Edebiyatımızda unutulanlar hatırlananlardan çok
Taner Ay, 1970'li yıllardan beri edebiyatımızda unutulan yazarların, yaşamlarını ve eserlerini sahaf sahaf dolaşarak inceliyor. Ay, kaybeden ve unutulan yazarları bir araya getiriyor.
Taner Ay’ın Ötüken Neşriyat’tan çıkan kitabı, Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler uzun soluklu bir çalışmanın sonucunda okurla buluştu.
Kitap, son derecede titiz ve ayrıntılı bir üslupla edebiyatımızda üzerine siyah şal çekilmiş birçok ismi de gündeme taşıyor. Şinâsî, Hakkı Paşazâde Celâl, Andelîb Es’ad, Ali Nusret, Osman Fahri, Şukûfe Nihal, Yaşar Nezihe Bükülmez, Fazlı Necip, Safiye Erol, Kemal Ahmet, Kemal Altınkaya, Kenan Hulûsi Koray, İhsan Mahvî, Aka Gündüz, Nurettin Artam, Burhan Cahit Morkaya, Osman Cemal Kaygılı, Hasan Tanrıkut, Nezahat Somar, Fikret Ürgüp, Hikmet Şevki ve Mazlum Kenan Köstekçi gibi...
Bu ilginç ve kapsamlı araştırmayı yazarı ile konuştuk.
- Böyle bir kitap yazmak nereden aklınıza geldi?
1970'li yıllardan beri edebiyatımızda unutulan ve kaybeden muharrirlerin yaşamlarına ve eserlerine karşı bir ilgim olduğu doğrudur. Sahhaf sahhaf dolaşıp onların kitaplarını arayıp buldum, bulamadıklarımı da kütüphânelerde okudum. Bununla birlikte, onlar hakkında yazmayı hiç düşünmemiştim.
Bu fikir Adnan Özer'den çıktı. Benden Kalabalık Cadde için 'Edebiyatımızda Unutulan ve Kaybedenler' için bir yazı dizisi hazırlamamı istedi. Yüz isimlik bir liste yapmaya çalıştım, ama ortaya üç dört katı isim çıktı. Hepsini yazmam elbette imkânsızdı. Dolayısıyla bir seçimle karşı karşıya kaldım. Diziye başlarken, ayrıca hakkında yanlış bilgilere sâhip olduğumuz muharrirlerden de birkaç ismi çalışmama ekledim. Örneğin, Şinâsi, Kemal Ahmet ve Safiye Erol yazı dizisine bu suretle dahil oldular...
- Kitabınızın ilgiyle karşılandı. Bunun nedeni sizce ne olabilir? Post-modern dönem edebiyatının endüstriyel pazarlama taktiklerine bir tepki olabilir mi?
Kalabalık Cadde'deki yazı dizisinin sıkı takipçilerinin olduğunu biliyorum. Bu dizi nedeniyle Şaban Özdemir'le, Turgay Anar'la ve Necati Tonga'yla tanıştım. Vecdi Çıracıoğlu, Orhan Alkaya ve Hikmet Temel Akarsu sık sık beni arayıp diziye desteklerini ifâde ettiler.
Orhan Tekelioğlu ve Metin Celâl dizi hakkında yazdılar. Ama, iş bu metinlerin Adnan Özer'in önerisiyle kitaplaşması safhasına gelince, yayıncılık dünyasının gerçeklerine tosladım.
Bazıları piyasada ismim olmadığını gerekçe gösterdi, bazıları böyle bir kitabın kendilerine para kazandırmayacağını söyledi, bazıları da benim aksan kullanmama taktı.
Dizinin kitaplaşmasından vazgeçtiğim sırada, Şaban Özdemir, Ötüken Neşriyât'ın editörleri Göktürk Ömer Çakır'ın ve Oğuzhan Murat Öztürk'ün piyasadakilerin çoğundan farklı editörler olduklarını ve dosyaya ilgi duyacaklarını belirtti. Ardından da, iznimi alarak dosyayı onlara gönderdi...
- Sizce yazar neden unutulur ya da neden unutturulur? Neden kaybolur? Bunun kasıtlı-kurgulu bir işleyiş sonucu olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa sadece şansa mı yoruyorsunuz bunu?
Bunun pek çok nedeni var. Örneğin, edebiyat mahfilleri nedenlerden biri; bu mahfillerden hangisi gazetelerde, dergilerde ve yayınevlerinde etkiliyse, o mahfillerdekilerin eserleri yayımlanıyor, birkaç nesil bilinirlikleri sağlanıyor. Mahfillerin dışındaysan, istediğin kadar iyi yazar ve şâir ol, kimse eserini basmaz.
1940 kuşağından Sabri Soran bu yüzden unutuldu. Dergilere hikâyelerini ve şiirlerini istediler ama onları kitaplaştırmadılar. Adam kendi imkânlarıyla kitaplarını çıkarmak zorunda kaldı.
Celal Sılay da öyle. İkinci bir neden, ideolojiler. Hangi ideoloji piyasa hâkimse farklı ideolojidekiler sistem dışı kalıyor.
Safiye Erol bu açıdan çok ilginç bir örnektir. Onu sağ da sol da dışladı, okumadı. Suzan Sözen'i 27 Mayıs'tan sonra ismi ve eserleri edebiyatımızdan kazınıp çıkarıldı. Artık ismi hiçbir ansiklopedide geçmiyor. Bir de bazı yayıncıların döneme uygun kurguları var, isim pazarlıyorlar, onları panayır aynalarında büyütüyorlar.
- Çalışma yönteminiz son derece ayrıntıcı bir özeni ve kanıtlarla ilerlemeyi gerektiriyor. Bu şekilde davranmanızın değerli olduğunu düşünsek de edebiyat gibi sınırları belirsiz bir alanda bu şekilde ilerlemek zor olmadı mı?
Gazete ve dergi arşivlerine, erişebildiğim özel koleksiyonlara bakarım. Mezarlık kayıtlarını ve mezarları araştırırım. Muharririn ailesinden birini bulursam da, onunla mutlaka temasa geçerim. Bu suretle Nezahat Somar'ın, Muzaffer Hacıhasanoğlu'nun, İhsan Ünlüer'in kızlarından ve Sabri Soran'ın yeğeninden çok değerli şeyler öğrendim. Yorucu ama doğru bir yöntem...
- Kitabı oluşturan isimleri önce bir yazı dizisiyle okurlarla buluşturdunuz. Kitabın önsözünde TDK yazım kurallarına uymadığınızı belirtiyorsunuz. Dil konusu Kalabalık Cadde'deki yazı dizinizde ve yazı dizisinin kitaplaşması aşamasında sorun oldu mu?
Yazı dizisi, Kalabalık Cadde'de yayımlanırken, bana ne okurlardan ve ne de Kalabalık Cadde'nin editörü olan şair Adnan Özer'den itiraz geldi. Sorun, dostum Adnan Özer'in bu yazı dizisini kitaplaştırmak istemesiyle başladı. Amiyane bir ifadeyle, herkes aksan kullanmama takmıştı. Oysa, alfabemiz fonetiktir. Bu nedenle, kelimelerden aksanı kaldırdığımızda, o kelimenin manası değişerek kargaşaya neden olmaktadır. Örneğin, "rûh" ile "ruh" aynı manada değildirler; "rûh" kelimesi, can, nefes, canlılık veya his manalarındayken, "ruh" kelimesi de yanak, yüz veya çehre manalarındadır. Manaları farklı olduğundan, "rûhum yaralı" yerine "ruhum yaralı" şeklinde yazıp okuyamayız. Bunun gibi size yüzlerce örnek verebilirim...
‘Hepsini yazmam elbette imkânsızdı. Dolayısıyla bir seçimle karşı karşıya kaldım. Diziye başlarken, ayrıca hakkında yanlış bilgilere sâhip olduğumuz muharrirlerden de birkaç ismi çalışmaya ekledim. Örneğin, Şinâsi, Kemal Ahmet ve Safiye Erol yazı dizisine bu suretle dahil oldular’
Ayrıca, dilimizdeki kargaşaya sadece aksanı kaldıran Türk Dil Kurumu'nun neden olmadığını, onlar kadar aksanı yanlış harf üzerinde kullananların da dilde kirlilik yarattığını söyleyebilirim. Meselâ, "fâsih" kelimesindeki (a) harfinin üzerindeki aksanı (i) harfinin üzerine koyarsanız, kelimenin manası değişiyor. "Fâsih", fesheden, iptal eden, bozan veya çürüten manalarındayken, "fasîh" kelimesiyse, güzel ve açık konuşan manasındadır...
Türk Dil Kurumu'nun yarattığı bu kargaşa, dosyanın kitaplaşması aşamasında farklı farklı sorunlar çıkardı. Örneğin, bir yayınevi benim TDK lûgatını ve yazım rehberini kullanmadığımı baştan bilmesine karşın, dosyayı dokuz veya on ay kadar beklettikten sonra; “Biz TDK'yı esâs alıyoruz, siz de bu doğrultuda düzeltme yaparsanız kitabınızı yeniden değerlendiririz.” dendi. Yayıncılığın rûhen de ticarileştiği bir ortamda kendi açılarından haklı olabilirler, ama benim bunu kabul etmem elbette mümkün değildi.
Dosyayı hemen çektim. Hatta, Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenleri bir daha da hiçbir yayınevine vermek niyetinde değildim. Ancak, edebiyat araştırmacısı ve yazar dostum Şaban Özdemir beni arayarak, izin verirsem dosyayı Ötüken Neşriyât'a göndermek istediğini belirtti. Yayınevi benim hassasiyetime saygı duyduklarını ve dosyayı yazdığım şekilde basacaklarını belirttiler... Aslını ararsanız, bu TDK lûgatı ve yazım kuralları, sadece 'Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler'de sorun çıkarmadı, ondan önce yazdığım iki romanım da aynı nedenlerle birkaç yayınevince reddedildi. Benden Tanbûrî Cemil Bey'in veya Ahmed Rasim'in 1915 yılındaki kelimelerini TDK'nın günümüzdeki kelimeleriyle, hatta "Öz Türkçe" karşılıklarıyla, değiştirmem istenmişti. Böyle bir saçmalık olabilir mi! O roman dosyalarını bir daha da hiçbir yayınevine vermedim, eminim onlar da bir gün yayıncısını bulacaklardır...
- Kitabın bir yerine "edebî mahfiller karşısında kaybeden şâir ve yazarlar" ifâdesini kullanıyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Maalesef, edebiyat tarihimiz mahfillere bağlı olarak yazılıyor. Bu konuda Turgay Anar ve Necati Tonga çok değerli araştırmalar yaptılar. Şâyet bir mahfilde değilseniz ne kitabınız yayımlanır ne de geleceğe isminiz kalır. Size ikinci ve üçüncü ciltlerde okuyacağınız Sabri Soran'ı ve Celal Sılay'ı örnek veririm. İkisi de "solcu" yazarlardı ve TKP'li yazarların arkadaşlarıydılar. Ama, dönemin edebiyat mahfillerinde yoktular. Bu yüzden de eserleri "sol" dergilerde sadece "sayfa doldurma malzemesi" olarak kullanıldı. Şiirlerini ve hikâyelerini kimse kitaplaştırmadı. Para bulurlarsa, kendileri sınırlı sayıda bastılar. Celal Sılay'ın deliliği olmasaydı, belki bugün ismini anımsayan bile olmayacaktı. En fazla da 1940 kuşağının edebiyat emekçisi Sabri Soran'a üzülürüm...
- Sanırım edebiyatta kaybedenlerin serüveni burada bitmiyor. Anladığımız kadarıyla unutulanlar, hatırlananlardan daha çok. Çalışma devam edecek mi?
Haklısınız, dört cilt olarak düşündüm. İkinci cilt Ötüken Neşriyât'ta, sanırım birkaç ay içinde yayımlanır. O ciltte çok ilginç isimler var. Üçüncü cildi hazırlıyorum, üçüncü ve dördüncü ciltler bir aksilik olmazsa önümüzdeki yıl yayımlanırlar...