Bitmeyen ev ödevimiz ‘Anayasa’
'İttihat ve Terakki ile Kemalizm arasında yapılabilecek bir tartışma, yalnızca bilgi eksiğinden ileri gelir. Çünkü bunlar; aynı süreçte ortaya çıkan ve terazinin bir kefesine biri, diğerine öbürü konulup da, tartışılacak kavramlar değildir.'
23 Temmuz 2020 2. Meşrutiyet’in 112. yıl dönümü. İlkinin yani 1876 Anayasası’nın üzerinden de, 144 yıl geçmiş. Buna karşın konu, günümüzde çokça konuşulan ve siyasi çekişmelerde gündeme getirilen, bir görünüm sergiliyor. Konuyu bu alanın başta gelen uzmanlarından olan İstanbul Üniversitesi Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mahir Aydın hocamızla konuştuk.
Prof. Dr. Mahir Aydın
- Hocam, 2. Meşrutiyet'in 112. yılında ilk olarak neler söylemek istersiniz ? 2. Meşrutiyet neden bu kadar tartışılıyor?
Son söyleyeceğimizi baştan diyecek olursak, bunun en büyük nedeni, konuyu özümsemeyişimizdir. Çünkü bu vazgeçilemez olgu, hiç kimsenin değil, yalnızca “bizim” sorumluluğumuzdur. Daha da önemlisi, bir an önce bitmesi gereken, “ev ödevi”dir.
Yoksa mı? Yoksası, her defasında yeniden başlayıp, bir süre sonra, bir daha “başa sarmak”tır. Eski deyişle söylemek gerekirse: “Dön baba, dönelim!”dir. Üstelik her başa sarış, toplumsal olarak yeniden zaman kaybıdır.
Çünkü devlet denilen mekanizma; tabanı vatan, direği anayasa ve tavanı hükümet olan, en büyük toplumsal yapıdır. Bu temel direkler, toplumların kendi kültürüne göre, yazılı da olabilir, sözlü de.
Ancak değişmeyen bir şey varsa, o da, hükümetin tek görevi, halkını mutlu etmek olduğu gerçeğidir. Onun bu amaçla verdiği “hüküm”, yani kararları da, anayasa çerçevesinde olmak zorundadır. Bu yoldaki yetkisini ise, “devletin hayat parçacıkları” olan ve “bürokrasi” denilen, alt mekanizmalar ile paylaşır.
- 2. Meşrutiyet bir devrim miydi? Bunu askeri bir darbe olarak niteleyenler de var. Söz konusu gelişme, halkın taleplerinden mi doğmuştu, yoksa küçük bir azınlığın düşüncesi miydi?
Açık ve kesin biçimde, yine eski deyişle 2. Meşrutiyet, “şekksiz-şüphesiz”, tam bir devrimdir. Asla bir askeri darbe değildir. Bunun sağlam kanıtı, Abdülhamit’in kendi sözleridir. Çünkü Meşrutiyet’i ilan ederken şöyle söyler: “Madem ki milletim, anayasanın şimdi yürürlüğünü istiyorlar, ben dahi verdim.”
Öncesinde ve özellikle Makedonya’dan Yıldız Sarayı’na yağan telgrafları, Abdülhamit göz ardı edemez. Bu telgrafların gönderenlerin bir kısmı, sivil ve askeri makam sahipleridir. Kimi yöneticiler de, eğer Meşrutiyet’i hemen ilan etmez ise, “kendisini hükümdar olarak tanımayacakları” cesaretinde bulunur. Dahası, bulundukları yerde, Meşrutiyet’i kendilerinin uygulamaya koyacaklarını bildirirler. Ayrıca telgrafların, “gönderen” kısmında “umum ahali” deyişi yer alır.
Bu durum, bir devlet başkanı için, elbette hoş değildir. Ancak bıçak kemiğe dayanmıştır. Çünkü en küçük bir eleştiride bulunan aydınlar “sürgün” yerken, basın yalnızca, “padişahım çok yaşa” türünden yayın yapabilir. Böyle bir “baskıcı yönetim”, 32 yıldır sürüp gelmektedir.
Açıkça anlaşıldığı üzere, 2. Meşrutiyet, küçük bir azınlığın düşüncesi değil, halkın ortak isteğidir. Osmanlı Tarihi’ni gerçekten bilenler, zaten bir “azınlık” kavramının olmadığını da bilir. Üstelik bu kavramdan, Osmanlı’nın hiçbir döneminde söz edilemez. Tersine olarak, Anadolu Beylikleri’ni ortadan kaldırırken, “hanedan koruması” için, devşirme yeniçeriyi kullanır. Sultan Abdülhamit de, saray korumasını Arnavutlara emanet eder. Ancak Meşrutiyet’in ilanını isteyenlerin başında da, onlar gelir.
Bu konuyu, bir “askeri darbe” olarak nitelemek de yanlıştır. Askerin böyle bir işe kalkıştığını söyleyenler, Abdülhamit’i “hiç tanımamış” demektir. Ayrıca onlar; Abdülhamit’i yüceltmeye çalışırken, küçümsediklerinin farkında değiller. Çünkü onun politik özelliklerinin, çok dışında ve altında övgüler diziyorlar. Eğer bu övgüleri, onun huzurunda yapsalardı, “senin bundan amacın nedir” diye, günlerce sorgulanırlardı. En azından…
- Çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğunda meşrutiyet düşüncesi yalnızca müslümanlara mı aitti? Gayri müslimlerin bu konuya yaklaşımı neydi? Hürriyet hareketlerine ve meşrutiyetin ilanına katıldılar mı?
Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu olduğunu söylemeye, gerek bile yoktur. Çünkü her imparatorluk, çok ulusludur. Ancak 1878 yılında, “ulus devlet” olabilme koşulununu sağlayanlar, imparatorluktan koparak bağımsızlığına kavuştular. Geriye Ermeniler ve Yahudiler kaldı ki, onlar için daha uzun soluklu politikalar gerekiyordu. Elde kalan topraklarda, yine de çok ulusluluk egemendi.
Meşrutiyet düşüncesi, yalnız müslümanlara ait bir düşünce değildir. Çünkü Meşrutiyet, “dönemin gereği” olan bir yönetim biçimidir. Bunun bir “ortak payda” olduğu, 1. Meşrutiyet Meclisi’nde açıkça görülür. Şöyle ki, 1877 yılında vekiller, kendi bölgelerinin sorunlarını dile getirirken, birçok konunun, herkes için geçerli olduğu anlaşılır.
1908 yılına gelinceye değin Osmanlı toplumunda, 11 adet dini bayram ya da “kutsal gün” vardır da, “milli bayram” yoktur. İlk milli bayram, 23 Temmuz’da Meşrutiyet’in ilanı olur. İkinci bayramı da, yine aynı yıl, 17 Aralık’ta meclisin açılışı oluşturur.
- Osmanlı tarihini çalışırken özellikle 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında dış politikayla iç politikanın birbirine fazlasıyla içkin olduğunu görüyoruz. Özellikle 'Düvel-i Muazzama' denilen büyük devletlerin Jöntürklere yaklaşımı ve meşrutiyetin ilanına tepkileri neydi?
“Düvel-i Muazzama” deyimi, yalın söylemek gerekirse, “Büyük Devletler” demektir. Bu devletler; başta İngiltere olmak üzere Fransa, Avusturya ve Rusya’dan oluşur. Yüzyılın son çeyreğinde bu gruba, Almanya ve İtalya da katılır.
1850’lerden sonra Osmanlı İmparatorluğu, yabancılara verilen ayrıcalıklar, yani “kapitülasyonlar” yüzünden, ekonomik olarak “yarı-sömürge” durumuna düşer. Bu durumu, dışarıdan alınan borç paralar, daha da ağırlaştırır. Bu sözleri söylemek kolay değil, kabullenmek daha da zordur. Ancak durum budur.
Eğer devlet, her alanında “güçlü” ise saygı görür ve devlet olma özelliğini sürdürür. Ve yine, devletin tek bir amacı vardır, o da “kendi çıkarı”dır. Genellikle devleti, kendimiz gibi, yani “insan gibi” gördüğümüz için, yanlış değerlendirme yapılır. Bu bağlamda, bir devletin, ötekinin “iyiliği”ni istemesi gibi, bir “saflık” olamaz.
Bu olgu, yine 1. Meşrutiyet örneği ile ortaya konulabilir. Tarih 23 Aralık 1876. İstanbul’daki “Büyük Devletler”in elçileri, Bulgaristan’ı imparatorluktan ayırma çabasındadır. O sırada, bir kutlama göstergesi olarak, “top sesleri” duyulur. Bunun nedeni sorduklarında, Meşrutiyet’in ilan edildiğini öğrenirler. Tepkileri ise, yalnızca bir “alaycı gülümseme” olur.
Düvel-i Muazzama’nın Jöntürklere yaklaşımı ise, kendi çıkarları için kullanabilme çizgisinden, öteye geçemez.
- 2. Meşrutiyetin fikri temellerini nerede aramak lazım, bu hareketin düşünsel temelinde hangi yerli ve yabancı kaynakları görürüz?
2. Meşrutiyet’in fikri temellerini, toplum gerçeklerinde aramak gerekir. Bu gerçeklik ise, açık bir ihtiyaç halidir. Bu nedenle de, kişilerin ya da grupların isteklerine göre ortaya çıkmaz.
Bu durumu, Meşrutiyet’in bir önceki dönemi olan, Tanzimat ile de örnekleyebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nun 400 yılı aşkın sürecinde, müslümanlar “yöneten-zengin”, hıristiyanlar ise “yönetilen-yoksul” olarak tanımlanır. Ancak yüzyıllar ile birlikte, sosyal ve ekonomik değişimler, bu dengeyi de değiştirir. Böylece imparatorluk, kuruluş felsefesini değiştirir, herkesin eşit olduğu kabullenir. Eğer bir fark varsa, o da “cami-kilise-havra” için geçerlidir.
Ayrıca 1890 yılı ile birlikte, Osmanlı toplumunda bir “sorgulama” ve küçük çaplı da olsa, “aydınlanma süreci” başlar. Buradaki anahtar sözcük de, “nedir?” olur. Devlet nedir, hükümet nedir, millet nedir, mezhep nedir gibi… Bu sorgulama süreci, Tevfik Fikret, Şemsettin Sami, Mehmet Emin, Mehmet Akif gibi, aydınları ortaya çıkarır.
2. Meşrutiyet’in ilanına, en büyük yabancı temel, 1789 Fransız Devrimi’dir. Onun “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”, yalnızca Osmanlı toplumunu değil, tüm dünyayı etkiler. Ayrıca, bu devrim ile sloganlaşan “özgürlük-adalet-eşitlik” üçlemesi, aynen 2. Meşrutiyet için de kullanılır.
Bu konudaki ikinci ve yakın örnek, 1905 Rus Devrimi’dir. Uzun soluklu olmasa da, Rusya’ya meclis ve anayasa kazandırır.
- Neredeyse bir asırdır tartışılan bir konu olarak İttihat ve Terakki ile Kemalistlerin ilişkileri neydi? Yine bu tartışma üzerinden şekillendirilen bir konu var: 2. Meşrutiyet ile cumhuriyet arasındaki bağ nedir? Süreklilik mi kopuş mu söz konusudur?
İttihat ve Terakki ile Kemalizm arasında yapılabilecek bir tartışma, yalnızca bilgi eksiğinden ileri gelir. Çünkü bunlar; aynı süreçte ortaya çıkan ve terazinin bir kefesine biri, diğerine öbürü konulup da, tartılacak kavramlar değildir.
İttihat ve Terakki; ilk önce 1889 yılında, askeri tıbbiyeli öğrenciler tarafından, bir cemiyet olarak kurulur. Bu cemiyet, yönetim karşıtı olan tüm gençleri birleştirir. Sonraki süreçte, benzer adlar altında, yeni cemiyetler de kurulur. Ancak 1907 yılında, hepsi bir çatı altında toplanır. Cemiyetin üyeleri arasında, Mustafa Kemal de vardır.
Ancak Mustafa Kemal, 1909 Selanik Kongresi’nde, “askerin siyaset ile ilgilenmemesi gerektiği”ni söyler. Bu görüşü kabul edilmeyince de, cemiyetten ayrılır. Mustafa Kemal’in ilkelerinden kaynaklanan “Kemalizm”, ancak 19 Mayıs 1919 tarihi ile başlar.
İttihat ve Terakki ise; bundan yaklaşık altı ay önce sona erer. Çünkü Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 1 Kasım 1918’de Rusya’ya kaçar. Bu yüzden; Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal Paşa, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, “ittihatçı” olmadıklarını vurgulamak zorunda kalır.
Meşrutiyet ile Cumhuriyet arasında, ancak şöyle bir bağ kurulabilir. Genel geçer olarak toplumsal olaylar, birbirinin devamıdır ve hiçbiri, “gökten zenbil” ile inmez. Önceki dönem, sonuçtaki deneyimlerini ardılına aktarır ve bir sonraki dönem de, onlarla başlar. Eğer İttihat ve Terakki ile denenen “ham hayaller” ve yaşanan “felaketler” olmasaydı, Cumhuriyet’e kavuşmak daha zor olurdu. Bir örnek gerekirse, “Turan” yani “Dünya Türklüğü” özleminin, “ütopya” olduğu anlaşılmasaydı, Türkiye Türklüğü bu denli “tek-taş pırlanta” olmazdı.
- Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir değerlendirme var mıdır ?
Anayasa denilen kavram, toplumsal sözleşmedir, devlet yönetme sistemidir. Eğer bu sistem işletilmez ise, gereksiz yere, kişiler öne çıkmaya başlar. O zaman da işler, “kişiden kişiye” değişkenlik gösterir.
Kaldı ki devlet mekanizması, bir kişinin omuzlarında taşınamayacak kadar ağır ve büyük bir sorumluluktur. Sultan Abdülhamit buna çalışır ve bu uğurda, bürokrasiyi sıfırlar. Bu tür yönetimlerin sonu, tarihte görüldüğü gibi, “hüsran”dır.
Öyle ki, 17 yıl boyunca Sultan Abdülhamit’e “seraskerlik”, yani genelkurmay başkanlığı yapan Rıza Paşa bile, bir gecede “Meşrutiyetçi” olur. Daha da ilginç bir olay, Yıldız Sarayı’nda yaşanır. Burada Sultan Abdülhamit, mebuslara ziyafet vermektedir. Onlara hitaben, yeni rejimi över ve bunu korumak için, canını verebileceğini söyler.
Kendisi bu sözleri “siyaset” gereği mi söyler? Evet, siyaset gereği söyler. Öyleyse “siyaset”, siyasettir, “kutsal” değildir…