24 Nisan 2024 Çarşamba
İstanbul 21°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Düşünce ve İnanç Özgürlüğü: İnanç ve özgürlük kavramı

Düşünce ve İnanç Özgürlüğü: İnanç ve özgürlük kavramı
A+ A-
PROF. DR. ŞAHİN FİLİZ - AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ

Dinler ve inançlar, bir toplum veya milletin kültürünü oluşturan en önemli unsurdur. Modern yaşamda şu ya da bu dine mensup olmak, kültürlerarası geçirgenlik nedeniyle başkasından ayrıcalıklı olma şansını ortadan kaldırmıştır. İnançların değil de kültürlerin uzlaşı veya çatışma içinde olması, laiklik ilkesini açıklamak için yeni bir kapı açıyor demektir. Çünkü bir dine inanmak, en nihai noktada kişinin kendi iç dünyası içinde olup biten bir süreçtir.

Düşünün ki, en basit olayda bile kişi kendi iç dünyasında, aklında veya vicdanında, hesabı kapatılmamış bir yığın sorgulamalara başvurur. En somut ve gündelik bir durumda kişi, düşündüğünü sonuçlandırsa bile, evvelini ve ahirini hala ölçüp tartmayı sürdürür. Üstelik oldubitti diye baktığımız nice sıradan işlerin beklenmedik sonuçlarıyla karşılaşabiliriz. Basit olgu ve olaylarda dahi kesintisiz bir süreç varsa, inanç konusunda bu süreç daha ince ayarlı ve son derece karmaşık olacaktır. Karmaşayı zihninde ve ruhunun derinliklerinde yaşadıkça inanç, her an tazeliğini korur; canlıdır ve bitimsizdir. Olmuş bitmiş bir şey değildir. Sonuçlanmaz ve kalıcılığını da bu iç mücadeleye borçludur. İnanan insanın bu anlamda belki kafası karışık değildir ama zihninde ve ruhunda bin bir çeşit sorular ve cevaplar birbiriyle sürekli çarpışır durur. Kendi içinde süreç olan inanç, başkalarına kesinleşmiş ve en son cevabı bulunmuş bir meta olarak takdim edilemez. İnanç, zihin ve ruhun ortaklaşa beslendikleri, sürekli de beslenmek zorunda oldukları bir erdemlilik halidir. Erdemlilik ise, sonu gelmeyen bir ahlaksal değer mücadelesini gerektirir. Ahlak somut cevaplar ve sonuçlar değil, erdemsizliği, her başkaldırışında öncelikle iç dünyamızda bastırmaya yarayan bir ruh disiplinidir.

Din, inancın örgütlenmiş biçimidir. Din bize, inancımızı hazır örgütlenmiş olarak sunma iddiasındadır. Ancak bu ne yazık ki bir iddia ve temenniden öte gidememektedir. Çünkü bırakın farklı dinleri, aynı din içinde dahi, farklı inanç örgütlenmesi hep kaçınılmaz tarihsel bir gerçeklik olmuştur. Şiilik, Sünnilik, Alevilik, Zeydilik, Nusayrilik ve yüzlerce mezhep, bu tip örgütlenmenin örnekleridir. Üstelik çokluğundan sayamayacağım bu mezheplerin kendi içinde bile birbirini temelden reddeden mezhep içi inanç blokları vardır.

ÇATIŞMA VEYA UZLAŞMA NEREDEDİR?

Eğer bir çatışma veya uzlaşmadan söz edeceksek, bunun, inanç örgütlenmelerinin yarattıkları kültürler arasında meydana geldiğinin altını çizmemiz gerekecektir. İşin hakikati böyledir. Hani, uzlaşı varsın kültürler arasında olsun, diye içiminizden geçtiğini biliyorum. Ancak çoğunlukla çatışmalara tanık oluyoruz. İslam dünyasının bu gününden geriye ya da gerisinden bu gününe tarihsel süreci izlediğimizde, aynı din içinde farklı inanç guruplarının yarattıkları kültürlerin hep çatışma halinde olduğunu esefle görürüz. Öyleyse, önce dinler arası diyalog veya uzlaşı değil, bir dinin kendi içindeki farklı inançların doğurduğu kültürleri arasında bir uzlaşı olup olmayacağı meselesi üzerine kafa yormak zaruridir. Çatışan inançlar değil, onların yarattığı kültürel unsurlardır. İslam ülkeleri arasındaki bir yandan kısıtlı diyalog ve diğer yandan geniş çatışma, aynı dindeki farklı inançların değil, asıl bu farklı inançların yarattığı farklı kültürlerden kaynaklanmaktadır.

Laiklik işte tam bu noktada doğal olarak kendini dayatmaktadır. İtikadi değil ama siyasi bir tavır olan laiklik, hem aynı din içindeki hem de farklı dinlerdeki farklı inançların yarattıkları kültürleri uzlaştırabilecek henüz daha iyisi icat edilmemiş bir çaredir. Gerçi inançların çatışması ya da uzlaşımını sağlayan laiklik değildir. Çünkü inancın, insanın kendi iç dünyasında ve ruhunun derinliklerinde devam ede gelen diyalektik bir süreç olduğunu söylemiştik. Laikliğin bu noktada insanın vicdanı ve zihinsel süreçleriyle ilgili yapabileceği olumlu ya da olumsuz bir katkısı yoktur. Asıl katkısı, bu inançlardan kalkılarak yaratılan farklı kültürler arasındaki çatışmayı önlemede ve bunu uzlaşıya dönüştürmede görülecektir. Din ve inanç, vicdanda yaşanan kesintisiz ama sonuca bağlanmamış bir iç tecrübe olduğu için, laiklik bu aşamada istese de kişiye müdahil olamaz; hem müdahil olması için de bir sebep yoktur. Laiklik, kültürlerin en önemli kaynağı olan inançları zaten denetleyemez. Ancak onların ürettikleri yaşam biçimleri, ibadet tarz ve şekilleri, davranış ve yapıp-etmelerden doğan somut unsurları tüm farklılıkları ve çeşitlilikleriyle uzlaştırmak için zemin hazırlar. Çatışmaları önlemeye çalışır.

Şu halde, dinler ve inançlar, iç süreçler oldukları için, ne diyalog ne de çatışma tesis edebilir; ancak ürettikleri kültürler bakımından olumlu ya da olumsuz etkileşime girebilirler.

Eğer Türkiye diğer İslam ülkelerine benzeseydi, çatışma, aynı din içinde farklı inançların çatışmasına sahne olurdu. İslam ülkelerindeki iç çatışmalar, ironik biçimde benim tezimi alt üst etmektedir. Bu hiç olmazsa görünüşte böyledir. İslam içinde Müslümanlar, kabile içinde kabileler ve çöl içinde çöller aynı dinin aynı inancını paylaşmalarına rağmen birbirilerini kıyasıya boğazlamaktadırlar. Oysa çatışan inançlar değildir. Çünkü İslam ülkelerinde düşünce ve inanç üretilmeyeli beri asırlar olmuştur. Çatışan, kültürsüzlüğün kültürleridir.

Türkiye çok şanslıdır. Aynı din içinde farklı inançların varlığını ve birlikteliğini sağladığı gibi, bunların ürettikleri farklı kültürleri de laik cumhuriyet geleneğiyle uzlaşım içinde tutabilmektedir. Hatta farklı dinlerin kültürleri ile İslam kültürünü laik tavrı nedeniyle uzlaşmış bir güce dönüştürmesini bilmiştir.

Atatürk’ün dehasını, yeniden keşfediyoruz.

İNANÇ VE ÖZGÜRLÜK ETİK KAVRAMLARDIR

İnanç ve özgürlük kavramları, insanlık tarihi kadar eskidir ve belli bir dine ait değildir. İnsan, kendisini diğer varlıklardan ayıran belirli özelliklerinden başka, en çok ve belki de en açık biçimde bir ahlak varlığı olmakla öne çıkar. İnanç özgürlüğe bağlıdır. Ancak özgürlük de sorumlulukla birlikte vardır. İnanç, bireyin istediği şeye kısıt getirilmeksizin inanma ihtiyacını karşılar. İnanmanın gereklerini yerine getirme noktasında, inanca özgürlük ve sorumluluk kavramları sosyal ve hukuksal kısıtlar ve sınırlar vaz eder. Çünkü birey toplumun bir parçasıdır. Belki inanma aşamasında bireysel tüm haklarını kendi vicdan ve düşüncesinde kullanma özgürlüğüne sahiptir, ancak inandıklarını uygulama aşaması toplumsal platformda gerçekleşebileceği için, sınırlamalar getirilir. Bireysel olarak inanıp düşündüğümüz her şeyi, bir parçası olduğumuz ve çok farklı düşünce ve kanaatlerin barındığı bir toplumda sınırsız ve sorumsuzca yerine getirmek özgürlük değildir. Kaldı ki bireysel olarak sahip olduğumuz inanç da kendi doğasında sınırsız ve sorumsuz olamaz. Etiğe, hukuka, temel insani normlara, toplumsal kural ve yaşama düzenine, kısacası ortak insani değerlere aykırı olan hiç bir inanç, özgürlük talebinde bulunamaz. Bilime, apaçık gerçeklere, insancıl düşünce ve kanaatlere taban tabana zıt hiç bir inanç, masum ve makul olamaz. Demek ki inanç için sınırlar aslında daha bireyin vicdan ve kanaatleri oluşurken doğal olarak çizilmek iktiza etmektedir.

İnanç ve özgürlük kavramları doğrudan doğruya ahlak sorunuyla ilgili kavramlardır. Ahlak sorunu ise, insan varlığını en iyi tanımlayan bir düşünce ve duyguyu içerir. İnanmak güven duymak, bel bağlamak, inanılan şey ile kendisi arasında mesafenin azaltılması ya da ortadan kaldırılmasıdır. Vurgulamak gerekir ki, inanç insanın en doğal ve en temel ihtiyacıdır. Ahlak sorunu nasıl ki sadece insanla ilgili ise, içinde yer alan inanç da yine yalnız insanla ilgilidir. Çünkü insanın altındaki canlı-cansız varlıklar için ahlakın özgürlük ve sorumluluk gibi bu iki temel kavramı geçerli değildir. Bizim dışımızdaki varlıklar ne özgürdür, ne de sorumludur. Aynı durum Tanrı için de geçerlidir. O ne özgür ne de sorumlu olarak tanımlanamaz. O halde ahlak, ne bizim altımızdaki, ne de üstümüzdeki varlıklar için geçerli bir tanımlama değildir. Bu tanım sadece biz insanlara aittir.

- DEVAM EDECEK -
Son Dakika Haberleri