Edebiyat yalanın estetize edilmesidir
Dede Korkut boşuna uyarmıyor tüm toplumu Yalancıoğlu Yaltacuklara karşı. Biz insan olarak sormalı, sorguamalı ve varoluşumuzla bu dünyaya bir duruş koymalıyız. Yalanı tanımalı, onun nasıl ve ne amaçla kullanıldığını bilmeliyiz.
Antik Yunan’daki tiyatro oyunlarında oyuncuların yüzlerine taktıkları maskelere persona adı veriliyormuş. Oyuncular toplumsal rollerini bırakıp başka bir kişiliğe büründükleri için bu personaları kullanıyor olmalılar. Modern çağda biz de Antik Yunan'ın oyuncularından çok farklı bir durumda değiliz aslında. Zamanla değişen tek şeyin maskelerimizin mecazi bir hâle büründüğü söylenebilir. Modern birey maskelerini sözle örüyor, yalanla süslüyor. Çoğumuz farkında değil ama bizim de anılardan oluşturduğumuz maskelerimiz var. Çağdaşlığın göstergesi gizleyebilme yeteneğimizde saklı. Biyolojik varlığımız bile gizlenerek var oluyor. Derimiz kemiklerimizi, kemiklerimiz organlarımızı gizliyor. Belki buna bir savunma diyebiliriz. Sonuçta kemiklerimizin kırılgan yapısı derimiz olmadan daha aşikâr oldu. Ya da kemiklerimiz hayati önem taşıyan organlarımızı sarıp sarmalayarak gizlemese hayatın her alanında ölüm riskiyle burun buruna kalmamız içten bile olmazdı. Aynı durum zihinsel süreçlerimiz için de geçerlidir aslında. Söylediklerimiz düşüncelerimizi gizlemek için kullandığımız en büyük savunma aracıdır. Edebiyatsa bir savunma sanatı. Ahlak en çok rağbet gören maskemiz. Cinsel dürtülerimizi, toplumun kabul etmeyeceği arzularımızı kibarlık maskesiyle gizliyoruz. Bu maskeye ahlak diyoruz çoğu kez. İçimizden gelen bu hayvani dürütüleri en iyi gizleyenimize en ahlaklı diyoruz. En iyi rol yapanımıza en erdemli insan gözüyle bakıyoruz. Aslında dürüstlüğün bile bir riyakarlık erdemin de bir sahtekârlık olduğunu biliyor ama birbirlerinin yalanlarını bilen ama karşısındaki sustuğu için kendisi de susan insanlarla kâğıda dökülmemiş bir anlaşmayı uyguluyoruz. Hayatın üstümüze geldiği anlarda gülümseme maskemizi takıyoruz. Bence modern insanın en büyük keşfi ne yazı, ne tekerlek ne de ateş. En büyük keşfimiz gülümseme maskemiz. Bu maske olmasa dünyanın ağırlığına dayanamazdık. Ben gülümseme maskemi en mutsuz olduğum anlarda takardım yüzüme. Sanırım.
ANLATICI VE DİNLEYENİN KURDUĞU GİZLİ ORTAKLIK
Askerlik anıları kimileri için ızdırap dolu günlerin hıncının yalanlarla süslendiği bir arınmadır. Hiç kimse askerliğinin kötü yanlarından bahsetme ihtiyacı duymaz. Hep yapılan iyi işler, güzel anılar, özendirici ve hamasi sözler gündeme gelir askerlik anıları anlatılarında. Mesela ''Ben askerlikte şöyle tuvalet temizledim.'' diyenini görmezsiniz ama ''Ben askerde komutana şöyle yaptım, uçan kuşu vuracak kadar nişancıydım, günlerce uykusuz kaldım da şikâyet etmedim, askeriyenin bir numaralı adamıydım.'' gibi palavraları çok işitmişsinizdir. Bu palavralar her nedense bir ortaklık bulurum ben. Herkes farklı bir askerlik yapmıştır ama hikâyeler genelde ortaktır. Nedense bu ortaklık dinleyicileri de rahatsız etmez anlatanları da. Gizli bir ortaklık vardır sanki anlatıcı ile dinleyen arasında. Kâğıda dökülmemiş bu anlaşma ile taraflar birbrlerinin yalanlarını dineyip onaylama yükümlülüklerini yerine getirirler. Bunu da samimiyet adı altında hissettiriler karşılarındakine.
İstisnasız herkes bir üstünlük gösterisi yapar bu anı anlatımlarında. Sanırım bu toplumsal olarak yaşadığımız derin aşağılık duygusu psikolojisini aşma yollarından bir tanesi. Sosyal hayatta ezilen, horlanan, küçük görülen biz insanlar yüksek perde askerlik anılarımızla bu saygınlık eksikliğini telafi etmeye çalışıyoruz. Belki de yararlı bir savunma mekanizmasıdır bu. Sosyal hayatımızda da akıl muvazenemizi korumak adına çoğu kez başvururuz böyle kurgulara. Yalan bir sığınaktır diye düşünürüm çoğu kez. Yalanlar sayesinde insanlar düşler kurar ve bu düşlerle ulaşamadıkları hayat tasarımlarını inşa ederler. Aslında olmadıkları bir insana dönüşürler bu kör yalanların altında; özlemlerini, açlıklarını ve eksik yanlarını ele verirler istemeden de olsa. Bu yüzden yalan söyleyen insanları dinlemeyi çok severim. Sadece ben mi? Sanmıyorum, çoğu insan yalan söyleyenleri dinlemekten gizli bir hoşnutluk duyar. Hatta bir Anadolu kasabasında yalancılığın bir meslek hâline geldiğine bile şahit olmuştum: Hiç unutmuyorum, D... şehrindeydim. Sabahtan akşama kadar çalışan ve evlerine yorgun argın dönen insanlar o günün yorgunluğunu atabilmek için kahveye koşturuyorlardı. Kahvede Yalancı Yakup adında bir adam vardı. Yalancılık Yakup'un lakabı olduğu kadar da mesleğiydi de. Çünkü Yalancı Yakup para karşılığında sabahtan akşama kadar yalan söylüyordu kahvedekilere. Kahve sakinleri büyük bir ciddiyetle Yakup'u dinliyor sonrasında da ağız dolusu bir kahkahalar fırlatıyorlardı birbirlerine. Yakup da dinleyenler de bu işten memnun gibiydi. Yakup yalanlar konusunda yaratıcıydı. Doğduğu günden beri askerlik hariç köyünden çıkmamasına rağmen tüm siyasilerle, şarkıcılarla, aktör ve aktrislerle bir anısı vardı. Ve bunları süslemesini çok iyi biliyordu. Yalancı Yakup eğer okumuş bir adam olsaydı bu yalan yeteneğiyle iyi bir öykücü olabilirdi diye düşündüm ben o kahvehanede. O sıradan insanların askerlik anılarıyla yaptığı bu yalandan bir dünya inşa etme işini bir maskeyle dünyanın ağırlığına karşı koymak için toplumsal bellek tarafından yaratıldığını düşündüm. Bunu yaratıcı insanlar öyküyle, romanla, şiirle yapar, sıradan insanlarsa yalanla. Bakmayın edebiyat da yalanın estetize edilmiş hâlidir. Yalan estetize edilir ve okura hayatındaki eksiklikler ya da fazlalıklar anlatılır. Yalancılar ve edebiyatçılar, kan kardeş gibidirler. Hepsinin uğraşlarının altında bir teklif vardır. Var olan dünyadan memnun olmayan bireyin kendi gerçeklik algısından hareketle zihninde yarattığı bir dünyanın kurgusudur yapılan iş. İşte buna persona diyorlar tam olarak.
YALANCIOĞLU YALTACUKLAR
Yalanın ve yalanın yaratıcılığının farkında olan insanlar olarak bunca iş güç sıkıcı uğraş arasında fırsatını bulup bir dağ başına gidip bağırabilsek diyorum, peki bu mümkün mü? Bağırıp yalanlarımızı itiraf etsek. Arınır mıyız o zaman bu dünyanın kirinden ya da bu dünyanın yükü bir nebze daha hafifler mi? Sanmıyorum. Yalan, toplumu ayakta tutmak için bazen gerekli sanırım. Yalanı tanıtmak ve tanımak için bile yalan söylenmeli belki de. İnsanlara duyduğumuz sonsuz güven duygusu kötü niyetli yalanlara karşı bizleri savunmasız bırakabilir. Dede Korkut boşuna uyarmıyor tüm toplumu Yalancıoğlu Yaltacuklara karşı. Biz insan olarak sormalı, sorguamalı ve varoluşumuzla bu dünyaya bir duruş koymalıyız. Yalanı tanımalı, onun nasıl ve ne amaçla kullanıldığını bilmeliyiz. Küçük insanların yalanları en tehlikesizi. Biz büyük insanların yalanlarını, dert edinmeliyiz. Mesela okurken kaç kişi sorguladı bunu? “Bu metinde anlatılanlar da yalandır belki.” dedi, olamaz mı?