Yandex
16 Ocak 2025 Perşembe
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Büyük Türk bestecisi: Adnan Saygun

‘Mademki sanat adamı, üstünde yaşadığı toprağın hasretini ve o toprağın üstünde yaşayanların acılarını, zevklerini, iştiyaklarını duymak ve duyurmak istiyor, öyle ise kendisini, o toprağın hamurunda yeniden yaratması, o insanlarla bir kazanda kaynaması lazımdır’.

Büyük Türk bestecisi: Adnan Saygun
A+ A-
FEYZİYE ÖZBERK

Ahmed Adnan Saygun, evrensel değerde olan, çok yönlü bir müzik adamıdır: Besteci, kuramcı, araştırmacı ve müzik eğitimcisi... Korodan operaya, senfoniden oda müziğine kadar müziğin her türünde besteler yapmış... Türk ulusal müziğini yaratma ideali için bir ömür çalışmış. Halk müziğini anlayabilmek, hissedebilmek için çok zor koşullar altında -bazen bir atın çektiği tahta arabayla- köylere kasabalara gitmiş... Oralarda yaşamış, araştırma yapmış; genç Cumhuriyet’in müziğinin nasıl olması gerektiği üzerinde ve bunun nasıl yaratılabileceğiyle ilgili fikirler geliştirmiş; vardığı sonuçları kitap ve makalelerle tartışmaya açmış; Cumhuriyet’e hizmet etmek için imkânsız denilenleri gerçekleştirmiştir. Nitekim onun müziği burcu burcu Anadolu kokar.

KİŞİLİĞİNİ OLUŞTURAN İKİ ETKEN: BABASI VE MUSTAFA KEMAL

7 Eylül 1907 günü İzmir’de doğan Adnan Saygun’un annesi Zeynep Seniha Hanım, babası Mehmed Celaleddin Bey’dir. Celal Bey, İzmir’in çeşitli okullarında matematik öğretmenliği yapar. Celal Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin üyesi ve İzmir’de kurulan Milli Kütüphane’nin en önde gelen kurucularındandır. Okumanın sağlayacağı aydınlığı geniş halk kesimlerinde yaygınlaştırmak ülküsü için, ölünceye kadar çaba harcar. Mücadeleci ve dürüst bir kişiliği vardır: Yunan işgalinde, Kütüphane’nin ismindeki ‘Milli’ sözünün kaldırılmasını kabul etmez ve bir süre tutuklu kalır.

Ahmed Adnan; Balkan Savaşı yenilgisini izleyen göçlerin ve Yunan işgalinin acılarını ama aynı zamanda Çanakkale Savaşı’nın, Milli Mücadele’nin heyecanını, umudunu yaşayarak büyür. İzmir’de herkes Anadolu’daki savaşın sonucunu heyecanla bekler. Mustafa Kemal kurtuluşun sembolü olmuştur. "O benim için bir ilahtı" diyor, Saygun: "O zamanlar Türkiye demek Mustafa Kemal demekti. Öl dese hepimiz öleceğiz..."

Saygun’un büyük kurtarıcıya olan bu inancı, sevgisi ilk operası "Özsoy"dan başlayıp, son eserlerinin en büyüklerinden biri olan "Atatürk ve Anadolu’ya Destan"a kadar çeşitli eserlerinde en güçlü şekilde ifadesini bulur.

SANATÇI, YAŞADIĞI TOPRAĞIN HAVASINDA YIKANMALI

Sanat adamı öncelikle ne yapmalı? Saygun’un bu soruya verdiği yanıt çok öğretici: "Ebediyetin cennetine erişebilmek için geçilecek kıldan ince köprüde bize bir tek şey yardım edebilir, inanmak... Toprağına inanmak, insanına inanmak, yalancılık yapmamak, çünkü bu defa ki dava büyüktür. Madem ki sanat adamı, üstünde yaşadığı toprağın hasretini ve o toprağın üstünde yaşayanların acılarını, zevklerini, iştiyaklarını duymak ve duyurmak istiyor, öyle ise kendisini, o toprağın hamurunda yeniden yaratması, o insanlarla bir kazanda kaynaması lazımdır. Ve sanat adamı o hale gelecektir ki, artık ‘onlar ve ben’ değil ‘biz’ mevcut olacaktır. Böyle olmadan, onlar namına konuşmaya ne hakkımız olabilir? İşte bu yol ki hiç yalan kabul etmez, riyadan kaçar ve kendine ihanet edenleri mahkûm eder. Öyle ise sanat adamına: arşiv depolarındaki malzemeyi ele almadan önce, yaşadığı toprağın havasında yıkanmak ve o toprağın üstünde nefes almaya hak kazanmaktan başka yol yoktur." (Ulus gazetesi, 27 Haziran 1943)

Saygun, son nefesine kadar inanılmaz bir güçle sürekli çalışır. O çalışırken sanki başka bir dünyaya gider, beste yaparak dertlerden, acılardan uzaklaşır; dinlenir. Çalışmak onun için bir sığınaktır, direnme mevziidir. Onun bu olağanüstü çalışkanlığı; müzik yeteneği, zekâ ve yaratıcı güçle birleşince, görkemli eserler ortaya çıkar. Bu eserlerin yaratılmasında; Atatürk’e ve devrimlere duyduğu içten sevgi ve bağlılığın etkisi büyüktür: "Ben her sanat adamı gibi zannediyorum çok kötümserim, ama çok da iyimserim. Eğer, sadece çok kötümser olsaydım çalışamazdım, o kötümserliğin yanında uzakta bir serap gibi gördüğüm şeyin peşinde koşan bir insan vaziyetindeyim. Sanat adamı, ilim adamı böyle olur. Her şeye rağmen çalışıyorum, bir şeyler yapmaya gayret ediyorum. Bir şeyler vermeye çalışıyorum. İyi olur, kötü olur... O halde bize düşen vazife çalışmak, gene çalışmak... Bu memleketi ayağa kaldırmak için elimizden gelen gayreti sarf etmeliyiz. Kötümser olmayacağız, hep iyiyi düşüneceğiz."

Saygun’un yüreği kendi ulusuna ve de tüm insanlığa açıktır. Öğrencilerine ve çevresindeki herkese karşı her zaman alçakgönüllü ve sevecendir. Özellikle sanat konularında, ödün vermez, yılmaz bir savaşçıdır. Müzik çalışmalarında kılı kırk yaran bir titizliğe sahiptir. Zor beğenir. Öğrencilerine: "İlk akla gelen müzik fikrinin her zaman ‘en güzel’ olamayacağı, güzelin de güzeli olduğu, dengeli ve anlamlı bir bütüne varmak için büyük özen ve titizlik gerektiğini" öğütler.

PARİS’TE ÖĞRENCİLİK

1928 yılında devlet bursu ile Paris’e gönderilen Saygun’un en çok ilgilendiği besteciler, Bach, Beethoven ve Wagner’dir. Paris’te öğrencilik yıllarında müzeler, galeriler, kiliseler, konserler bütün zamanını doldurur. Org çalmayı öğrenir. Böylece Hıristiyan kültürünün temeli olan kilise müziğini yakından tanır. Daha önce Türkiye’de dostluk kurduğu Burhan Toprak ile ortak bir ilgileri vardır: Yunus Emre... Yabancı bir kültür ortamının bütün çekiciliğine karşın duygu ve düşünceleri kendi toprağından, öz benliğinden kopmamaktadır.

Saygun, 1931’de yurda döner ve Musiki Muallim Mektebi’ne hoca olarak atanır. İlkeli tutumu, işindeki titizliği, dürüstlüğü, gördüğü iyi eğitim bazılarının tepkisini çeker. Kıskançlıktan doğan çeşitli kulis, komplo oyunlarıyla karşı karşıya kalır.

ÖZSOY OPERASI, İRAN VE TÜRKİYE DOSTLUĞU

Atatürk, 1934 yılında İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaretinde sahnelenmek üzere; konusunu bizzat kendisinin verdiği, bir operanın bestelenmesini ister. "Özsoy" adı verilen bu opera, Türk Milleti’nin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini, toplumun ilerlemesi, çağdaşlaşması için başvuracağı kaynakların, kendi geçmişinde var olduğunu ve bu geçmişten hareket edilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Bu sanat gösterisiyle, komşu ülke ile dostluk bağları pekiştirilirken, Cumhuriyet Türkiyesinin de temel değerleri tanıtılmış olacaktır.

Atatürk, 1934 yılında yani 2. Dünya Savaşı öncesinde neden Türk ve İran dostluğuna böyle büyük bir önem vermişti? Sanırım İran ve Türkiye bugün olduğu gibi o yıllarda da bölgenin en güçlü ve stratejik önemi olan iki ülkesidir. O dönemde de günümüzde de böyle köklü devletlerin dostluğu çok önemlidir. Bizim gibi ülkelerin emperyalist büyük devletlere direnebilmesi, bağımsızlığını koruması komşularıyla sağlam dostluklar kurmasına bağlıdır. Tabii bu gerçeği en iyi bilen kişi ömrü savaş meydanlarında geçen Mustafa Kemal’dir. Bugün de İran’la dostluk, dayanışma çok önemli değil mi?

‘İŞTE GERÇEK MÜZİK DEVRİMİ BU’

İran Şahı’nın gelmesine tam bir ay vardır. Münir Hayri Egeli tarafından yazılan libretto, Saygun tarafından kısa zamanda bestelenir. Atatürk, böylece üç yıldır Ankara’da öğretmenlik yapan, bu başarılı genç yeteneği tanımış olur. Yani geçen üç yılda Saygun’a karşı bir tür karartma uygulanmıştır. Sıra provalara geldiğinde: Riyaseti Cumhur Orkestrası Şefi olan Zeki Üngör çalışmalarda gereken yardımı göstermek bir yana engellemeler yapar. Bir operayı teşkil edecek solistler ve koro elemanları yoktur. Bu durumu öğrenen Atatürk, öfkelenir; "Bu bir devrim hareketidir" der ve Zeki Üngör’ü orkestranın başından uzaklaştırır, şefliğe genç Saygun’un getirilmesini ister. Saygun, "O heyecan içinde Özsoy’u değil bir ayda, on beş günde yaz deseler yazacaktım" diyerek o günlerdeki duygularını anlatır. Temsil büyük bir başarı ile gerçekleşir. Atatürk memnundur: "İşte gerçek müzik devrimi budur" açıklamasıyla beğenisini belirtir.

Özsoy’un başarısı üzerine Atatürk, Saygun’dan ikinci bir opera bestelemesini ister. Konu Atatürk’ün, "yeni insanı yaratma" düşüncesidir. Büyük önderin yeni bir ulusu yaratışı, Cumhuriyet yeni insanının doğuşu, Saygun’un eşsiz müziği ile "Taşbebek"te ifadesini bulur. Genç yaşta parlak başarıların yanı sıra Atatürk’ün de takdirini kazanan Saygun’un etrafındaki, kıskançlık çemberi Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ı da etkisi altına alır.

YUNUS EMRE ORATORYOSU

1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle büsbütün yalnızlığa itilen Saygun, küçük memuriyet görevlerinin yanı sıra olgunluk dönemi eserlerinin ilki ve ilk Türk oratoryosu olan; "Bir ömür boyu düşündüm, bir hafta da yazdım" dediği, "Yunus Emre"yi, 1942’de tamamlar. "Yunus Emre" ilk defa 1946 yılında, milletvekili de olan şair Behçet Kemal Çağlar’ın özel çabaları sonucunda, İsmet İnönü’nün bizzat ilgilenmesiyle Ankara’da seslendirilir. Bu seslendirme, Saygun’un 10 yıllık bir gözden düşme döneminden sonra yeniden olağanüstü bir zafer kazanmasıyla sonuçlanır. Bestecinin ünü yurtdışına taşar. "Yunus Emre" Avrupa’da ve Amerika’da 5 ayrı dilde birçok kereler seslendirilir. Yalnız Saygun’un değil, Cumhuriyet dönemi Türk Müziğinin de en çok tanınan eseri haline gelir.

Haluk Bayülken, Yunus Emre Oratoryosu’nun 1958 yılında New York’da ünlü şef Leopold Stokowski yönetiminde, Birleşmiş Milletlerin kuruluş yıldönümü nedeniyle seslendirilişinde bulunmuştur. Konserden sonra; konsere dudak bükerek gelmiş olan bazı ülkelerin temsilcilerinin, nasıl hayranlık içinde kaldıklarını; Birleşmiş Milletler’in koridorlarında Türk temsilcilerine nasıl bir başka saygı gösterilmeye başlandığını, "başlarının nasıl bir başka dik" olduğunu heyecanla anlatır.

"Yunus Emre"den sonra, "Kerem", "Köroğlu", "Gilgameş" gibi üç büyük opera, "Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan" gibi anıtsal bir koral eser, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal (sözsüz) parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler birbirini kovalar.

Adnan Saygun, 1991’in ilk günlerinde İstanbul’da, yatırıldığı hastanede gözlerini yumar. Tarih: 6 Ocak 1991’dir. En büyük arzularından biri olan "Yunus Emre" oratoryosunun Aya Sofya’da temsili, ölümünden dokuz gün sonra, Hikmet Şimşek yönetiminde gerçekleşir.

Son nefesine kadar müziğe, ülkesine bir şeyler vermek için çalışan Adnan Saygun, orkestra şefi Rengim Gökmen’in dediği gibi: "Yalnız müzik kültüründe değil, bütün kültür yaşantısında, Anadolu’nun değerleriyle evrensel anlamda bir şeyler söyleyebilmenin bir simgesidir.

Kaynak: Feyziye Özberk, Bilim ve Ütopya Dergisi 155. sayı, Mayıs 2007, İz Bırakanlar: "Büyük Türk Bestecisi Adnan Saygun"

Son Dakika Haberleri