Bir atlet olamamanın erken öyküleri
Efsaneler hissetmiş midir bilmem, atletizm sahalarında onlarla antrenman zamanlarını paylaşmak bile, bizlere tarif edilmez bir gurur vermiştir. Onlar gibi uçarak koşmak, onlar gibi sonsuz bir enerjiyle maratonu tamamlamak, onlar gibi süzülerek çıtaları aşmak istedik. Kimimiz bunu başardık
Hem yüksek atlamada Buse Savaşkan’ın, hem de sırıkla yüksek atlamada Ersu Şaşma’nın Paris Olimpiyatı’nda finale kalmaları milli takımımız için olimpiyatlarda bir ilki yaşatırken, beni de çok eski anılarıma götürdü. Bu anılar, olimpiyatların çocukluğumuzda spora başlamamızda ne kadar önemli rol oynadığının da bir hatırlatıcısıydı. Jenerik müzikleri hala kulaklarımda çınlayan o olimpiyatlar, bize sporun sadece futboldan ibaret olmadığını fark göstermişti.
Yıllar ilerledikçe, olimpiyatların sadece bana değil, birçok şampiyon ve rekortmen sporcunun da hayatına dokunduğuna tanık oldum. Olimpiyatlarda beni en çok etkileyen dal olan atletizme ilgim ilkokul çağıma rastlar. O zamanlar, hem mahallenin futbol takımıyla toprak sahada, hem de sokaklarda yorulmak bilmeden koşardım. Toprak saha ve asfalt yollar dar gelmeye başlayınca da, yakınımızdaki Kurtuluş Parkı’nın çevresinde koşmaya başladım (haritadan hesapladım, 1450 metreymiş). Koşmayı seviyordum da, bu koşuların bir gün işime yarayacağını hiç düşünmemiştim. Ama her şeyin bir zamanı varmış…
MUKAVVADAN MADALYA
İlkokul dönemimde, düzenlediği etkinliklerle sınıfımızda popüler olmuş bir arkadaşımız vardı, adı Erkan’dı. Nereden estiyse, bir gün sınıfın kızları arasında güzellik yarışması düzenledi. Bu esintinin sebebi, belki 1970 yılında düzenlenen ve ilk kez siyahi bir kadının kazandığı dünya güzellik yarışmasıydı, belki de 1971’de Avrupa güzellik yarışmasında Filiz Vural’ın birinci olmasıydı.
Kısacası, o yıllarda güzellik yarışmalarının bir popülerliği vardı. Sınıfımızdaki güzellik yarışması için önce adaylar belirlendi, adayların dışındakiler de jüri oldu. Herkes bir parça defter sayfası kopartarak, kendilerine göre en güzel kız için oy kullandı. Sonunda, ilk üç güzel belli oldu ve derece alanlara okulun yanındaki bahçeden kopartılmış papatyalar verildi. Yanlış hatırlamıyorsam, birinci Serap, ikinci İnci olmuştu, üçüncüyü hatırlayamıyorum (beni affetsin). Ne yalan söyleyeyim, Erkan iyi bir organizasyon yapmıştı ve bu tarafıyla insanı sinir ediyordu (ya da sadece beni).
Organizatör Erkan, düzenlediği bu güzellik yarışmasıyla birlikte popülerlikte zirve yapmıştı. Ama bu kadarı ona yetmemişti. Güzellik yarışmasında derece alan kızları da yanına alarak, başka bir etkinlik daha düzenledi. Bu sefer sıra erkeklerindi ve koşu yarışması düzenlenmesine karar verildi. Erkan yine başrolü oynuyordu, çünkü koşu konusunda da iddialıydı. İlk üç derecenin töreni için mukavvadan madalyalar hazırlanmış, boyuna asılması için kurdele yerine kınnap ipleri takılmıştı. Birincilik madalyası diğerlerine göre gayet düzgün kesilmişti ve ortasına da özenle “1” rakamı yazılarak daha da cazip hale gelmişti. Gün gelip çattı, koşu Kurtuluş Parkı’nın çevresinde yapılacaktı.
Hafta sonuydu ve bütün sınıf oradaydı. Startla birlikte Erkan, çevresindeki birkaç etkinlik çocuğuyla birlikte öne fırladı. Bir müddet sonra Erkan onları geçti ve yarışı önde götürmeye başladı. Bu durum, yarışın son çeyreğine kadar böyle sürdü. Artık sıra bana gelmişti. İçimden “senin popülerliğin buraya kadar” diyerek depar attım ve önüne geçtim. Artık yorulmuş olan Erkan’a fark atmış ve yarışı birinci bitirmiştim. Kimse benim gibi birisinden bu sonucu beklenmiyordu ve Erkan’ın da karizması çizilmişti. Ama benim bir beklentim vardı: madalya töreni ve mukavvadan birincilik madalyası. Yanılmışım, ertesi gün sınıfa girdiğimde çıt çıkmıyordu, sanki yarış hiç olmamıştı. Biraz sonra öğretmenimiz geldi ve: “çıkarın kağıtları sınav yapacağım” dedi… Beklentilerimin yerini, sonucu hüsran olan sürpriz bir sınav almıştı…
Yıllar sonra Ankara Kızılay’da bir otobüs durağında Serap’ı gördüm. Boyu kısa kalmıştı, yüzünü sivilceler basmıştı. Gözüme güzel görünmedi, içimden: “biz bu kızı mı birinci seçmiştik” diye düşündüm. Sonra, nedense mukavva madalyayı hatırladım. Otobüsüm gelmişti, arkama bile bakmadan bindim ve gittim…
METAL ÇAY KUTUSU KAPAĞINDAN MADALYA
Ortaokuldayken 1972 Münih Olimpiyatları bir dönüm noktasıydı sanki ve çok etkilenmiştim. Özellikle de, yüksek atlama yarışlarındaki, çok estetik bulduğum ve havada süzülür gibi mindere inilen Fosbury stili atlayıştan. Bu tekniği ilk defa, 1968 Meksika Olimpiyatları’nda bu dalda şampiyon olan Dick Fosbury kullanmış ve moda olmuştu.
72 Münih Olimpiyatları’nda ise, yüksek atlamadaki atletlerin neredeyse 4’te 3’ü de bu teknikle yarışmıştı. Zaten, diğer eski ve kısıtlı olan “makaslama” ve “binme” stilleriyle daha fazla yükselmek olanaksızdı. Bugünkü yüksek atlamacıların tamamının kullandığı “Fosbury” stili ise sürekli geliştirilmeye uygun olan stildi. Münih Olimpiyatı biter bitmez, kendi olimpiyatlarımı yapmaya karar verdim.
Bahçemizde uygun bir boşluk bulup, evden aldığım don lastiğiyle bir ucunu pencere korkuluğuna, diğer ucunu ağaç dalına bağlayarak yüksek atlama yapmaya başladım. Yüksekliğini ayarlayabilmek için hem pencere korkuluklarına, hem de ağaç dalına tebeşirle santimetreleri yazmıştım. Ayaküstü toprak zemine konmam gerektiği için, atlama stili olarak mecburen ilkel bir stil olan “makaslama” stilini kullanıyordum.
Bu stille, 1.20 metreye kadar atlayabiliyordum. Ancak, mahallede bu spor dalıyla hiç ilgilenen çıkmamıştı, doğal olarak rakibim de olmadı. Bu nedenle, teneke çay kutusunun (markası Kamelya ya da Filiz’di) metal kapağından yaptığım madalyayı da hiç takamadım. Kendi kendime bir müddet çalıştıktan sonra, anlaşılmamış olmanın yorgunluğuyla yüksek atlamayı bıraktım.
ÇAM AĞACI DAINDAN ATLAMA SIRIĞI
Atletizme ciddi anlamda, Ankara Motor Meslek Lisesi’de başladım. Lisemin, ne bir spor dalında bir takımı vardı (belki futbol, ama hiç maçına rastlamadım), ne de yarışlara katılıyordu. O sıralar, sınıf arkadaşımız Ferit Aşık 19 Mayıs Stadyumu’nun yanındaki küçük atletizm sahasında orta mesafe antrenmanlarına başlamış ve bizi de teşvik etmeye çalışıyordu.
Bir gün Ferit’in ikna ettiği üç arkadaşla birlikte peşine düşüp, atletizm sahasına gittik. O zamanlar, sahada atletleri çalıştıran ve antrenman için program veren Besim hocamız vardı. Besim hoca, sahaya kim gelirse gelsin, onun durumuna göre program yazar ve gelişme gösterdikçe daha ileri programları çalıştırırdı. Sessiz, sakin, mütevazi bir görev adamıydı (Yıllar sonra Akademi’nin atletizm takımıyla İnönü Stadı’na gidince, kendisini orada görmüş ve çok sevinmiştim). Böylelikle, Besim hocadan aldığımız ilk programla atletizme başlamış olduk. Akşam okuldan sonra, bu stada gitmek bile heyecan vericiydi.
Atletizm stadına yaklaşırken bizi önce tenis sahasından kaçan yeşil ve sarı toplar, sonra da stadın tartan pistine özgü kokusu karşılardı. Antrenmanlar devam ederken, burnumdaki et, deviasyon, polip gibi bilumum şeyler yüzünden nefesimin yetmediği gerçeğiyle tanıştım. Böylece, orta-uzun mesafe antrenmanlarını bıraktım. Sonunda, 1972 Münih Olimpiyatı’ndaki ilk göz ağrıma yöneldim: yüksek atlama. O zamanlar, yüksek atlama antrenman çıtası ağır demir bir profilden yapılmıştı. Yarışma kurallarına uygun olan, hafif alüminyum çıtalar antrenmanda kullandırılmazdı. Bu demir çubuğun üstüne düşmekten nefret ederdim, çünkü belimi acıtırdı ve bu çıtayı düzeltmek çok zordu. Yüksek atlamayı deneyen herkesin üzerine düşmesi nedeniyle, bu çubuk bir yamulur, bir düzeltilirdi. Bu haliyle, Barış Manço’nun şarkısındaki gibi: “Eğri, eğri, doğru, doğru, eğri, büğrü, ama yine de doğru”ydu.
Bir gün, stadın kapalı bölümünde yine yüksek atlama antrenmanında belimin altında kalan bu demirden kurtulmaya çalışırken, yanıma orta boylu, atletik birisi geldi. Bana bakarak: “fiziğin iyi ama, hiç teknik bilmiyorsun, bak göstereyim” dedi. Benden daha kısa olan bu adam, mindere doğru koşarak çıtanın üzerinden öyle bir süzülerek geçti ki hayran kalmıştım. Hani tekrarı olsa izlemek isterdim. Minderden kalkıp, yanıma geldi ve: “eğer bu işi ciddi olarak yapmak istiyorsan, seni çalıştırırım” dedi. Bu adam, o dönemin sırıkla yüksek atlama Türkiye rekortmeni Tayfun Aygün’dü (70’lerin ikinci yarısındaki rekoru 4.97 metre).
Sadece sırıkla değil, yüksek atlamada da 1.90 metreyi rahatlıkla geçiyordu. Üstelik, hem “sırtüstü” (Fosbruy), hem de zor bir stil olan “Binme” (Brumel) tekniğiyle atlayış yapabilen bir yetenekti. “Binme” stili 1964 Olimpiyat Şampiyonu Sovyet Valery Brumel tarafından bulunmuş ve Brumel bu zor stille 2.23 metre gibi bir dereceyle Dünya rekorunun da sahibi olmuştu (o zamanlar “Brumel” denilen tekniğe, şimdi nedense straddle deniyor). O yıllarda, kolay kolay birilerinden izleme şansı bulamayacağımız bu zor stilleri, çeşitli teknikleriyle birlikte Tayfun ağabeyden canlı olarak izlemek büyük bir şanstı. Sadece iyi bir sporcu değil, birşeyler öğretme çabasında olan idealist bir eğitmendi de. Bundan dolayı da kendisini hep saygıyla anarım. Onun benimkine benzeyen spora başlama hikayesini antrenman sırasında duymuş ve kendime çok yakın hissetmiştim. O da, 1964 Tokyo Olimpiyatları’ndaki sırıkla yüksek atlama yarışından etkilenmiş ve arkadaşları ile bir ağaçtan kalın dal keserek, ilk sırıkla atlayışını yapmıştı. İlk derecesi de 90 santimetreymiş.
Benim tanıdığımda, artık Tayfun ağabeyin profesyonel bir atlama sırığı vardı. O yıllarda, profesyonel atlama sırığı pahalı ve yurtdışından getirildiği için, iyi bir sırığa sahip olmak çok zordu. İzlediğim yarışların çoğunda atletler hep demir su borularını kullanırdı. Bazen atlama esnasında sakatlıklar bile olurdu. Tayfun ağabeyle bir müddet çalıştıktan sonra, yarışlara katılacak hale gelmiştim. Bir bölgesel yarışta, 1.70 m. ile üçüncülük bile kazanmıştım. O zamanlar her yarışta madalya verilmezdi, bazen eşofman da hediye edilirdi. Atletizm maceramda yarışmalara katılıp derece almıştım, ancak ne mukavvadan, ne de gerçeğinden bir madalyanın sahibi olamamıştım…
ATLETİZMDE İDOL OLMAK MI İSİM OLMAK MI?
Yüksek atlamadaki idolüm ise, “binme” tekniğiyle Türkiye rekortmeni olan Ekrem Özdamar’dı. Özdamar, 2.20’lik atlayışıyla hem Balkan şampiyonu olmuş, hem de 18 yıl aşılamayan bir Türkiye rekoruna imza atmıştı. Balkan deyip geçmemek lazım, o dönemlerde atletizmde Balkan şampiyonu olmak Dünya şampiyonu olmak gibi bir şeydi. Elbette ki atletizmdeki idollerimiz sadece atlama dallarından ibaret değildi.
O dönemler; Varto depreminin maratoncu yaptığı, Lahor’da Dünya’nın gelmiş geçmiş en iyi 5 derecesini koşan pos bıyıklı efsane Veli Ballı da idolümüzdü… Kazandığı madalyaların bir bölümünü Erzincan depreminde kaybeden, bir bölümünü de geçinebilmek için satan Hüseyin Aktaş’ta… Aktaş’la tatlı rekabet içinde olan, o dönem Dünya’nın en iyi on maratoncusu arasında gösterilen İsmail Akçay da… Vücuttaki kanın temizlendiği, daha iyi depolandığı ve hemoglobinin arttığı yüksek rakımlı memleketlerinde kan verip, alçak rakımda tekrar bu kanı alarak yarışan, Karslı ve Ağrılı efsanevi atletler de…
İsimlerini yazmadığım için beni bağışlamalarını istediğim diğerleri efsanelerde idollerimizdi… Onlar bizim gibi atletizme gönül verenler için efsaneydiler, ama başkaları için sadece bir isimdiler. Maratoncu İsmail Akçay da bizzat kendisi tanık olmuştur, sadece bir isimden ibaret olduğuna.
Abant’taki antrenman sırasındaki başına gelen olayı şöyle anlatır: “Kimselerin olmadığı dağ başında koşuyorum. Arkamda bir araba gördüm. İçinde dört kişi, belli ki kafayı çekmişler. Sağ sol yaparak geliyorlar. Önce çekindim, ama dikkatli bakınca plakanın 10 olduğunu gördüm. ‘bizim hemşehri bunlar, tanışırız’ dedim. Araba yanaştı, içlerinden biri kafayı çıkarıp, bağırdı: ‘Koş bakalım koş! Meydanı boş buldun değil mi? Bizim İsmail Akçay olsa senin tozunu attırırdı!”
BENİM NE İŞİM VAR TİCARETLE?
Türkiye’de atletizm gibi sporların bugüne gelmesinde; olimpiyatların iştah kabartıcı teşviklerinin yanında, bu efsane isimlerin sporla olan serüvenlerinin de çok büyük payı vardır.
O dönem, Türkiye’de henüz ne olduğu anlaşılmamış, gerçek bir amatör spor olan atletizmde; olanaksızlıklara rağmen eğitimli sporcu ve eğitmenlerin çıkması, kısıtlı bilgilerle spor tekniklerinin canla başla öğrenilmeye çalışılması ve maddi imkansızlıklara rağmen büyük emek verilmesi, atletizme gönül verenlerin sayısını giderek arttırmıştı. Sporun vazgeçilmesi mümkün olmayan bir tutku olduğunu, şimdilerde ticaret yapan Veli Ballı’nın sözlerinden de anlıyoruz: “benim ne işim var ticaretle kardeşim, işim atlet yetiştirmek olmalı”.
Efsaneler hissetmiş midir bilmem, atletizm sahalarında onlarla antrenman zamanlarını paylaşmak bile, bizlere tarif edilmez bir gurur vermiştir. Onlar gibi uçarak koşmak, onlar gibi sonsuz bir enerjiyle maratonu tamamlamak, onlar gibi süzülerek çıtaları aşmak istedik. Kimimiz bunu başardık. Mukavvadan bir madalyası bile olmayan kimimiz de, o zamanlar kulvarda yaşadığımız heyecanların aynısını bugün yarışmaları izlerken duyuyoruz.