen bir çukurdan aşağıya doğru hızla yol alırsınız. Bu hem kişisel hem de millet bazında aynıdır. Ve maalesef, memleketimizin hemen her köşesini sarmış “bireycilik ve materyalizm” salgını ile, artık geri dönülemeyecek bir milli karakter bozukluğuna doğru yol almaktayız.

Burada, sadece otomobil sektörü konusunda, İran’a yaptığımız ziyaretin izlenimlerini anlatmaya ve kendi ülkemizle karşılaştırmaya çalıştık. Elbette Mülkiye’de eğitilmiş bir ekonomist olarak, gözlemlerimiz uydurma hayaller veya olmayacak arzular temelinde değil, birbirine çok benzeyen iki komşu ülkenin, gerçekçi bir karşılaştırmasına dayanmakta. Aslına bakarsanız milli kültür ve milli ekonomi mutlaka el ele gitmesi gereken iki ayrı tarafı olmakta, bir milletin bekasının. Çünkü bir ülke insanının milli karakteri, onun yaşamın her alanında alacağı kararların, yapacağı tercihlerin ve yaşayacağı günlük hayatın kalitesini belirleyecektir. Bu, kullandığınız otomobilde de giydiğiniz (ya da giymediğiniz) giysilerde de kendisini gösterecektir.

EY TÜRK İNSANI, GELDİĞİN YERİ UNUTMA SAKIN!

İran’da beş gün bile kalsanız, aylar boyu anlatacak anılar biriktirebilirsiniz. Yeter ki nereye ve neye bakacağınızı biliniz. Bakmak da yetmez, neden ve hangi amaçla baktığınızı da bilmeniz gerekir. Baktığınız yerde çöp görmek isterseniz, emin olunuz ki o çöp gözünüze görünür, hem de sizi kör edercesine.

Biz de üçüncü kere gittiğimiz ve sadece beş gün kalabildiğimiz İran konusundaki izlenimlerimize, bugünkü yazı ile ve şimdilik kaydı ile son vereceğiz. Çünkü, dünya o kadar hızla dönmeye başladı ki, üzerinde yorum yapmak gereken bir o kadar konu birikiyor her geçen gün.

Aslında, iki gün önce Türkiye Merkez Bankasının aldığı bir kararı, yaratıcı bir şekilde İran konusundaki bu son yazımıza bağlamak gerektiğini düşündük. Çünkü, bu karar, doğrudan Türk vatandaşlarının yurt dışı seyahatlerinde kullandıkları kredi kartlarına yapılan taksitlerin kaldırılması ile ilgiliydi. Yani daha iki gün öncesine kadar, cebinde bir kredi kartı olan her Türk vatandaşı, tur şirketlerinden Avrupa’ya tur satın alıp, bunu 3 taksitle ödeyebilmekteydi. Bu yeni alınan karar ile, yurt dışına dolar akışını önlemek için, taksitleri kaldırdılar. Dolayısı ile Londra, Paris, Roma, Madrid, Brüksel hayalleriyle bavul hazırlayanlar, iyice bir düşünmek zorunda kalacaklar.

Bu düşünce sürecinde, bizim yapacağımız bir öneri var böyle Avrupa’da tatil hayalleri ile bavul hazırlayan vatandaşlarımıza: Bavulunuzu alın, İran’a gidin!

SADECE SEYAHAT YÖNÜNÜZÜ DEĞİŞTİRİN: DOĞU’YA!

Şimdi ne alaka diye kaslarını çatıp, önerimizi küçümseyenleri görür gibiyiz. Londra, Paris, Eyfel Kulesi, Amsterdam’ın kırmızı ışıklı caddeleri dururken, İran’a gitmek de ne oluyor? Nereden icap etti bu?

Açıklayalım, neden böyle bir öneri yapmakta olduğumuzu. Bu arada, bilgi için, Avrupa’nın ve ABD’nin hemen her şehrini defalarca ziyaret etmiş, hatta onların en önemli ve meşhur yerlerinde 40 seneye yakın yaşamış biri olarak, İran’a gidilmesi çağrısı yaptığımı da ifade edeyim ki, Avrupa hakkında bilgisiz ve görgüsüz olduğum zannedilmesin.

Bu önerimizin sebeplerinden birincisi, İran hemen kapı komşumuzdur. Yani uzaklık bakımından, öyle Londra gibi, Paris gibi, saatlerce uçmak zorunda değilsiniz. Hatta, biraz daha maceracı iseniz ve seyahatlerin en unutulmazlarının, araba ile yapıldığını hatırlayanlardansanız, İran daha da kolay gidilen bir komşudur. İran’a açılan bir sürü sınır kapımız vardır ve gerek arabanızla gerekse otobüslerle bu kapılardan kolaylıkla İran’ın her yerine girebilirsiniz. Bu arada, belirtelim ki İran’da benzin sudan da ucuz denilebilir!

BURNU KOCAMAN AVRUPA’DAN MÜTEVAZI DOĞU’YA

İkincisi, İran devletinin burnu, Avrupa Birlikçilerinki gibi kocaman değildir. Yani Shengen filan diye de adlandırdıkları o “ulaşılamaz” ve “her babayiğide nasip olamayan” bir vize hikayesi de uydurmamışlardır İranlılar. Özellikle de komşuları biz Türkler için, ellerinden gelen tüm kolaylıkları gösterip sadece pasaportunuza bir göz atıp “hoş geldiniz” derler! Londra’nın Heathrow Havaalanının gümrük kuyruğundaki gibi, “ya vizemde hatalı bir şey bulurlar ve beni İngiltere’ye almazlarsa!” türünden endişelerle soğuk ter dökmeniz de gerekmez İran’da. Kendinizi aynen Ankara Esenboğa havaalanındaymışsınız gibi rahat ve evde hissederek girersiniz Tahran’a ya da Tebriz’e ya da Meşhed’e.

Bir de düşünün ki, zar zor da olsa Londra’ya gidebildiniz. Yüksek kültürlüsünüz ya, British Museum’a gitmeden olmaz. Oradaki Irak’tan, Türkiye’den, İran’dan, Hindistan’dan çalınan derme toplama eserleri görmek boynunuzun borcu ya! İstanbul’a döndüğünüzde, Kadıköy’deki kafelerde 50 liraya içeceğiniz kahvelere eşlik edecek bir miktar Londra hatırası toplamak zorundasınız. Ya da Instagram’a koyacak, ağzınızın kulaklarınıza kadar uzadığı bir fotoğraf çektirmeniz gerek Eyfel’in, Louvre Müzesinin önünde.

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 6

ÇALINTI ESERLERİN ASLINA GİTMEK

British Müzesinin, önünde fotoğraf çektirdiğiniz o Asur, Babil, Akamenid çalıntı eserlerinin ana yurdu olan İran’ın kendisine, rahatlıkla gidebileceğinizi hiç düşündünüz mü? Aslında, bu eserlerin yaratıldığı ve binlerce sene boyunca, İngilizler ya da Fransızların çalıp Londra’ya veya Paris’e götürmelerine kadar, ev sahipliği yapıldığı yerleri şahsen ve bizzat ziyaret edebilirsiniz. Facebook’ta sürekli olarak kopyala-yapıştır modası ile kullandığınız o güzelim “rubailerin” şairi Hayyam’a olan borcunuzu, Nişabur’un kenar mahallelerinden birindeki anıt-mezarına gidip, onun “halet-i ruhiyesini” hissederek, asırlık çınarlar altında çay içerken ödeme imkânı da sağlayabilir böyle bir İran ziyareti.

Üçüncüsü, bir Türk olarak, insan bugün ikamet ettiği Anadolu’ya nereden geldiğini ve nasıl geldiğini merak etmez mi? Hep deriz ya, Türkler Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya gelip burasını yurt edindiler. O yüzbinlerce insan, Selçuk Beyin önderliğinde, Boeing 747’leri doldurup da mı geldi Malazgirt’e, Konya’ya? Devletin en tepesinden, köy kahvesindeki çiftçiye kadar, her ağzını açanın “bizler Yunus Emre’nin, Mevlana’nın torunlarıyız” dedikleri bir memlekette, bu iki muhteşem insanın fiili ve ruhani olarak geldiği bir yer yok mudur haritada? Yani, onlar Konya’da ya da Eskişehir’de birdenbire ortaya çıkıp, dünyanın en büyük tasavvuf erlerinden mi oluverdiler?

Bavulunuzu alın, İran’a gidin! - Resim : 7

KONYA’DAN ÖNCE DE SELÇUKLULAR VARDI

Ya da oğlan çocuklarımıza “daha erkekçe” olsunlar diye, Cengiz ve Atilla’nın yanı sıra, adını koyduğumuz Alpaslan’ın tarihi başkentinin Ankara olduğunu mu zannetmektesiniz? Nizamülmülk o ilim ve irfan yuvaları sayılan muhteşem medreselerini, Sivas ya da İzmir’de mi kurmuştu ki? İsfahan, Shiraz, Nişabur, Tebriz, Erdebil isimleri bir Türk insanı olarak, size hiç mi birşey hatırlatıp, yad ettirmemekte?

İki kadeh rakı üzerine solculuğunuz tuttuğunda, hemen “Ben melamet hırkasını kendim geydim kendime” diye başlayıp Haydar, Haydar diye nara attığınız nefesin şairi Seyyid Nesimi’nin de Tebriz’in tepelerinde bu şiirlere ilham bulduğunu hiç düşünüyor musunuz? Sekiz yüz senedir Anadolu’nun irfan sembollerinden olan Hacı Bektaş Veli’nin ve tüm diğer Horasan Erenlerinin, bizim Erzurum’un küçük ilçesi, bizim Horasan’dan mı geldiklerini hayal etmektesiniz?

Tüm bu sorulara düzgün cevap verebildiyseniz veya veremeyip vermek istemekteyseniz, size bir müjdemiz daha var: İran’a seyahat, Londra’ya ya da Paris’e yolculuğa harcayacağınızın ancak çok küçük bir parçası kadar cüzdanınızı rahatsız edecektir. Hatta cebinizdeki Türk lirası bile geçerli olacaktır alışverişlerinizde. Ve karşılığında, İngilizlerin kendilerinin de dalga geçtiği “kızarmış balık ve patates cipsi” türünden yemekler değil, İranlıların chelo kebapları, biryanileri, aklınıza gelecek her türlü meyveden üretilmiş pestilleri, macunları gittiğiniz en küçük kasabada bile sizi tatlılıkla karşılayacaktır.

KAŞGAYLAR, AFŞARLAR, AZERİLER, TÜRKMENLER: AÇ KALMAZSINIZ!

En önemlisini de en sona bıraktık bu konuda: İran bizim Türklerin iki yüz sene eğleştiği, başkentler kurduğu, İpek Yolu üzerinde en muhteşem kervansarayları ve çarşıları inşa ettiği bir toprak. Evet, bazılarımız Anadolu’ya doğru devam etmişiz, Ertuğrul Gazi ve diğerlerinin peşinden. Ama bir o kadarımız da yola devam etmeyip İran yaylalarını, bozkırlarını, şehirlerini ve köylerini evsinmiş ve oralarda yaşam kurmuşuz. İsfahan’dan Tebriz’e, Tahran’dan Şiraz’a sıkıntıya düştüğünüz her an, sadece Türkçe konuşarak anlaşabileceğiniz bir yer İran. Öyle Paris’teki burnu büyük Fransızların, bizim mükemmele yakın İngilizcemize bile cevap vermediği bir kostaklık yok bu topraklarda. Doğu toplumlarının en güzel özelliği olan mütevazilik, hala geçer akçe İran’ın çoğu yerinde. Birçok konuda, eski Türkiye’yi hatırlamak isterseniz, gidip de ana ve babanızın nesillerinin hayat felsefesinin pratikte nasıl olduğunu görebilme şansınız olacaktır. Bu bile, tek başına yeterli bir sebep olmalı İran’a bir veya daha fazla ziyaret için! Güle güle diyelim daha şimdiden size.

İran Tahran