Bir Türk kabilesinin göç öyküsü
Dr. Adalet Ergenekon, Tuyu Kunlar romanında, bir Türk kabilesinin göç öyküsünü, tarihi ve kültürel gerçekleriyle birlikte önümüze seriyor.
Uzmanlık alanı Türkoloji ve tarih olan yazar; ordu millet birlikteliğinin iki bin yıl öncesini, doğa ve insan sevgisiyle bütünleştirerek, atalarımızı bizlerle buluşturuyor.
Dr. Adalet Ergenekon’un yazdığı Tuyu-Kunlar romanının üçüncü baskısı, Kaynak Yayınları (Uyum Yayınları) aracılığıyla, okurlarıyla buluştu. Romanın önsözünü yazar Feyziye Özberk kaleme aldı. Eseri okuyunca; kim olduğumuzu ve tarihimizi bilmez isek, ne olacağını da bilmekten çok uzakta kalacağımız gerçeği ile karşılaşıyoruz.
Dünya edebiyatı ve tiyatro eserleri içersinde Zeus, Afrodit, Eros, Mısır Firavunları’nı konu edinen kitaplar yazılıp, oyunlar oynanırken, bizde bu tür çalışmalar çok kısıtlı kalmıştır. İşte bu eksiklik, Adalet Ergenekon’a 1978’de yazdığı ilk romanı “Tuyu-Kunlar”ı yeniden yazmak için bir sebep oluyor. Romanın içersindeki karakterler, fikirler ve olayların geçtiği bölgeler, bizleri, kökü tarihin derinliklerinde olan kültürümüzü araştırmaya yönlendiriyor. Bu araştırmalar sonucunda derin ve köklü tarihimizi yeniden keşfetme olanağını buluyoruz…
Eserde, miladın ilk yıllarında Pekin’in kuzeyinde, Kingen Dağları’nın güneyinde yaşayan Tuyu-Kun (Türk-Hun) kabilesi ile tanışıyoruz. Tuyu-Kunlar; siyasi ve toplumsal olaylarda önemli kararların kurultaylarda tartışılıp alındığı, kadınların başta Han Katunu (eşi) olmak üzere erkekler kadar güçlü konuma sahip olduğu bir kavim. Yazar, Türklerin tarihsel köklerinin, merkezi bir devlet ve ordu kurma geleneğinin ne kadar derinlerde olduğunu ortaya koyuyor. Türk-Hun tarihini, roman kurgusuyla anlatıyor. Ön Türklerin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel yapısını, iki bin yıl öncesinden günümüze getiriyor ve görüyoruz ki; siyasal yapıdaki kurumlaşmada dikkatimizi çeken “kurultay” güçlü ve etkin olarak Türk devlet yapısında varlığını sürdürüyor.
“… Han Següy’ün emri ile Han Katunu, Han Muavini, Başvezir, Başkomutan ve komutanlar durum değerlendirmesi için toplanırlar. Yekol’dan bütün dünyayı yönetecek güce sahip olan bu yöneticiler, sanki Tanrı tarafından görevlendirilmişler! Gözleri ateş gibi çakmak çakmak, sözleri kılıçtan keskin. Karar verilinceye kadar konuşur, danışırlar fakat; karar verildikten sonra artık konuşmazlar. Verilen karar uygulanır…”
TÜRK HUN ORDUSU
Hunlarla ilgili ilk bilgiler M.Ö. IV. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Hun Devleti, farklı kavimlerden, boylardan, topluluklardan oluşan bir konfederasyon şeklinde kurulmuştur. Devlet Başkanına “engin, ulu” anlamına gelen Çanyu denilirdi. İlk düzenli ve disiplinli Türk ordusu, Büyük Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Modu (Mete) döneminde (M.Ö. 209-174) oluşturulmuştur. Bu yapıda on bin kişiden oluşan tümenlerin binli, yüzlü ve onlu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrıldığı, bu teşkilat yapısının tarih boyunca bütün Türk devletlerinde varlığını sürdürdüğü görülmektedir. O nedenle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi Hun hükümdarı Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209 olarak kabul edilmiştir. Bugünkü Türk ordusunun kökleri Hun İmparatorluğu’na dayanmaktadır. Yazar, eserinde bu konuyu da ustalıkla işliyor.
“Binbaşılar, yüzbaşılar, onbaşılar askeri bir nizam içinde, Han Següy’ün başkanlığındaki idare meclisinin önünden geçip bilgi verdiler. Asker kayıtları tek tek gözden geçirildi. Onbaşılar, maiyetlerindeki er ve er adaylarının bir bir yoklamalarını yaparak, Han Següy’e kesin bilgileri sundular…”
Hun ordusu, sert yayları çekebilen, güçlü kuvvetli atlı askerlerden oluşuyordu. Barış zamanlarında, hayvancılıkla uğraşır ve doğada avlanırlar, bu avlar onlar için bir savaş eğitimi gibiydi. Bu yüzden sürekli savaşa hazır durumda olurlar, düşmanla karşılaştıklarında hiç zorlanmazlardı. Hun toplumunda, en tepedekinden en alttakine kadar herkes sade yaşar, beslediği hayvanın etini yer, derisini ve postunu giyerdi…
YENİ BİR KABİLENİN DOĞUŞU
Bozkırda yaşam zordu. Han Següy öldükten sonra yaşam daha da zorlaşır. Mutlu ülke Yekol, babalarının vasiyeti üzerine, iki kardeş arasında bölünür. Halkın bir kısmı Kuke-Nor (Mavi Göl) bölgesine göç etmek zorunda kalır. Bu gökyüzünün ikiye ayrılması gibi bir şeydi. Ayrılığın acısını dindirebilecekler miydi? Yoksa bu acı giderek daha da büyüyecek miydi? Diğer hanlıklar, Gök Sancak’ın Han Moyun’da kalmasını kabul edecekler mi? Han Moyun ülkesinde birliği koruyabilecek mi?
“Bozkırda birliğin sağlanması, çok güç bir işti. Gök Tanrı, Gök Sancak’ın el değiştirmesini isterse; savaş olur. Veya bir kabile isyan eder de Gök Sancak’a sahip olan kabile, isyan eden kabileye boyun eğdiremezse, onu yok eder… Böylece birlik sağlanmış olur. Bazen savaşan iki kabile; ikisi de yok olur! Yenen yenilen belli olmaz. İkisi de yok olur… Bozkır akan kanı içer, kopan parçalanan gövdeleri yutar… Bu amansız savaşların tek şahidi, gökyüzüdür. Gökyüzü taraf tutmaz; kazanan tarafı alkışlar. Han Següy, Gök Sancak’a böyle kanlı bir savaşta sahip olmuştu…”
'YADA TAŞI'
Çin kaynakları ve Arap bilginleri Türkleri ‘yırtıcı kurdun oğulları’ olarak kaydeder. Kaynaklarda, rivayetlerde tanrının Türklere ‘hakimiyet tılsımı’ demek olan ‘yada taşı’nı vermiş olduğu belirtilir. Türklerle komşu olan milletlerin, komşu hükümdarların ve birçok ilim erbabının buna inandığı, bu taşa ait İbn al-Fagih’ın Meşhed nüshasında ve diğer eserlerde, güya bu tılsımın tesirini gözleriyle görmüş gibi söyledikleri kaydedilmiştir. (Z.Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, S.107-108)
Ziya Gökalp, bu taşa birçok yerde “yat” taşı da denildiğini, sonradan, “yeda, yede, ceda, yade taşı” adları verildiğini, Fransızcaya “jade” şeklinde geçtiğini belirtir. Gökalp “yat” taşına Uygurların “yade” dediği, Yakutlar’daki “sata”nın aynı anlama geldiğini de ifade eder. (“Eski Türklerde Din” Yeni Mecmua, Cilt II, sayı.47, say.403, 6 Haziran 1918)
Kaynaklarda,“Yada Taşı”nın, genelde savaş halinde düşmana karşı bir silah olarak kullanıldığı sıkça görülmektedir. Hakimiyet Tılsımı denilen bu taşı romanda “Kutlu Taş” olarak görüyoruz: “Su her şeyi silip süpürmüştü; değil Kutlu Taş, üstüne çakıldığı koca direk bile yoktu. İşte bu, felaketlerin en büyüğü idi! Fırtına başladığında herkes can derdine düşmüş, Kutlu Taş da coşan sularda yok olmuş… Onu sular alıp götürmüştü…”
TARİH ROMANCILARI
Ord. Prof. Dr. Z. Velidi Togan, tarih romanlarının da yazılması gerektiğini belirtir ve Umumi Türk Tarihine Giriş adlı eserinde bu konu hakkında düşüncelerini şöyle ifade eder:
“Ben eserlerimde ancak ilmi hakikatleri ortaya koymak istedim. Türk tarihini aydınlatmak yolundaki mesai, hakiki ilme ne kadar sadık kalırsa, o nisbette takdire mazhar olur. Fakat Türk tarihinin büyük ve müstakil bir kolu olan Türkiye tarihi vardır. Bir vatan davası sıfatiyle, tarih romancıları da dahil olmak üzere, geniş münevver kütlesi derin ilgi gösterir ve bu yüzden ilmi hakikatlere uymayan şeyler de araya katılabilir.”(s,IX) Yazar, romanın “başlarken” bölümünde; hocası Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın bu isteğini yerine getirmeye çalıştığını belirtiyor. Böylece, bilim insanları tarafından araştırılan Tuyu Kunlar’ın ilk kez roman konusu yapıldığını görüyoruz.
Dr. Adalet Ergenekon, Tuyu Kunlar romanında, bir Türk kabilesinin göç öyküsünü, tarihi ve kültürel gerçekleriyle birlikte önümüze seriyor. Uzmanlık alanı Türkoloji ve tarih olan yazar; ordu millet birlikteliğinin iki bin yıl öncesini, doğa ve insan sevgisiyle bütünleştirerek, atalarımızı bizlerle buluşturuyor. Okuyucusu bol olsun.