Bilim ve siyaset arasına sıkışan virüs: Korona
Medya, kişisel görüşlerden geçilmiyor. Kovid 19’la ilgili açıklama yapanların arkasındaki destekleyici verileri de ortaya koyması ve medyaya vermesi lazım. Salgının üstesinden gelmek için bilim, medya, toplum üçgeninde herkesin üstüne düşeni yapması, bu üçgenin iş birliği içinde çalışması gerekir.
Dördüncüsü bu yıl 17-18 Kasım tarihleri arasında yapılan Beslenme ve Sağlık İletişimi Konferansı Sabri Ülker Vakfı’nın misyonunu çok iyi yansıtan bir etkinlik. Konferans beslenme ve sağlık iletişimi konusunda güncel bilimsel bilgiyi sağlık ve medya profesyonelleri ile paylaşmayı, bu konuda öğrencileri, meraklı genç akademisyenleri ve kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlayan bir program ve oldukça da ilgi görüyor. Sağlık profesyonelleri, akademisyenler, beslenme ve diyetetik bölümü öğrencileri, medya profesyonelleri başta olmak üzere bu yıl online izleyici sayısı tam 8 bin kişi olmuş. Konferansları çevrimiçi gerçekleştirmek artık yeni normalimiz oldu. Seneye hem online hem offline yapabilir ve on binlerce katılımcı sağlarız. Hedeflmiz hep daha iyiye, hep daha ileriye
Konferansta ilk konuşmacı Bilim Kurulu üyesi Prof. Serhat Ünal’dı. Hocamız bulaşıcı hastalıklar ve mikrobiyoloji alanında çalışan, yurtiçinde ve yurtdışında çok sayıda makalesi ve ödülü olan değerli bir bilim insanı. Önce insanlığın yüzyıllar boyu veba, kolera, sıtma, SARS gibi birçok bulaşıcı hastalıkla mücadele ettiğini dolayısıyla koronavirüsün aslında sürpriz bir hastalık olmadığını söyledi. Dünya koronavirüs salgınına karşı iş birliği yapıyor ama gelinen nokta itibarıyla salgının henüz durdurulamadığını ve salgının durdurulması için maske, mesafe ve el hijyenin şart olduğunun altını bir kez daha çizdi. Ve dünyada bu tedbirler düzgün bir şekilde uygulanamadığı için salgının durdurulamadığına da vurgu yaptı. “Virüsün mutasyona uğraması, sürü bağışıklığı, etkin tedavi ve ilaç gibi seçenekler konuşulsa da bu iş aşıyla hallolacak gibi duruyor” müjdesini verdi. Sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Aşıda umut var ama bağışıklık sistemimizi güçlü tutmak da çok önemli. Koronavirüs dünyayı yakıp yıkmaya devam ediyor. Maske, mesafe ve el hijyeninden vazgeçemeyiz. Temel sağlıklı yaşam kurallarını unutmamamız gerekiyor. Düzenli sağlık kontrolleri, mümkünse stresten uzak durmak, düzenli egzersiz yapmak, düzenli uyku, sağlıklı ve dengeli beslenmek çok önemli. Sağlıklı bir vücut, sağlıklı bir immün sistemi anlamına geliyor. İyi çalışan bir immün sistem de koronavirüs başta olmak üzere tüm hastalıklara karşı en önemli güç aslında. C ve D vitaminlerinin bu hastalıkla mücadelede son derece önem taşıdığı bilimsel olarak kanıtlandı. Bu vitaminlere ek olarak yer vermek de oldukça önemli”. Ben hocamızın söylediği tüm önerilere uyuyorum ve herkesden de uymasını bekliyorum çünkü başkalarının sağlığını çok önemsiyorum.
SOSYAL MEDYA İŞLERİ KARIŞTIRIYOR
Dr. Julian D. Stowell diğer konuşmacılardan biriydi. Stowell Hoca yıllardır Sabri Ülker Vakfı Bilim Kurulu Üyesi olarak görev yapıyor. Kendisi yiyecek ve ilaç sanayinde İngiltere’de 40 yıllık deneyime sahip bir biokimya uzmanı. Her gün sayısız spekülatif koronavirüs haberiyle karşılaştığımızı, koronavirüsün bir taraftan bilim ve politika arasında sıkıştığını, diğer yandan ekonomi ve halk sağlığı arasında gidip geldiğini söyleyerek başladığı konuşmasında “Bilimsel verilerin olgunlaşması için zaman gerekir, dolayısıyla Kovid konusunda da açıklamalar yaparken bilim insanları da bu konuda dikkatli olmalıdır” vurgusu çok önemliydi. Pfizer’ın 2020 sonuna kadar 50 milyon doz Kovid-19 aşısı üretilebileceğini açıkladığı söyleyen Stowell Bey, “Aşı çalışmaları sağlıklı bireylerde yapılıyor. Peki bir sağlık sorunu olan bireylerde bu aşının etkileri nasıl olacak? Acaba aşı virüsün yayılmasını mı azaltıyor veya vücuda bulaştıktan sonra vücutta çoğalmasını mı yavaşlatıyor? Farklı yaş gruplarındaki sonuçlar nasıldır? Bu sorular için henüz yeterli bilimsel veri bulunmuyor ve çalışmalar devam ediyor. Ayrıca aşının -75 derecede soğuk zincirle taşınması gerekiyor. Bu da ayrı bir nokta. Bağımsız araştırmacıların inceleyip onayladığı verileri bilimsel veri olarak ele almak lazım. Örneğin Oxford aşısı farklı yöntemle geliştirilen bir aşı ve saklama koşulları daha uygun” dedi.
Harvard Sağlık İletişimi Profesörü K. Vish Viswanath bilimin ilerlemesinin yaşam süremizi uzattığını ve yaşam biçimlerimizi değiştirdiğini söyleyerek konuşmasını açtı. Sağlık iletişiminin zorlaşmasının nedenini yanlış ve eksik bilginin çok yaygın paylaşılır halde gelmesine bağladı. Akıllı telefonlar, tabletlerin çoğalmasının yanlış ve eksik bilgi yayılmasına büyük katkı yaptığına vurgu yaptı. İşleri karıştıran diğer önemli unsurun sosyal medya olduğunu belirterek, sosyal medyanın hem pozitif hem de negatif etkilerini sıraladı. İnsanların online platformlarda gün geçtikçe daha fazla zaman geçirdiklerini ve dünyada 3,75 milyar insanın akıllı telefonu etkin şekilde kullandığını belirterek konuşmasını şöyle bitirdi: “Aslında bilgi akışını kontrol eden ve işleyen bir mekanizma bu platformda yok. Böyle bir mekanizma olmayınca da eksik ve yanlış bilgi ana akım haline geliyor. Bilgi iletişimle eş değildir ve bilgiyi çok üretmek herkes tarafından anlaşılmak anlamına gelmiyor. Her gün yeni bir bilimsel çalışma çıkıyor ve önceki çalışmalardaki bilgi ile çelişebiliyor. Bir de üzerine sosyal medyayı eklediğimizde bilgi oldukça değişerek aktarılıyor. Sağlık bilgisinin yapısı tamamen etkileniyor. Gazeteciler daha çok anekdot tadında haberler paylaşırken, insanlar üzerlerine gelen bilgi bombardımanını yönetemiyor. İnsanlara kansere ne yol açar diye sorduğunuzda neredeyse her şeyi sıralıyor.“
Daha sonra ekrana gelen Aaarhus Üniversitesi Yiyecek ve Zirai Pazarlama Profesörlerinden Klaus G. Grunert Hoca ise sağlık iletişiminin “anlaşılır bilgilendirme” yönü üzerinde durdu. Özellikle pandemi döneminde sağlık iletişiminin daha da zorlaştığını ve insanların hangi gıdanın kendileri için iyi veya kötü olduğunu bilmeye hakları olduğunu, bu bilgilerin ulaşılabilir olması gerektiğini anlattı. Danimarka’da yapılan bir araştırmada, beslenme kılavuzlarının insanlar tarafından nasıl anlaşıldığının sorgulandığını ve insanların sadece üçte birinin genellikle cevapları verebildikleri ortaya çıktı. Genel tavsiyelerin doğru anlaşıldığını ama insanların ne kadar balık yemeleri gerektiği gibi detayları anlamadıklarını söyledi. Önerisi de şu oldu: “Kılavuzlarda bilginin daha kısa ve anlaşılır şekilde verilmesi gerekiyor. Böylece daha doğru bilgi edinilmesi sağlanabilir. Anlamak aktif bir süreçtir. Bir mesajı anlamak için önceki bilgilerimize başvururuz. Bu nedenle her insan farklı bir anlam çıkartır. Çoğu insan detayları ve teknik bilgiyi anlamakta zorluk yaşıyor. Bu nedenle karmaşık ifadeleri anlamakta zorlanıp internette arıyor ve daha çok kafası karışıyor. Daha detaylı bilgi vermek bu nedenle her zaman daha iyi olmayabilir ve detaylarda kaybolunmasına neden olabiliyor.”
BİLİM-MEDYA-TOPLUM ÜÇGENİ
Gerçekten de hem Stowell hem Wiswanath hem de Grunert hocaların dedikleri Kovid-19’da gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Kovid-19 ile ilgili her yerde çok sayıda inceleme ve değerlendirme bulunuyor. Pek çok şehir efsanesi de promosyon olarak geliyor. Covid-19 ile ilgili yapılan tüm faaliyet ve iletişim çalışmalarında bilimi temel almak gerektiği kesin. Sabri Ülker Vakfı’nın gıda ve beslenme konusunda “Bilim Bunu Konuşuyor” kitapları var, internet sitesinde böyle bir bölüm var, sadece geçerli ve güvenilir araştırma sonuçlarına yer veriyor. Belki de bu bölümü bir süre “Kovid-19’la ilgili Bilim Bunu Konuşuyor” yapmalıyız. Hâlâ medya kişisel görüşlerden geçilmiyor. Kovid 19’la ilgili bir açıklama yapanın arkasındaki destekleyici verileri de ortaya koyması ve medyaya vermesi lazım. Pandeminin üstesinden gelmek için bilim, medya, toplum üçgeninde herkesin üstüne düşüne yapması, bu üçgenin işbirliği içinde çalışması gerekir diye düşünüyorum.
Deniz Ülke Arıboğan Hoca konuşmasında çok önemli bir konuya parmak bastı. “Komplo teorileri ve gerçek arasında bir benzerlik olabiliyor. İkisini ayırmak zor olabiliyor. Twitter örneğin yalan dünyası. Yalan ve doğrunun ayırt edilemediği bir hiper gerçeklik içerisine girilmesini sağlıyor.” Anımsarsanız bir zamanlar ben de işte yaratılan bu yalan dünyanın toplum ve insan hayatına verdiği zararlar nedeniyle biraz da ironi olsun diye sosyal medyaya TC kimlik numarası ile girilmesi gerektiğini önermiştim. Moda deyimiyle, twitter o gün sallandı! Daha sonra herkes benimle aynı noktaya geldi, bu konuda bir takım yasal düzenlemeler yapıldı. Şu anda birçok sosyal medya hesap açmak için telefon numrasını şart koşuyor ama “isimsizlikten, avatardan” beslenen bir sosyal medya ekonomisi olduğu için “özgürlük adı” altında bu alan hâlâ korunuyor. Ama sosyal medyanın yararları yanında, verdiği zararları da ortada...
Deniz Hoca şöyle devam etti: “Zehirli bilgi dediğimiz bir konu var; yayılmaya çalışılan bilgiyi toplumsal anlamda itibarsızlaştırma durumu aslında bu. Bilim insanı medya ile birlikte davranıyorsa bu bilimin aşağılanması olarak tanımlanmaya başladı.” Hoca daha sonra bilimsel yayınların okunmadığını bilimsel bilginin topluma ulaşmaması gibi bir durum söz konusu olduğunu vurguladı. Bilimin bu noktada tıkandığını, bilgilerin akademisyenler arasında kapalı bir alanda kaldığından söz etti. “Bilginin ulaşma hızı, artık eskisi gibi değil, inanılmaz az bir süre içerisinde yanlış bilginin büyük kitlelere ulaşmasının söz konusu” olduğunu söyledi. Katılıyorum, Sabri Ülker Vakfı’nda “Bilim Bunu Konuşuyor” projesini başlatmamızın tam de nedeni buydu işte. İstedik ki bilimsel yayınlardaki bilim adamlarının anlayacağı dilde yazılan bilgileri halkın anlayacağı dile getirelim ve daha fazla insanın yararlanmasını sağlayalım. Bu zamana kadar da çok da başarılı olduğumuzu düşünüyorum.
Deniz Hoca sözlerini şöyle bitirdi: “Dünyanın en özgür olmayan ülkesi Çin ama bilim orada gelişebiliyor. Yani bence önemli olan vizyondur. Bir yerde ışık varsa orada gölgesi de vardır. Bizde gölge var ışık yok. İnsanları ürküten bir korku ortamı var ve bunun ortadan kaldırılması lazım. Üniversite dediğimiz şey bilimin önünü açacak bir etken değil. Her şehre üniversitesi açılınca bilimi geliştirmek yerine o şehri turistik anlamda geliştirmiş oluyoruz aslında. İşi sadece üniversitelere bırakmamak lazım.” Bu noktada ben de görüşümü paylaşayım. Gerçekten de dünyanın birçok ülkesinde otoriterlikten şikayet eden geniş kitleler “demokrasiyi” dillerine pelesenk etmişken dünyanın en otoriter ülkesi Çin’in ekonomide de başarıdan başarıya koşması ilginç değil midir? Yoksa mesele demokrasi ya da otoriterlik değil de “yüksek seviye yönetim standardı” olmasın, hadi biz ona şimdilerde “governance” diyoruz! DEVAM EDECEK
NOT: Murat Ülker’in Linkedin hesabından alınmıştır.