13 Eylül 2024 Cuma
İstanbul 28°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Coğrafi keşiflerden Aydınlanmaya ırkçılık

Gaffar Yakınca

Gaffar Yakınca

Eski Yazar

A+ A-

İspanya’daki son Müslüman devlet Gırnata, 2 Ocak 1492’de düştü. Muzaffer Katolikler, 31 Mart 1492’de Yahudilerin sürgün fermanını çıkardılar. Aynı yılın Ekim aynının 12. günü Kristof Kolomb ve beraberindekiler (o zaman Hindistan zannettikleri) Bahamalara ayak bastılar. Bunun için 1492 yılı Avrupa ırkçılığın tarihinde özel bir yere sahiptir. Batı Avrupa’daki son Müslüman varlığı barbarca yöntemlerle yok edilmiş, Yahudilere yönelik nefret zirve noktasına ulaşmış ve Batı, yeni nefret objesi olacak insanlarla, “koyu derililerle”, ilk kez tanışmıştır.

KATOLİK ‘MÜLKLER’

Üstün Batılıların, geri kalmış “ötekilere” nasıl yaklaşması gerektiği sorunu ilk kez 16. Yüzyıl İspanyol düşünürleri Bartolomé de las Casas ile Juan Ginés de Sepúlveda arasında tartışıldı. Tartışmanın ana ekseni yerlilerin insan olup olmadıkları üzerineydi. Sepulveda, yerlilerin insan sayılamayacağını, insan-hayvan arasındaki varlıklar olarak tek işlevlerinin İspanya’ya hizmet etmek olduğunu savunuyordu. Koyu renkliler, insanlar gibi düşünemez, onlar gibi sevinemez ya da acı çekemezdi. Casas ise yerlileri de insan sayıyor, beyaz adam kadar değilse bile bir tür akla ve bazı duygulara sahip olduklarını savunuyordu. Ancak yerlileri insan olarak kabul edince çok daha önemli bir konu gündeme geliyordu: Onların Tanrı’nın buyruğuna sokulması, yani Hristiyanlaştırılması sorunu. Kilise ve Krallık Casas’ın fikirlerini destekledi, ama bir şartla: Yerlilerin Hristiyanlığa geçişi kölelik kurumuna zarar vermemeliydi. Sonunda yerliler, “insan yerine konulduklarını için” zorla Hristiyanlaştırılarak ‘Katolik mülklere’ dönüştüler!

Coğrafi keşifler ve ticaretin güçlenmesine paralel olarak muazzam bir bilgi birikimi oluşan Avrupa’da 18. Yüzyılda yepyeni bir dönemin, ‘akıl çağı’ olarak adlandırılan Aydınlanmanın kapıları açıldı. Bu dönemde, teknik ve bilimsel ilerleme ile beraber gündeme gelen tartışma insanın doğa ile ilişkisi üzerinedir. Yaygın görüş “insanın doğaya hükmetmesi, vahşi doğayı ehlileştirerek kendisi için kullanması” gerektiği yönündeydi. Ancak, bunun karşısında asıl amacın “doğa ile uyum içinde yaşamak” olması gerektiğini söyleyenler de vardı.

Birincisi, keskin hatları olan bir ilerleme düşüncesini temsil ediyordu. Bir zamanlar Amerikan yerlileri ya da Afrikalılar gibi “geri ve vahşi” olan beyaz adam, aklını kullanarak ilerlemiş ve bugünkü medeniyet seviyesine gelmişti. “Soylu vahşilik” düşüncesi olarak bildiğimiz ikinci görüştekiler ise yerlileri doğa ile uyum içinde yaşayan “bozulmamış” insanlar olarak görüyordu. Aslında her iki görüş de farklı yönlerden gelerek aynı kapıya çıkıyordu: Yerliler, medeniyetin dışında yaşayan, beyazlardan daha gerideki vahşi varlıklardır.

AYDINLANMANIN IRKÇILIĞA KATKISI

Erken Aydınlanma düşüncesi daha ziyade doğayı tanımak ve tasnif etmek (sınıflandırmak) üzerine kuruludur. Zihinleri meşgul eden önemli sınıflandırma problemlerinden biri tüm insanların aynı türe mensup olup olmadığı idi. İsveçli doğa bilimci Karl Linnaeus’un 1735’den itibaren yayınladığı sınıflandırma çalışmaları bitkilerden başlayarak insanlara kadar uzanır. Mevcut insana Homo Sapiens adını veren Linnaeus, bunu dört grupta tasnif eder: Americanus, Europeaus, Asiaticus ve Afer. Linnaeus çalışmalarında ırk kavramını kullanmasa da bu tasnifin fiziksel özelliklere göre yapılmış olması önemlidir.

Aydınlanma düşüncesinin modern ırkçılığa katkısı en önce Immanuel Kant ve David Hume’a dayanır. Bu iki büyük filozof, insanların fiziksel özelliklerine -ve özellikle de derilerinin renklerine- göre sınıflandırılmasından yanaydılar. David Hume, 1754 tarihli “Milli Karakterler Üzerine” adlı kitabında “Üretim, bilim ve sanatın olduğu bir yerli topluluğu göremezsiniz. Bunların tamamı ve medeniyet beyaz insana özgüdür. Beyazların en barbarları olan eski Almanlarda ve Tatarlarda bile bir seçkinlik bulunur. Bu, beyaz adamın siyah deriliden ve genel olarak tüm diğer insan türlerinden üstün olduğunun bir göstergesidir” diye yazar.

Kant ise evrensel ahlak teorisini geliştirdiği 1780’li yıllar boyunca beyaz adamın üstünlüğünü anlattığı bir dizi metin yayınlar. Aydınlanmanın bu en büyük filozofunun 1764 tarihli bir notu ise gerçekten ilginçtir: “Tamamen siyah bir adam… söylediklerinin aptalca olduğunu gösteren açık bir kanıt”.

Bilimde Linnaeus ve felsefede Kant ve Hume’un açtığı alan, takip eden dönemde bu yönde pek çok başka fikrin gelişmesini sağladı. Haftaya devam edeceğiz.