Edebiyat gerçek ve yalan
GÖZEN ESMER
Yazar arkadaşım Kaan Eminoğlu’nun “Edebiyat yalanın estetize edilmiş hâlidir.” başlıklı yazısı yayımlandı.
Edebiyatın işlevi ve gerçekle ilişkisi tartışılmaya değer bir konu. Eminoğlu yazısında, “Bakmayın edebiyat da yalanın estetize edilmiş hâlidir. Yalan estetize edilir ve okura hayatındaki eksiklikler ya da fazlalıklar anlatılır. Yalancılar ve edebiyatçılar, kan kardeş gibidirler. Hepsinin uğraşlarının altında bir teklif vardır. Var olan dünyadan memnun olmayan bireyin kendi gerçeklik algısından hareketle zihninde yarattığı bir dünyanın kurgusudur yapılan iş. İşte buna persona diyorlar tam olarak.” diyor.
Kaan’ın yazısındaki iki kavrama dikkat çekmek istiyorum: Persona yani maske.
Biz bu kavramları daha çok gösteri sanatlarından biliyoruz. Ancak bugün toplumsal yaşamda da kişilikler ve maskeler karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla bu kavramlar hayatımızda olmayan fakat uydurulan kavramlar değil.
Esasında persona kavramı, sınıflı toplumun günlük hayata getirdiği kurumlaşan karmaşık ilişkilerin açıklamasıdır. Hatta kökleri sınıflı toplumdan öncesine kadar uzanır. İlkel yaşamda dedikodunun var olduğunu biliyoruz. Demek ki o dönemde dâhi insanlık bir ya da daha çok maske kullanmaya başlamış yani farklı bir kişi gibi davranmış. Bugün ise bu iki kavram en gerçek kavramlarından birisi haline geldi. Başka türlü insanlık tarım ve sanayi devrimlerini ve bugün teknoloji devrimlerini yapamaz dolayısıyla biz de bugün böyle bir tartışmayı yapamazdık.
Jung’un “Öyleyse hangisi asıl karakterdir, gerçek kişiliktir?” sorusuyla ortaya koyduğu bu kavram edebiyatta ve sinemada karakter yaratma meselesiyle birlikte düşünülüyor.
Ancak, yine Jung’un ifade ettiği gibi persona, “Kişi ile topluluk arasında kişinin nasıl görüneceğine dair bir uzlaşmadır.”
DEĞİŞİM VE PERSONA
İnsan doğası gereği değiştirme ve tasarlama kabiliyetine sahiptir. Bu demektir ki insanlar kendileri arasındaki ilişkileri de kurgular. Ayrıca bilinç sürekli hareket eden bir yapıdadır. İnsan karakteri tek ve donmuş değildir. Çünkü değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Persona aslında bu değişimin bir yansımasıdır. Kısaca persona yalan değil gerçektir. Neticede insan davranışlarıyla, eylemleriyle karakterini yansıtır. Bu eylem ve davranışlar değiştirdiğinde insanın karakteri de değişmiş demektir.
Bu bağlamda, toplumsal ilişkilerle bireysel ilişkiler arasındaki farklılıkları ve çelişkileri bir tür aldatma olarak düşünmek pek de doğru değil.
Peki yalan nedir? Yalan esasında bir tür aldatmadır. Bireyin, topluma ya da başka bir bireye verdiği eylem ve davranış vaadini yerine getirmemesidir. Toplum bütünüyle yalan söylemekten vazgeçmese bile yalan ve hileyi kendi koyduğu kurallarla yasaklar. Aksi taktirde iç barışı, huzuru yani sözleşmeyi sağlamak mümkün değildir. Toplumsal huzur ve güven olmadan da üretimin, ticaretin verimli bir şekilde yapılması pek olası değil.
Dolayısıyla yalan toplumsal kurallarca hatta hukuk kurallarınca da yasaklanmıştır. Örneğin; mahkemelerde yalancı şahitlik yapamazsınız. Emniyete yalan ifadede bulunamazsınız.
ŞAİR SÖZÜ YALAN MIDIR
Fuzulî’nin meşhur sözüdür: “Ger dese Fuzuli ki güzellerde vefa var, aldanma ki şair sözü elbet yalandır.”
Aslında bir paradokstur bu. Şair sözüm yalan diyerek yalan söylüyor da olabilir. Ancak Fuzulî her iki durumda da kendi gözünden, içinde bulunduğu hayatı yansıtır. Başka bir şairi de inceleyebiliriz. Onun hayatını bildiğimizde şiirlerini açıklamamız kolaylaşır. Meselâ Cemal Süreya’nın Sürgün şiiri böyledir. “Beni öp sonra doğur beni” Kısacası şairin hayatı şiire dâhildir.
Gerçeklik algısı adı verilen şeyin özü esasında yorumdur. Göz görür evet ama nasıl görür? Zihin bu duyuyu nasıl anlamlandırır ve hangi biçime sokar? Ancak gerçek insanın tek başına iradesiyle var olan, yaratılan bir şey değildir. O doğada vardır. Doğada olduğu gibi toplumda vardır. İnsanın örgütlenmeye ihtiyaç duyması tam da bu sebepten kaynaklıdır. Çünkü tarihin akışını tek başına değiştirmek mümkün değildir. İnsan her şeyi anlamlandırır, bir biçime sokar. Gördüğü, duyduğu, kokladığı ve tattığı her şeyi anlamlandırır.
Sanat ve özellikle edebiyat insanın öznesi olduğu bu gerçeği, yine insanın yorumuyla anlatır. “İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma” tanımı bu durumun en özlü ifadesidir.
Dolayısıyla sanat ve edebiyat yalanın estetize edilmiş halinden ziyade aslında yorumun daha doğrusu ideolojinin estetize edilmiş halidir. Bütün sanat eserleri, insana ve insanın dünya görüşüne dayanır. Özünde fikir açıklamanın yaratıcı yöntemidir sanat. En çok da işlevi bakımından öyledir. Kitleleri etkiler, dönüştürür. Üstelik sanatın ve edebiyatın bu dönüştürme eylemi süreklidir.
Dostoyevski’nin ardından 200 yıl geçti. Bugün Rusların tarihsel sıkışmışlığını, yalnız bireyin açmazını Raskolnikov’da görüyoruz. Gonçarov’un Oblomovu’nda yabancılaşan, çürümüş insanın mecalsizliğini, Ahmet Hamdi Tanpınar’da ise Türk modernleşmesinde yaşanan o eski insan yeni insan arasındaki çelişkiyi görüyoruz.
Kemal Tahir’de, Yakup Kadri’de Türkiye’nin tarihteki aydın gerçeğini buluyoruz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki bütün bu romanların dayandığı bir gerçek yok mu? Yoksa sadece yalanın estetize edilmiş hali mi?
Yanılgı burada başlıyor. Toplumdaki yozlaşmayı, emperyalist kültür bombardımanını, insanın insana yabancılaşmasını, edebiyatın bir yaratımı olarak ortaya koymak doğru bir bakış açısı değil. Edebiyat gerçeği yansıtıyor. Tersten bir örneği düşünelim. Orhan Pamuk “Veba Geceleri”ni yazıyor, Türkiye’yi bir distopya olarak görüyor. Hareket ettiği gerçek Türkiye’deki zorluklar ancak Pamuk o zorlukları Batı’nın cephesinden görüyor ve tam da bu sebeple Türk milletine, Türk okuruna çaresizliği, umutsuzluğu aşılıyor. “Kar” romanında ABD’nin Ilımlı İslâm projesine uygun olarak Türkiye’deki tarikat, laiklik meselesini tam da o cephenin istediği şekilde ele alıyor.
İşte ideolojinin estetize edilmiş hali. Dünyadan örneklere de bakalım. Mallraux’nun “İnsanlık Durumu” romanı Çin devrimini bir Avrupalı gözüyle anlatıyor. Aynı dönemi bir de Yang Yiyen, Luo Kuangpin’in romanı “Kızıl Kayalar”dan okuduğunuzda aynı olayda bakış açılarının farklı olduğu anlaşılıyor.
Dolayısıyla edebiyat yalanı kurgulamıyor veya estetize etmiyor. Edebiyat hayatta, doğada, insanda ve toplumda var olan gerçekleri bir biçimde yansıtıyor, hissettiriyor ve anlamlandırıyor.
Son söz: Önce eylem vardı!