Bir sokak çocuğunun 'edebiyatın zirvesi'ne tırmanışı
Adnan Binyazar kitaplarında, bir taraftan kurgu romanlarına taş çıkartan hayat hikayesini anlatırken bir taraftan da o dönem Türkiye'sine ışık tutar... Çocukluğunu sorduk, o anlattı...
Adnan Binyazar hikayelerini son derece akıcı bir anlatımla, ustalıkla kullandığı Türkçeyle kaleme alır. Hayatını anlattığı anı kitapları, bir roman tadında. Kitaplarında, bir taraftan kurgu romanlarına taş çıkartan hayat hikayesini anlatırken bir taraftan da o dönem Türkiye'sine ışık tutar, insan manzaraları sunar. Binyazar, Türk edebiyatının usta kalemlerinden. Diyarbakır’da başlayan, İstanbul’da süren acılı çocukluk döneminden sonra tekrar Ağın’a annesinin yayına döner. Gidecek başka okulu olmadığı ve yatılı olduğu için Köy Enstitüsüne gönderilir. Usta yazarın tam 36 kitabı bulunuyor. Binyazar’la hayatı üzenine söyleştik.
-
Adnan Binyazar, nasıl bir çocukluk yaşadı?
Babam, Sivas'ta bir davası olduğunu söyleyerek annemi, altı yaşındaki beni, dört yaşındaki kardeşim Cengiz'i bırakıp gitmeden önce Diyarbakır'da mutluluk içinde yaşıyorduk. Babamın gidişi, her gün döneceğini beklerken günler geçtikçe umutları körelten kayboluşa dönüşüyordu. Uzun zaman babamdan haber alamayan annem hüzünlere kapıldı, yemekten içmekten kesildi. Biz ise, yuvasında yiyecek bekleyen tüyü bitmedik çaylak yavruları gibi durmadan cıyaklayıp duruyorduk.
Ev sahibinin baskılarına dayanamayan annem bizi alıp dayımızın yanına Elâzığ bağlı Ağın’a götürdü. Annem başkalarının tarlalarına, bağına bahçesine yardıma gidip evin giderine küçük katkılarda bulunuyordu. Bu en azından ekmekten, sütten, yoğurttan olmayışı sağlıyordu.
BABADAN GELEN MEKTUP
-
Göç eden bir ailenin çocuğusunuz. Nereden neden göç ettiniz. Nereye geldiniz?
Aradan neredeyse bir yıl geçmişti. Ben yedi yaşını, kardeşim beşini doldurmuştu. Sonbaharda okul yaşım geliyordu. Zarfında İstanbul damgası olan bir mektup dayıma gönderilmişti. Babamın İstanbul'da olduğunu öğrenmek bize umut yolları açmıştı. Babam mektupta annemden söz etmiyordu. Benim okula başlama yılının geldiğini anımsatarak, kardeşimle birlikte İstanbul'a çağırıyordu.
-
Buna sevindiniz mi?
Babanın ortaya çıkmasına, dünyanın o eşsiz kenti İstanbul'da bizi bekleyişine sevinilmez de neye sevinilirdi!
Mektupta annemin adının anılmayışı, kor ateş olup yüreğimi yakıyordu. Çocuk yüreği acıya fazla dayanmıyor, hüzünden sevince, kötümserlikten iyimserliğe atlayıveriyor, içimde kendi kendime konuşmaya başlamıştım: "Annenin şefkati varsa babanın da sahip çıkıp koruması var. Değişen şu olacaktı: Burada her gün anne diyor babayı özlüyorduk, orada da baba deyip anneyi özleyeceğiz..." Ama annemden ayrılmayı düşününce ateş bir anda bütün bedenimi sardı.
GÖZÜ YAŞLI ANNEYİ BIRAKIŞ
-
Peki İstanbul’a geldiniz mi?
Babama mektupla on beş gün içinde İstanbul'da olacağımızı bildiren dayım işten dönünce bir müjde de verdi: Yarın İstanbul'a gidecek bir tanıdığıyla karşılaşmış. Bizi yanlarına alabileceğini söylemiş...
Kararı duyan büyükler ağlarken İstanbul'a gideceğiz diye biz sevinçten oynamaya başladık. Sevinç uzun sürmedi, nenemden, annemden, dayımdan ayrılacağımı düşününce içim sızladı, kendimi penceresi olmadığından kara oda denen mahzenimsi yere attım.
Açılan çiçeklerle yüzünde katmer güllerin açıldığı bir bahar günü, gözü yaşlı nenem, annem, dayım, komşular bir araya geldiler, bizi bir ata bindirip, "Uğur ola!" diyerek İstanbul'a gidenlere kattılar. Yokluk yıllarıydı, kız ya da erkek, çocuklara çuldan çaputtan yapılan, ya da büyüklerin artık giymedikleri giysilerinden giysi dikilirdi. Bizim üstümüzde de Sümerbank'ın alaca dedikleri bezinden yapılan entari vardı, ayağımızda tahtadan takunyalar. Herhalde bizi bu giysilerle görünce İstanbullular arasından gülenler de acıyanlar da olacaktı...
Şu insan dediğimiz ne zaman ağlayacağı ne zaman güleceği belli olmayan garip bir yaratık!..
ENTARİ ve TAKUNYAYLA İSTANBUL’A
-
Babanız sizi görünce ne yaptı?
Babam entari giyinmiş, ayağında takunyalar takırdayan oğulları olacağını aklından geçirmemiş olmalıydı ki, bizi arkada bırakarak yürüdü. İkimiz de ardından "Baba! Baba!" diye bağırınca, babam dönüp yanımıza geldi. Önceleri yaptığı gibi, "Canım evlatlarım!" diyerek ikimizi birden kucakladı. Biz de töreyi yerine getirerek öpelim diye ellerine sarıldık. Cebinden, karamelalar çıkarıp verdi bize.
Eve gelip çaldığımız kapı açılınca kucağında bebeğiyle bir kadın karşıladı. Yanında da Cengiz'in yaşlarında bir oğlan vardı. Babam; “Bu Hanım, yeni anneniz, kucağındaki üç aylık bebek en küçük kardeşiniz. Size arkadaş olacak bu çocuk da yeni annenizin önceki eşinden olan oğlu" dedi. Kadın hiç sesini çıkarmadı, bize yatacağımız odayı gösterdi.
Çocuk algılar yumağıdır, yaşadığını kolayca unutmaz. Küçücük odaya bakarken umduğumu bulamadım. Düş kırıklığına uğradım. O anda gözümün önüne şefkatli sesi, tarlalarda çalışırken kararan gün yanığı yüzüyle annem geldi.
BABA, ÜVEY ANNE GİDER, SOKAK EV OLUR
-
Sonrasında ne oldu?
Babam eve artık gece yarıları sarhoş dönüyordu. Savaştan dolayı odaların pencerelerine perde gerildiğinden, gözümü bezdeki küçük deliğe yapıştırıyor, babam geliyor mu diye saatlerce karanlık sokaklara bakıyordum.
Babamın geç gelişleri günden güne uzuyordu. Bir süre sonra haftada bir gelir oldu. Bir süre sonra hiç gelmedi. Babamın yeni bir kayboluşa hazırlandığı aklımın ucundan geçmezdi
Üvey annem, bebeği kucağına alıp oğlunun elinden tutarak, "Ben Darıca'daki babamın evine gidiyorum, siz de başınızın çaresine bakın!" deyip evden ayrıldı. Böylece sığınmacı çocukları gibi ortalarda kaldık. Fırsat doğmuştu, ev sahibi durur mu, aç kartallar gibi üstümüze yürüdü, bizi sille tokat, kapıdan sokağa attı.
HAMALLIK YILLARI
-
Peki ne yaptınız?
Babam pazar alışverişleri için eve iki küçük küfe getirmişti. Onları alışverişte sırtımıza vuruyorduk. Meğer kaybolup bizi ortalarda bırakan babamızın bizi ikinci kez bırakıp gidecekmiş...
O kıtlık dönemlerinde sokak çocuklarının sığınacağı tek yer pazar yerleriydi. Biz de yeni bir işe başlarcasına uzun süre kullanacağımız küfelerimizi sırtlandık, Beşiktaş pazarının yolunu tuttuk. Küfeler kurtuluşumuz olmuştu.
Hamallığın da kuralları varmış... Biz sırtımızdaki küfelerle ortalarda dolaşıp, birileri çağırır mı diye gelenin gidenin yüzüne bakarken, bir süre sonra ortalarda dolaşan deneyimli hamallara özenerek biz de "Hamal var hamal, hamal ister misiniz, geleyim mi abla, teyze, beybaba, götürelim mi?" diye sesleniyorduk. Kardeşim İstanbul'un anaç sesli kadınlarından birinin ardına düşüp "Götürelim mi teyze?" diye sorunca kadın onu tepeden tırnağa süzerek, "Sen küfeden küçüksün ay oğul, aldıklarımı yükleyeyim de hangi güçle taşıyacaksın?" deyince sesimi yükselterek, "Taşır, taşır, merak etmeyin," diye kadına yalvarırcasına baktım. Kadın tam ayrılıyordu ki, "O taşıyamazsa ben taşırım Kardeşim, neredeyse açından ölecek, yük ağır gelirse, yükün yarısını da onun küfesine koyarsınız, biz de aç karnımızı doyururuz." deyince, kadın, aç insanı gözünden anlayanlardan olmalıydı ki, "Hadi, gel," deyince gözümün önünde fırından yeni çıkmış ekmek dilimleri sıralandı. Bize acıyarak daha çok para vereceği umuduna kapılarak kadının arkasından yürüdük.
PAZAR YERİ GECELERİ YATILACAK YER
-
Peki geceleri ne yapıyordunuz?
Hamallığımızın yaz aylarına denk düşmesi tek şansımız buydu. Yine de gündüzleri çalışarak atlatsak da geceleri yatacak yer bulamıyor, bir köşeye yığılıp kalıyorduk. Köpeklerin bizi yiyecek bir şey sanıp kokladığı bile olmuştu. Darda kalmak insana neler öğretmiyor! Pazaryerinde barınacak bir yer bulmuştuk. Karpuz yığınlarının altına serilen yumuşak, hoş kokulu otlar bize yatak olmuştu. Ceketlerimizi yastık yapıp kafamızı küfenin içine sokarak uyuyorduk. Ot yataklarımızdaki ilk gecemizde ne denli mutlu olmalıyız ki, sabaha kadar gözümüzü kırpmadan uyumuştuk. Sabahleyin de güne güler yüzle başlamıştık. "Gelelim abla, teyze, beyefendi," derken sesimiz daha güçlü çıkıyordu. Belki evden atıldıktan sonra belki ilk kez bizi mutlu kılacak umutlarla uyanmıştık sabaha.
Pazarın kurulmadığı günlerde, sağda solda dolaşıp ne yapacağımızı bilmiyorduk.
KOCAMUSTAFAPAŞA PAZARI
-
Ne kadar kaldınız Beşiktaş pazarında?
Pis kokumuzdan dolayı Beşiktaş'ta barınamayacaktık. Birilerine sorup, başka hangi semtlerde pazar kurulduğunu öğrendik. Kocamustafapaşa pazarını överek göklere çıkardı. Sırtımızda küfelerle gün boyu yürüyüp pazar yerini bulduk.
O günden sonra Kocamustafapaşa, pazarıyla, dükkânlarıyla, cana yakın insanlarıyla, aynı yaştaki çocuklarıyla bize yeni bir yurt olmuştu...
Yazı hamallıkla geçirdik. Yüzünü sonbahara dönmüştü günler.
Yıl 1941. Yedinci yaşıma girmiştim. Babam sözünde durmuş olsaydı ben de bugün onlarla birlikte okula başlayacaktım.
İnsan acı çekmeye görsün, sıraya başka acılar giriyor. Birkaç gün sonra kardeşimi yitirdim. Karanlık dünyam kapkaranlık oldu. Pazarı boydan boya dolaşsam da bulamadım.
Uykuya doyamıyordu Cengiz. O sabah da uyuyup kalmıştı. Uyandırmaya kıyamadım. Çimenlik yatağımızdan kalktım, pazardaki işime yalnız erkence başladım. Bir süre sonra onun uyanıp, yanıma geleceğini düşünüyordum. Pazar yerinden umudumu kesince uyuduğumuz yere gittiğim, onu orada da bulamadım.
Küfeyi başıma geçirdim, oturduğum yerde uyumaya çalıştım. Oranın bekçisi beni bir iki kez kovmuş, kardeşimi yitirdiğimi söyleyince kalmama göz yummuştu. Ekmeğinden parçalar verdiği bile oluyordu.
-
Kardeşiniz nasıl bulundu?
Kardeşimi merak edip tanıdığım Murat Bey'in evine gittim. Beni görür görmez, "Kardeşini merak ediyorsun, değil mi?" dedi, "Kardeşin sokakta gezinirken, polisler onu alıp Darülaceze’ye götürmüşler. Oradan almaya çalıştıysam da ilgililer 'Devlet sahip çıktı çocuğa, veremeyiz,' dediler” dedi. Ben de kardeşimin bir yere yerleştirmesine sevindim.
26 GÜNLÜK KAÇAK TRENDE YOLCULUĞU
Artık kardeşim de yoktu yanımda. Bir sabah, döşeği kuru ottan, yorganı şehit bir askerden geriye kalan
kaputtan yorganımdan sıyrılıp odamdan çıktım. Karaköy'den Haydarpaşa'ya vardım. Kaçak bindiğim trenin nereye gittiğini bile sormadan, koridorda bir köşeye çöktüm.
Kaçak bindiğim trenlerden atılıp yenisine yine kaçak binerek, polisin yakalayıp teslim ettiği belediyelerin yardımıyla Haydarpaşa Garı’ndan Elâzığ istasyonuna 26 günde vardım.
-
Köy Enstitüsü ile yolunuz nasıl kesişti?
Anam Elazığ’ın Ağın ilçesindendir. İlkokulu o yıl bitirmiştim. Yakın yerde gideceğim başka okul yoktu. Köy Enstitüsüne öğrenci aradıklarını duydum. İlçenin meydanında bizi bir arabaya doldurup Diyarbakır’ın Ergani ilçesinin güneyindeki tren istasyonuna yakın bir yere kurulan Dicle Köy Enstitüsü’ne götürdüler. Ertesi gün sınava girdim. Sınavı kazandım.